MI6, Afganistan’daki dinci fanatikleri nasıl destekledi?

img
MI6, Afganistan’daki dinci fanatikleri nasıl destekledi? YDH

Daily Maverick’te Phil Miller imzasıyla yer bulan haberde, eski bir MI6 elemanının gözünden İngiliz istihbaratının Afganistan’daki mazisine dair dikkat çeken detaylara yer veriliyor.




Çevirmenin notu: