Kimilerinin iddia ettiği gibi, “suni bir şekilde kurulmuş Yugoslavya devletinin kaçınılmaz yok oluşu” değildi bu. Güney Slav uluslarının kurduğu, Avrupa ülkelerinden birinin yok edilişinin hikâyesiydi.
Yirmi yıl önce, 24 Mart 1999’da, Yugoslavya’dan kalanın NATO tarafından “Müttefik Güç” adıyla bombalanması operasyonu başladı.
NATO operasyonu amacına üç ayı bulmadan ulaştı: Yugoslavya’nın tabutuna son çivi de çakıldı.
Sözüm ona “bağımsız” Kosova devleti ilan edildi. Kimilerinin daha o günlerde iddia ettiği gibi, “suni bir şekilde kurulmuş Yugoslavya devletinin tarihi, sosyal ve siyasi olarak kaçınılmaz yok oluşu” değildi bu.
Tersine, Güney Slav uluslarının kurduğu, tarihi, sosyal ve siyasi olarak ayakları toprağa en sağlam basan Avrupa ülkelerinden birinin yok edilişinin hikâyesiydi.[1]
Bulgaristan’dan başlayan bir provokasyonun adımları
Bugünlerde pek hatırlanmıyor, ancak hatırlatmak gerek: Her şey, Bulgar gizli servisiyle başladı.[2]
1997’de Bulgar istihbaratının başına, Tümgeneral Dimo Georgiyev Gyaurov getirilmişti. Tümgeneral sıfatı yanıltıcı olmasın: Aslında hiçbir tecrübesi olmayan sağcı bir avukattı ve bu unvanı da teşkilatın başına geçince aldı.
Gyaurov, üç aylık bir teknokrat hükümeti olan Sofiyanskiy hükümeti tarafından göreve getirildi, ama kariyerinin büyük bölümünü Koslov hükümetinde geçirdi.
Bulgar istihbaratı, 1999 Mart ayı başlarında Alman istihbarat örgütü BND’nin kapısını çaldı ve Yugoslav genelkurmayının “At Nalı” adlı çok gizli bir plan üzerinde çalıştığını, buna göre 1 Nisan’a kadar Kosova ve Metohiya’daki bütün Arnavutlara soykırım düzenlemeye hazırlandıklarını bildirdi.
Doğal ki, BND bu istihbaratı derhal dışişleri bakanı Joschka Fischer’e iletti.
Böylece Bulgar gizli servisinin başrolü sona erdi ve Avrupa düzen solunun en solunda sayılan Alman Yeşiller’in ve onun eş başkanı Fischer’in başrolü başladı.
Fischer hakkında kısa bir hatırlatma yapmaya değer. Kendisi etnik olarak Macar, ailesi Nazi işbirlikçisi oldukları gerekçesiyle 1946’da komünistler tarafından Macaristan’dan sürüldü. Fischer, 68’de Almanya’da gençlik önderlerinden biriydi, bu sırada hızlı troçkistti.
Bu eylemleri 68’de kalmadı; en azından 1973’e kadar özellikle Frankfurt’ta birçok sokak gösterisi örgütledi. Kendi iddiasına bakılırsa, Nazi partisinin eski önde gelenlerinden Alman sanayici Martin Schleyer’in Kızıl Ordu Fraksiyonu tarafından kaçırılması, RAF liderlerinin öldürülmesi ve GSG9’un Entebbe baskını yüzünden siyasi görüşlerini sorgulayıp Yeşiller’e katıldı.
Ne var ki en azından 1981’e kadar radikal sol çevrelerle ilişkisini sürdürdüğü iddia edilecekti; dahası, pek göze çarpmasa da, kimi radikal sol çevreler tarafından 1980’lerden itibaren ihanet karşılığı yükseldiği de iddia edilecekti.
Fischer, BND’den iletilen “istihbaratı” alır almaz Bulgaristan Dışişleri Bakanı Nadejda Mihaylova’yı aradı ve istihbaratı ona “doğrulattı.” Ve bundan sonra, Yugoslavya’ya karşı saldırının şampiyonu oldu.
Bunu abartmadan söylüyoruz; zira Fischer’in saldırganlığı, geleneksel olarak pasifizm yanlısı Yeşiller’in devletleşmesinin en önemli basamağı olacaktı. Aynı yıl Bielefeld kongresinde partiden gelen tepkilere rağmen “zavallı Arnavutları” derhal NATO silahıyla kurtarmak gerektiğinde ayak diredi ve elbette ki, bu sırada kırmızı-yeşil koalisyonunun SPD’li savunma bakanı Rudolf Scharping’in mutlak desteğini arkasında buldu. Böylece Schröder başkanlığında kırmızı-yeşil koalisyonu, Yugoslavya saldırısı için lobi faaliyetine girişti: “At Nalı” operasyon istihbaratı NATO’yu dolaştı, Londra’ya gitti ve, gene tahmin edilebileceği gibi, liberal müdahaleciliğin altın çocuğu Blair, Fischer’den rol kaptı, uçağa atlayıp Sofya’ya koştu, orada Mihaylova’yı “Avrupa topluluğunun ve en yüksek dayanışmanın sembolü” ilan etti.
Taşlar döşenmişti.
Emperyalizmin insaniyetini canlandıran “istihbarat”a 13 yıl sonra gelen “düzeltme”
Bu “At Nalı”enteresan bir plandı: Hakikaten de, plandaki haritaya bakılırsa, Yugoslavya 3. piyade ordusunun 52. kolordusu, Kosova ve Metohiya’yı uçları Arnavutluk ve Makedonya’ya dayanan bir at nalıgibi kuşatmıştı. Ama tuhaf bir şey vardı: Planın adı “potkova” idi (bu kelime, Bulgar ve Hırvat dillerinde at nalı anlamına gelir) ama “potkovica” değildi (bu da Sırpçada at nalı demektir).
Elbette, böyle önemsiz hatalar veya eksikler için şüphe etmeye ve Yugoslavya’yı yok etmekten vazgeçmeye değmezdi.
Yalnız bu üstün başarıyı gölgeleyen bir şey oldu. On üç yıl sonra, dönemin Bulgar dışişleri bakanı Mihaylov, o zamanki pozisyonunu birazcık… düzeltti. Şöyle dedi: 1999 mart ayı itibariyle Bulgar istihbaratı, Alman meslektaşlarını, aslında bu istihbaratın kesin bir şekilde teyit edilmiş olmadığına dair uyarmıştı.
Onun arkasından Alman istihbaratından da açıklama geldi: Bulgarlardan gelen istihbarat teyitli değildi ama, kendileri Yugoslav ordusunun hareketlerini gözlemleyerek bunun doğru olabileceği kanaatine varmışlardı.
Yani aslında ortada Yugoslav ordusunun (bırakın soykırımı) belki de herhangi bir harekât planı bile yoktu.
Sözüm ona “At Nalı,” provokasyonun son halkasıydı; ama NATO işe, Bulgar istihbaratından önce girişmişti zaten. 15 Ekim 1998’de Yugoslav birlikleri, Kosova’da NATO’nun kalkan olduğu bir barış anlaşması sonucunda tamamen geri çekilmişlerdi, UÇK ise zaten hiçbir şekilde anlaşmaya bağlı değildi.
NATO, bu görülmemiş ölçüde adil anlaşmanın uygulanması için seferber oldu; “Eagle Eye” operasyonuyla Yugoslav ordusunu gözlemeye başladılar ve Kosova’ya da NATO diplomatları ve askeri uzmanları gönderildi. Tabii, kimsenin aklına bir şey gelmesin, başka bir amaçla değil; sadece “durumu gözlemlemek” için.
Demek ki her halükârda NATO, Bulgar istihbaratının ileri sürdüğü askeri hareketliliğin olmadığını çok iyi biliyordu.
NATO korumasındaki UÇK saldırılarını durdurmadı
Şimdi biraz geriye saralım.
1998 güzüne yaklaşırken Kosova Kurtuluş Ordusu UÇK, yok oluşun eşiğindeydi. Birkaç köyde, kasabada ve ormanlık alanlarda üsleri vardı, ayrıca Arnavutluk sınırından silah kaçakçılığı yaptıkları da biliniyordu. Ama böyle bir durumdayken ansızın kendilerini NATO şemsiyesi altında buldular.
Bu çelikten şemsiye son derece işlevliydi; UÇK’nın ateşkeste fiili bir sorumluluğu yoktu; UÇK faaliyetlerine gözlerini kapayan NATO görevlilerine göre ateş kesmesi gerekenler, UÇK saldırılarına maruz kalan Yugoslav ordusu, Sırp köyleri ve polis devriyeleriydi.
Böylece, 1999 başlarında UÇK’nın artan şiddet eylemleri karşısında Yugoslavya ordusu operasyona girişti.
Biraz daha geri saralım.
UÇK 1993’te kuruldu. Doğal ki, Yugoslavya hükümeti tarafından terörist örgüt olarak tanındı. ABD dışişlerinin terörist örgütler listesinde adı olmamasına rağmen, 1998 şubat ayında dönemin ABD Başkanı Clinton’un Balkanlar özel temsilcisi Robert Gelbard, UÇK için, “hiç şüphesiz terörist bir örgüt,” diyecekti. (Gelbard kısa bir süre sonra, örgütün, ABD’nin terörist örgütler listesinde olmadığını vurgulama ihtiyacı hissedecekti.[3]) Bir buçuk ay sonra BM Güvenlik Konseyi’nin 1160 sayılı kararında da “Kosova Kurtuluş Ordusu’nun terörist eylemleri”nden söz ediliyordu.
8-18 Ocak 1999’da Yugoslav ordusu, UÇK’nın “hendek”lerle, tünellerle ve mitralyöz yuvalarıyla tahkim ettiği Račak köyünde operasyonu girişti. Orduya göre operasyon, UÇK tarafından kısa bir süre önce dört polisin pusuya düşürülerek öldürülmesi üzerine gerçekleştirilmişti.
Köydeki ölü ve yaralı sayısı bugün bile kesin olarak bilinmiyor; ama bağımsız uzmanlar, bir camide cesetlerin üniformaları çıkartılarak sivil kıyafetler giydirildiğini, ölülerin ellerinde barut izleri görüldüğünü söyleyeceklerdi.
Amerikalı diplomat William Walker ile onun askeri danışmanı Britanyalı General John Drewienkiewicz ise bu uzmanlara aldırış etmediler, UÇK’nın yerel komutanlarıyla görüşmelerinden sonra, Sırp askerlerinin kadın ve çocuklara karşı vahşi bir katliam örgütlediklerine “ikna” oldular. Yeri gelmişken: Cesetlerin arasında sadece bir kadın ve bir de çocuk vardı; ikisinin de ellerinde barut izleriyle omuzlarında silah tepmesinden morarma izleri tespit edilmişti.
Dahası, Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Milošević’e karşı Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde açılan davada da Račak hadisesi suçlamaların dışında bırakılmıştı.[4]
Yeri gelmişken: William Walker, “Račak katliamı”nın onuncu yıldönümünde, Kosova Cumhuriyeti başbakanından “Altın Özgürlük Madalyası” aldı. Başbakan, Hashim Thaçi idi — şimdiki devlet başkanı. Ama bu bol flashback’li yazıda ona da birazdan döneceğiz; şimdilik “yılan” lakabı taşıdığını hatırlatmak yeterli. Walker’e madalyayı takarken, Thaçi’nin yanında Ramush Haradinaj da bulunuyordu — tıpkı Thaçi gibi Haradinaj da, Kosova’nın en ünlü (tabii, cezasız) savaş suçlularından biri.
Walker’in ise, aldığı ödülü hak ettiğini vurgulamadan geçmek olmaz, zira kendisi, Batılı uzmanlar tarafından bile bu iddialar bütünüyle yalanlandıktan sonra bile, kafası kesilmiş kadın ve çocuk cesetlerini, “saçları kırlaşmış” erkek cesetlerini kendi gözleriyle gördüğünü iddia etmekten vazgeçmedi.
Neticede, Walker’in bu “tanıklık”ları, ABD’yi ve NATO’yu ikna etmeye zaten yetmişti. Bulgar istihbaratının “At Nalı” ise, ek bir “kanıt” olarak muhteşem bir zamanlamayla gelmiş bulunuyordu: Evet, hiç şüphe yoktu ki Yugoslavya ordusu, Kosova’daki Arnavutlara karşı soykırıma hazırlanıyordu.
NATO’nun barış teklifi: Yugoslavya, NATO işgalini iyilikle kabul etsin
Şubat 1999’da, Paris yakınlarındaki Rambouillet şatosunda Sırp ve Kosovalı temsilciler arasında, Temas Grubu (NATO + Rusya) gözetimi altında görüşmeler başladı ve çok geçmeden çöktü. Thaçi’nin başkanlık ettiği Kosova heyetinin son derece küstah davrandığı biliniyor; NATO ise Sırplardan gerçekleştirilemez ve esas itibariyle provokatif taleplerde bulunuyordu.
NATO, şunları dayatıyordu: Kosova, Sırbistan’a bağlı bir özerk bölge olacak. Ancak sadece adı özerk: Yugoslav ordusunun bütün birlikleri Kosova’dan tek taraflı olarak çekilecek ve buraya 30 bin kişilik bir NATO kolordusu yerleştirilecek, üstelik NATO, sadece Kosova’da değil Yugoslavya’nın her yerinde birliklerini hiçbir engelle karşılaşmadan konuşlandırma hakkına sahip olacak, üstelik NATO askerleri ve ajanları Yugoslav kanunları karşısında tam bir dokunulmazlığa sahip olacaklar.
Dayatmanın açıktı. NATO, Yugoslavya’nın işgali ve egemenliğinin ortadan kaldırılması için provokatif şartlar ileri sürüyordu. Beklendiği gibi, Yugoslavya ve Rusya, bu “mutabakat”ı imzalamayı reddettiler.
Burada bir ara daha gerek.
Geçtiğimiz yıl ağustos ayında, Bill Clinton Kütüphanesi tarafından, Clinton ile dönemin Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin arasındaki görüşme tutanakları ve yazışmalardan oluşan yaklaşık 600 sayfalık belge yayınlandı.
Bunlar arasında Yugoslavya da geniş yer tutuyordu. Buna göre, şu açıkça ortaya çıkıyordu: Yeltsin ve Clinton, Milošević’in dize getirilmesi üzerine bütünüyle anlaşmışlardı, muhtemelen söz konusu mutabakat metninin Rusya tarafından imzalanmaması da, Rusya’nın Milošević’i sıkıştıracak eylemlerde bulunmasının ön adımı olacaktı.
ABD ve Rusya “güçlerini birleştirerek Milošević’i tavrını değiştirmeye zorlayacaklar”dı; buna karşılık Clinton ise, Yugoslavya’yı bombalamaktan kaçınacaklarını vaat etmiş, en azından bombalamaktan bahsetmemişti. Dolayısıyla Yeltsin, NATO bombardımanını beklemiyordu ve Yugoslavya’yı ABD’nin istediği yönde teslim olmaya zorlama iradesi göstermişti.
Bu, önemli; çünkü eğer böyleyse, NATO’nun bombardıman ısrarının nedenini sorgulamak gerekecektir.
Arayı şimdilik kapatalım. Neticede, Belgrad yönetimi, 23 Mart’ta NATO’nun “Kosova’ya özerklik” önerisini kabul etti; ama herhangi bir onurlu devletin yapacağı gibi (her ne kadar bunların sayıları epey azalmış olsa da) Yugoslavya topraklarında NATO askeri konuşlandırılmasını kategorik olarak reddetti. Yugoslavya ve Rusya delegasyonları, Rambouillet şatosunu terk ettiler.
24 Mart günü, NATO Genel Sekreteri Javier Solana, Avrupa’daki NATO birlikleri komutanı Amerikalı General Wesley Clark’a, Yugoslavya’ya karşı operasyonun başlaması emrini verdi. Aynı akşam Yugoslavya toprakları, başta belli başlı şehirleri Belgrad, Priştina, Podgorica, Novi Sad, Kragujevac ve Pančevo olmak üzere, ağır bir hava saldırısına uğradılar. Gece de Amerikan kruvazörü Gonzalez’den Niş şehrine 18 Tomahawk fırlatıldı.
Binlerce insanın hayatını kaybedeceği, on binlercesinin ise zayıflatılmış uranyum içeren silahlarla ağır ağır ölüme mahkûm edileceği kanlı operasyon, böyle başladı.
Küçük bir “detay”: NATO, planından neden saptı?
Yalnız, bu arada değinilmesi gereken küçük bir “detay” var. NATO’nun operasyon planı, Yugoslavya’yı iki bölgeye ayırmayı öngörüyordu; buna göre 44’üncü paralelin kuzey ve güneyinde iki bölge tesis ediliyordu ve güneyde kalan, Kosova ile doğrudan temas halindeki parçada askeri hedeflerin iki-üç gün boyunca bombalanarak etkisiz hale getirilmesi hedefleniyordu.
Eğer bunun arkasından Belgrad yönetimi direnmeye devam edecek ve Yugoslav ordusu kayıtsız şartsız teslim olma arzusu göstermeyecek olursa bombalanacak hedefler 44’üncü paralelin kuzeyine de genişletilecekti. Bu da bir hafta sürecekti. Ve ancak bundan sonra, Belgrad yönetimi tavizsiz tavrını sürdürürse, ancak o zaman Belgrad da dahil bütün ülkedeki hedefler bombalanacaktı.
Oysa bu plan işlemedi ve daha ilk günden itibaren, Belgrad dahil bütün ülke, ancak belki de Dresden ile karşılaştırılabilecek kadar ağır ve iki buçuk aydan uzun sürecek bir bombardımana maruz kaldı.
Demek ki, öngörülen planın küstahlığı bir tarafa, hayata geçirilen biçimin amacı, doğrudan doğruya terör yoluyla sonuç almaya yönelik yeni ABD-NATO doktrinini uygulamaktı: Moda deyimle “shock and awe”. Ani saldırı, inisiyatif üstünlüğü, aşırı kuvvet ve ateş kullanımı — ilk defa 1996’da bir Pentagon brifinginde teorize edilen doktrinin özü, buydu.
Altını çizmek gerek ki, bu “doktrin” aslında hiç de yeni değildir: Düpedüz, “lebensraum”da “blitzkrieg”dir bu.
Bu sırada Arnavutluk’ta ve Makedonya’da 8 bin NATO askeri bulunuyordu; ama NATO, kara kuvveti kullanımını kategorik olarak dışlamıştı. Bunun temel nedeni, daha sonra açığa çıkacağı gibi, Yugoslav ordusunun savaş gücünden duyulan endişeydi: NATO’nun kara savaşıyla uğrayacağı (ve, köklü bir anti-faşist gerilla savaşının ve ordusunun mirasını da taşıyan Yugoslav ordusunun savaş kabiliyeti yüzünden büyük olacağını tahmin etmek için hiç de deha gerekmeyen) kayıp, karizmayı fena halde çizdirebilirdi. En az hasarla en yüksek tahribatı vermek: planın özü, buydu.
Nisan ayında Makedonya’ya Amerikan 1’inci zırhlı tümeninden ve Britanya kraliyet muhafızlarından 5 bin asker daha gönderildi.
Daha en baştan suni bir devlet olarak şekillenmiş olan Makedonya’dan başka aslında köklü bir anti-faşist geleneğe sahip Arnavutluk’un da, Amerikan ordusunun kendi topraklarında konuşlanmasına böylesine gönüllü teşne oluşu, trajiktir.
Bu trajedinin altında Hoca yönetiminin sosyalizm deneyiminin yarattığı sorunlar, milliyetçilik, şovenizm ve yayılmacı düşler de yatıyor olmalı, ama bu, başka bir yazının konusu.
Ne var ki, tam da NATO’nun kara kuvveti kullanımını kategorik olarak dışlama nedenleri, iki hafta sonra, bu defa kara kuvveti kullanımının kaçınılmaz olduğu planlarını yapmasına neden oldu: Zira hava saldırıları, olanca şiddetine rağmen, Yugoslavya ordusunun direncini kırmayı başaramamıştı.
Yeni plan “V-minus” adıyla anılıyordu. Buna göre Yugoslavya karadan işgal edilecekti; ancak bu, Yugoslavya’nın bütün askeri ve sivil altyapısı ve sanayisi bütünüyle yok edildikten sonra yapılacaktı.
NATO, belli ki, Yugoslavya’nın gücünden öylesine endişe duymuştu ki, bu planda istilayı Eylül 1999’a ertelemişti. Üstelik o zaman da Makedonya’daki Amerikan 1’inci zırhlı tümeninin genel komutası altında buradaki, Arnavutluk’taki, Bosna’daki (NATO “barış gücü”), ana gövdesini Almanların, Britanyalıların, Fransızların ve Polonyalıların oluşturacağı 50 bin kişiyi bulan bir kuvvetle istilaya girişecekti.
Bir ihtiras abidesi, bir pragmatizm âşığı: çağdaş Rastignac, Kouchner
Burada Fransa ile karşılaşıyoruz. Demek ki yeni bir flashback’e gerek var.
Bernard Kouchner’in siyasi kariyeri, bazı açılardan Joschka Fischer’e benzer. 1939 doğumlu olan Kouchner, 1966’da ihraç edilene kadar Fransız Komünist Partisi gençlik teşkilatı üyesiydi. Geçek anlamda ideallerinin adamıydı, daha doğrusu, ihtiraslarının; nitekim partiden ihraç edildikten sonra “Ben, komünist ve Rastignac’ım,” diye yazacaktı.
Rastignac, Balzac’ın şöhret peşindeki kahramanı. Kesinlikle söylenebilir ki, bir insan ya Rastignac olur, ya komünist; ama Rastignac komünist geçiniyorsa, bunu sadece ihtirasları için yapıyordur.
1968 olaylarında Sorbonne’da tıp fakültesinde boykotçuların başındaydı. Aynı yıl Nijerya-Biafra ayrılığında Kızıl Haç görevlisi olarak bu ülkeye gitti. Kızıl Haç’ın çatışan taraflar arasında mutlak tarafsızlık ilkesine rağmen, 2009’da Pierre Péan tarafından yayınlanan epey gürültü koparmış (ve doğrulanmış) Kouchner biyografisine bakılırsa, Gabon’dan Biafra’ya silah kaçakçılığı yaptı.
1971’de Sınır Tanımayan Doktorlar’ın kurucuları arasında yer aldı. 1987’de “Le Devoir d’Ingerence”i yayınladı, yani “Müdahale Zorunluluğu”. Tahmin edilebileceği gibi, liberal müdahalecilikti kastettiği. Fransız Sosyalist Partisi’ne üye oldu. Ertesi yıl ödülünü aldı; “sosyalist”liğiyle epey popüler olmuş, oysa gerçekte neoliberal dünyanın ilk heykeltıraşlarından biri saymak gereken Mitterand tarafından Fransız hükümetinde Kouchner’e özel bir müsteşarlık (“insani işler müsteşarlığı”) açıldı.
Bundan sonra siyaset basamaklarını hızla tırmanmaya başladı.
Gemlenemeyen ihtirası ve yüksek “ideal”leri her yerde karşımıza çıkar, zira bu, liberal müdahalecilik doktrininin de bir parçasıdır. Biafra tecrübesine dayanarak bunun üzerinde durmak gerek, zira Biafra’da liberal müdahaleciliğin en ilkel, dolayısıyla en saf biçimiyle karşı karşıyayız.
Resmi Kouchner biyografilerine göre, dedesi ve büyükannesi Auschwitz’te öldürülmüşlerdi, Kouchner bu yüzden soykırımı önlemek gerektiğinde müdahale etmeyi kaçınılmaz görüyordu; yani Kouchner’in ahlaki normları, trajik soykırım deneyimine dayanıyordu, vb.
Biafra olayını ayrıntılı biçimde inceleyen Péan ise tamamen başka bir görüştedir. Bu sırada Nijerya bağımsızlığını yeni kazanmıştı ve petrol zengini Biafra bölgesinin ayrılığı, bu nedenle, sırasıyla Fransa, İspanya ve Portekiz devlet başkanları De Gaulle, Francove Salazar tarafından kışkırtılıyordu. Yani burada insani bir trajediye müdahale değil, apaçık bir kripto-sömürgecilik, Fransız yeni-sömürgecilik girişimi söz konusuydu. Bu halde Kouchner’in soykırım söylemlerinin propaganda taktiği olmaktan başka hiçbir anlamı yoktu. Bu taktik, üç unsur içeriyordu: aşırı basitleştirme (her yerde soykırım görme), medya aracılığıyla egotizm (sınırsız bir ihtirasla kendinden kahraman yaratma, yaptığı iş önemsiz bile olsa abartma), ve militarizm.[5]
İşte bu Kouchner, 1999-2001 yılları arasında Kosova’daki BM temsilcisiydi. Lahey Adalet Divanı’nın eski başsavcısı Carla del Ponte(aslında o da Bosna savaşı yıllarında Yugoslavya’nın parçalanmasında başrolü kapmıştı), 2008’de, yani Kouchner, Sarkozy hükümetinde “sosyalist” dışişleri bakanı iken yayınlanan anılarında, epeyce sert eleştirilerde bulunur.
Del Ponte’ye göre ceza mahkemesi savcısı olarak kendisinin UÇK yöneticileri hakkındaki bütün soruşturma girişimleri, Kouchner tarafından engellenmiştir. Yenilir yutulur iddialar değildir bunlar ve, del Ponte gibi birinin ağzından çıkıyor olmasının ağırlığı bir yana, belgelidir. “Del Ponte’nin … Kosova’nın şimdiki hükümet yetkililerini töhmet altında bırakan … suçlamaları arasında, 300 Kosovalı Sırp’ın organlarının henüz hayattayken alındığı ve Avrupa, İsrail ve Türkiye’ye satıldığı, karşılığında uyuşturucu ve silah ticareti yaptıkları da var. Bu örgütlü suçlar, Kosova’nın ilk başbakanı ve şimdiki Devlet Başkanı Hashim Thaçi’nin başında bulunduğu bir özel grup tarafından işleniyordu. Kosova’nın şimdiki başbakanı Ramush Haradinaj da bu grupta rol oynuyordu. … Ponte’nin bulguları, Alman dış istihbaratı ve ordusundan başka İsviçreli politikacı Dick Marty’nin 15 Aralık 2010’da Avrupa Konseyi’ne sunduğu bir raporla da doğrulandı.”[6]
Del Ponte, yükselişini, daha çok Yugoslavya’yı yok etmekteki başarılarına borçluydu; düşüşünün de aşağı yukarı aynı sebepten olmasını belki kaderin bir oyunu saymak gerekir.
Beklenmeyen kayıplar ve 2 bini aşkın sivilden oluşan “tali kayıplar”
27 Mart günü, Yugoslavya ordusu 205’nci hava savunma tugayı 3’üncü batarya komutanı, Macar asıllı Albay Zoltán Dani komutasında Belgrad savunması, Amerikalıların pek övündükleri bir F-117 Stealth uçağını vurdu. Stealth’lerin reklamı “görünmez uçak” diye yapılıyordu; olay, ABD’yi öylesine ürküttü ki, o gece (Monica Levinsky skandalıyla başı epey ağrımakta olan) Clinton, Britanya, Almanya, İtalya ve Fransa yönetimleriyle görüşmeler yapacak ve bombardımanın ağırlaştırılmasına ısrar edecekti.
Böylece NATO, Belgrad’ı neredeyse aralıksız bombalamaya başladı.
Dani, yaşıyor. Emekli. Belgrad’da bir ekmek fırını işletiyor. Her yıl 27 Mart’ta F-117 şeklinde kurabiyeler çıkartıyor.
Yugoslav özel kuvvetleri, dört gün sonra da üç Amerikan askerini esir aldılar. Aynı gün 52 Priştina kolordusu, artık kaybedecek bir şeyi olmadığı düşüncesiyle UÇK mevzilerine karşı saldırıya girişti. UÇK, ancak NATO’nun yoğun hava desteği sayesinde tutunabildi. Ne var ki Yugoslav kuvvetleri bununla da kalmadı: nisan ayı ortasında UÇK’yı takip ederek Arnavutluk’a girdiler ve hemen sınırda Kamenica köyünü işgal ettiler.
Nisan ve mayıs ayları boyunca ülke baştan ayağa tahrip edildi. Tuna nehri üzerindeki bütün köprüler bombalandı, Avrupa’nın en önemli sanayi ülkelerinden biri olan Yugoslavya’dan kalanın sanayi kapasitesinin yüzde 80’i yok edildi, bütün televizyon ve radyo kuleleri bombalanarak yıkıldı.
30 Nisan’da genelkurmay bombalandı. 7 Mayıs’ta hedef Belgrad’daki Çin büyükelçiliğiydi: Amerikan uçakları, Çinlilerin elektronik muharebe verilerini Yugoslavya hava savunmasıyla paylaştığı iddiasıyla elçiliği yerle bir ettiler, ikisi gazeteci üç sivil öldü. (NATO, elçiliğin eski bir harita yüzünden kazara bombalandığını açıkladı ve özür dilemedi; ama aynı yıl aralık ayında Amerikalılar, Pekin’de vardıkları bir anlaşmayla, Çin’e 28 milyon dolar tazminat ödediler.)
12 Nisan’da Grdelica vadisinde bir köprüyü, üzerinden geçen yolcu treniyle birlikte havaya uçurdular. Wesley Clark ve Javier Solana, olayı, “tren fazla hareket ettiği için pilot görememiş,” diyerek savundular. Ve Britanyalılar da geri kalmadılar: Niş’i misket bombalarıyla bombaladılar.
Ve Rusya…
Bu arada, bugün pek hatırlanmayan bir olayı daha hatırlatmak gerek. 12 Nisan’da Yugoslavya parlamentosu, ülkenin Rusya ve Belarusya ile birleşmesi yönünde bir karar tasarısını kabul etti. Rusya Duma’sı, Yugoslavya’nın kararını bütünüyle destekledi ve Yeltsin’e, birleşme sürecini başlatmasını önerdi.
Ne var ki Yeltsin, belki de NATO saldırısını durduracak olan bu girişimi derhal bloke etti. Ve aynı Yeltsin, Yugoslavya’ya askeri uzman ve silah gönderilmeye başlanması önerisini de, Yugoslavya’nın silahlanmasına karşı BM ambargosu olduğu gerekçesiyle geri çevirdi. Ne var ki aslında bu ambargo da Rusya’nın onayıyla çıkmıştı ve, ambargo aslında askeri danışman gönderilmesine engel değildi.
Anlaşılan o ki, Yeltsin, Clinton’dan yediğini düşündüğü kazığa rağmen, Milošević’e haddini bildirmek şeklindeki Amerikan planına bağlılığını sürdürüyordu. Oysa Amerikan tarafı, belli ki, Rusya’ya da haddini iyice bildirmeye kesinkes niyetliydi. 4 Haziran’da NATO uçakları Belgrad yakınlarındaki Batajnica hava üssünü, burada Rus kuvvetlerinin, hatta Yevgeniy Primakov’un uçağının bulunuyor olabileceği istihbaratına rağmen bombaladılar.
Primakov, dışişleri bakanıyken, büyük ölçüde Yeltsin’in Yugoslavya politikasıyla ihtilafı nedeniyle 12 Mayıs’ta emekliye sevk edilmişti. Dolayısıyla NATO’nun eylemi, adeta Primakov’dan intikam almak amacını güdüyor gibiydi.
Milošević o gece siyasi olarak teslim oldu: Çatışmanın barışçıl çözümü planına rızasını bildirdi. 12 Haziran’da ise Makedonya’dan Kosova’ya doğru NATO birliklerinin hareketi başladı.
Rusya özel kuvvetlerinin eylemi: Rusya açısından bir dönüm noktası
Aynı gece ilginç bir gelişme daha yaşandı. Rusya özel kuvvetlerinden bir birlik, hızlı davranarak Kosova’daki Slatina hava üssünü ele geçirdi. Bunun üzerine NATO kuvvetleri komutanı Wesley Clark, bölgedeki Britanya generali Michael Jackson’a, Rusları üsten “temizlemesi” (demolish) talimatını verdi. Jackson, buna karşılık, “üçüncü dünya savaşını başlatmaya niyeti olmadığını” söyledi ve talimatı yerine getirmedi.
Bu sırada Slatina yakınlarındaki Britanya tank grubunun komutanı, yüzbaşı James Blunt’tı. Bugün ünlü bir rock şarkıcısı olan Blunt da doğrudan doğruya Clark’a bağlı olmasına rağmen Amerikalıların emrini yerine getirmeyi reddetti. Blunt, tankın telsizinden, “demolish” emrini anlamadığını, “böyle bir kelimeyi de bilmediğini” söyledi.
Slatina olayını daha ilginç hale getiren, şudur: Üssün ele geçirilmesi talimatını kimin verdiği belirsizdir. Kimilerince, talimatın Kremlin’den gitmediği neredeyse kesin olarak iddia edilir, üstelik bu iddia doğru gibi de görünmektedir, zira Yeltsin yönetimi, ABD’den yediği kazığa rağmen olayların gösterdiği gibi batıyla karşı karşıya gelmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu ve hedefi, Milošević’in dize gelmesine yardımcı olup Batılıların övgülerini ve verirlerse kırıntılarını almaktan ibaretti; üstelik bu sırada Yeltsin siyasi olarak son derece zayıf bir durumda bulunuyordu.
Slatina olayı, bu anlamda, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana milli gururu incinen ordunun sembolik olmaktan uzak, ikinci Çeçen savaşı ve sonrasında Rusya’nın dış siyasetinde yansımasını bulacak bir karşı çıkışıydı. Bu karşı çıkış, belli ki, NATO’da paniğe neden oldu; dolayısıyla, Rusya’nın siyasi mekanizmalarını tam olarak gözlemleyemediklerini ileri sürmek de mümkündür.
Bu anlamda Yugoslavya, özel olarak da Slatina, sadece Rusya kamuoyunda yarattığı travma itibariyle değil, batıcı politikanın terk edilişinin de dönüm noktası olmuştur.
Sosyal demokrasinin sosyalizmden intikamı
Yugoslav ordusunun Priştina kolordusu, 20 Haziran’da Kosova’yı bütünüyle terk etti.
NATO’nun bu büyük “başarı”sına rağmen, aslında siyasi amaçlarından biri olan “uçuşa yasak bölge” tesis edemediğine dikkat çekmeliyiz. Bu durum, Yugoslavya ordusunun uğradığı ağır kayıplara rağmen savaş gücünü kaybetmediğinin delili sayılabilir.
Lahey Savaş Suçları Mahkemesi’nin oynadığı role değinmeden geçmeyelim. “At Nalı” planı bütünüyle düzmece, veya hukuki açıdan kesinlikle şüpheliydi; ancak mahkeme buna rağmen planı gerçek saydı ve Yugoslav 3’üncü ordu komutanı 22 yıl, Priştina kolordusu komutanı ile genelkurmay başkanı da 15 yıl hapse mahkûm edildiler.
NATO 1999’da, Yugoslavya’dan geri kalanı 78 gün boyunca aralıksız bombaladı. Geride, ancak Dresden’le karşılaştırılabilecek bir yıkım bıraktı. UÇK saldırılarında ve UÇK ile çatışmalardaki ölümler sayılmazsa, sadece bu bombardımanlarda 2 binin üzerinde sivil hayatını kaybetti. 1 milyonun üzerinde insan kendi ülkesinde göç etmek zorunda bırakıldı. Ve bütün bunlar, açık bir provokasyonun neticesiydi.
1999 bombardımanıyla emperyalizm, Yugoslavya’nın tabutuna son çiviyi de çakmış oldu. Geride, neoliberalizme mahkûm edilmiş; faşizme karşı ortak mücadelenin, zaferin, sosyalizmin bütün kazanımları NATO bombalarıyla yok edilmiş; çoğunluğu yoksulluk sınırının altında yaşayan; doğmuş ve doğacak on binlercesi seyreltilmiş uranyum içeren bombalar yüzünden ağır ve acılı kanser ölümünü bekleyen bir halk bıraktı.[7]
Emperyalist “demokrasi”, böylece eşsiz bir zafer kazandı.
Kusturica’nın Underground’ı
Emir Kusturica’nın başyapıtı Underground’u izleyenler hatırlayacaklardır. Orada gerçek bir hayal anlatılır: Yugoslavya’dır bu. Paradoks gibi görünse de, hem hayaldir, hem de gerçek: Filmin sonunda delice eğlendikleri bir düğün sahnesinde dirilir bütün kahramanlar ve üzerinde dans ettikleri o adacık nehrin akıntısına karışır, kopar gider anakaradan.
İnsanın göz pınarlarını acıtan bir filmdir; birlikte doğmuş, birlikte büyümüş, birlikte yaşamış olanların yok oluşunun, düşmanlaşmasının tarihi.
Ve tabuta çevrilen bu ülkeye 79 bin ton bomba atılmış (Dresden’e 3.900 ton bomba atılmıştır), 10 bin seyir füzesi fırlatılmış, 15 ton seyreltilmiş uranyum kullanılmıştır. Bu miktarda uranyum ile, Hiroşima’ya atılan atom bombasından 170 adet yapılabilir.
Hayatları bir yana koysanız, sadece maddi kaynaklar itibariyle, 30 milyar dolarlık bir yıkımdır, Yugoslavya’ya yaşatılan.
Bu kanlı savaşı açanların emperyalizmin sol yüzü olması, öğreticidir. Fischer’den Scröder’e, Blair’den Mihaylova’ya, Clinton’dan Kouchner’e, hemen hiç istisnasız hepsi birlik olmuştur, sadece tabutu kalmış olan bu ülkeyi yok etmek için.
Denebilir ki, sosyal demokrasi, sosyalizmden intikamını, Yugoslavya’da almıştır.
Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırka yakın çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. @Hazal_Yalin
[1] Bu dönemde batı kamuoyunu pıtırak gibi saran pop akademisyenlerin Yugoslavya tahlilleri, öyle diyordu: Yugoslavya, “devam etmesinin meşru temeli bulunmayan” yapay bir devletti. Örneğin, ünlü Goldsmith ailesinden Sir James Goldsmith, 1994’te yayınlanan “The Trap”ta, Yugoslavya’yı “savaş ve trajediye mahkûm bir yapay devlet” diye tanımlıyordu. Aynı görüşleri dile getiren, kimisi yakın tarihli pek çok benzer makale ve kitapta da, inanılmaz bir tarih cehaleti derhal göze çarpar. Oysa, eğer Yugoslavya bir yapay devlet idiyse, belki Fransa ve Polonya hariç hemen bütün kıta Avrupası devletleri, en başta da Almanya, kesinkes yapay devlettir.
[2] Yevgeniy Krutikov. “Кто и как придумал повод для расчленения Югославии?” Vzglyad.ru, 24 Mart 2019. https://vz.ru/world/2019/3/24/969666.html?fbclid=IwAR3ueZw6VFzvFiWSiC6VPT31aM3SKxF_9HUHF1F_kQs3izr3yRpGxluEa-8. Okuduğunuz yazı yazılırken, Vzglyad.ru’daki “Yugoslavya’nın Parçalanması İçin Kim, Nasıl Sebep Buldu?” başlıklı bu makaleden genişçe yararlanılmıştır.
[3] Nened Sebak. The KLA — terrorists or freedom fighters? BBC. http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/121818.stm.
[4] Bugünden bakınca, Račak’ın ustaca hazırlanmış bir beyaz miğferler hadisesi olduğu çok daha açık görülüyor. 17 Mart 1999’da, yani NATO saldırısının başlamasından bir hafta önce, AB Adli Tıp Uzmanları Ekibi’nin (EU-FET) başındaki Dr. Helena Ranta’nın Priştina’da basın toplantısı vardı. Ranta, Račak’ta “insanlığa karşı suç işlendiğini,” “silahsız sivillerin öldürüldüğünün kesin olduğunu” açıkladı. Walker’in “tanıklığından” başka, bu “bağımsız” ekibin vardığı “bulgular” da, NATO’nun kampanyasına siyasi meşruiyet için kullandığı araçlardı. Ne var ki, bir grup Finli patologun 2000 sonlarında yaptığı ve sonuçları Şubat 2001’de dünyanın en önde gelen adli tıp dergilerinden Forensic Science International’da yayınlanan saha araştırmalarına göre, Walker’in iddia ettiği gibi kafası kesilen kimse olmadığı gibi, EU-FET’in iddia ettiği bulguların ortaya çıkması da mümkün değildi. Bak. Richard Tyler. “Forensic Report Throws Doubt on US/NATO Claims of Racak ‘massacre’”, 12 Şubat 2001. World Socialist Web Site,https://www.wsws.org/en/articles/2001/02/yugo-f12.html. Gerçi, buna da gerek yoktu; çünkü sözüm ona katliam sahasına yakın bulunan AGİT görevlileri, “katliam”ın hemen arkasından Račak’a gelmişler, ancak köyde katliama işaret eden hiçbir ceset görmemişlerdi. “Vahşice, kafaları kesilerek” katledilen zavallı insanların cesetleri ise ancak 12 saat sonra ortaya çıkmıştı. AFP ve Le Figaro’nun görüştüğü, “katliam” alanında bulunmuş olması gereken, Associated Press için çalışan gazeteciler de köyün boşalmış olduğuna, dolayısıyla katliam yaşanamayacağına, ancak UÇK ile Yugoslav polisi arasında şiddetli çatışmalar çıktığına tanıklık ediyorlardı. Bak. Christophe Chatelot. “Were the Račak dead really coldly massacred?” Le Monde,21 January 1999. Bunlara benzer daha pek çok tanıklık olmasına rağmen, özellikle liberal bilinen yayın organlarının patırtısı arasında boğulup gitti. Račak hadisesi ile ilgili kapsamlı bir bibliyografya için, bak. Francisco Gil-White. The Road to Jenin. Historical and Investigative Research.Last revised October 2005. http://www.hirhome.com/yugo/ranta.htm.
[5] Pierre Péan’ın kitabı (“Le Monde selon K.”) çok önemlidir ve sadece bir biyografi değildir; neoliberal müdahaleciliğin şampiyonlarından birinin gerçek yüzünü açığa çıkarma girişimi olmaktan başka, bu doktrinin anlamını da sorgular. Aslında hiç de solcu olmayan, hatta klasik bir Dögolcü cumhuriyetçi saymak gereken Péan’ın kitabının yarattığı siyasi etki karşısında Kouchner’i savunmak için göğüslerini siper edenlere de bakmalıyız: bunların en “seçkin”leri, Fransa’da “filozof” Bernard-Henri Lévy (Kouchner onun için, “benim vicdanım,” demişti), ABD’de (evet, doğru bildiniz) Hillary Clinton ile BM eski genel sekreteri Kofi Annan’dır. Kitapla ilgili önemli bir inceleme yazısı şurada yayınlanmıştı: Christopher Caldwell. “Communist et Rastignac”. London Review of Books, 9 Temmuz 2009. C. 31, sayı 13. Bu yazıda NGO’ların sınırlarını ve Kouchner’lerin onların gözeneklerine kene gibi yapıştıklarını görürüz. Yazı, Kouchner’in Somali ve Ruanda’da oynadığı rolü aydınlatması bakımından da çok önemlidir.
[6] Hazal Yalın. “Suriye’de Kosova senaryosu, S-300 komplekslerinin caydırıcılığı ve SDG”. YDH, 12 Kasım 2018. http://www.ydh.com.tr/HD15726_suriyede-kosova-senaryosu-s-300-komplekslerinin-caydiriciligi-ve-sdg.html. Dick Marty’nin alışılmadık ölçüde ayrıntılı ve dehşet verici raporu, konunun ilgilisi için, incelemeye değer: Committee on Legal Affairs and Human Rights. Inhuman Treatmant of People and Illicit Trafficking in Human Organs in Kosova(rapporteur: Dick Marty). 12 Aralık 2010, AS/Jur (2010) 46, Parliamentary Assemly (Council of Europe). https://assembly.coe.int/CommitteeDocs/2010/20101218_ajdoc462010provamended.pdf. Thaçi, bu raporun arkasından Marty’yi televizyondan açıkça tehdit etti. Marty ise ertesi ay “aydınlandı” ve Thaçi’nin “doğrudan bu işe müdahil olduğunu iddia etmediğini” söyledi. Bak. Petrit Çollaku. “Dick Marty Clarifies Organ Harvesting Allegations”, 19 Ocak 2011, Balkaninsight.com. https://balkaninsight.com/2011/01/19/marty-thaci-not-directly-involved-in-organ-harvesting/.
[7] Sırp çevre uzmanı Prof. Velimir Nedeljkovic, 1999 bombardımanından sonra Sırbistan’ın Avrupa’da en yüksek kanser oranına sahip ülke haline geldiğini vurgular; buna göre bombardımanı izleyen on yılda en az 30 bin kişi kansere yakalanmış, bunların 10 ila 18 bini ölmüştür. Bak. RT. “NATO use of depleted uranium in bombing Yugoslavia was ecocide on planetary scale — expert”. http://tass.com/society/1024580.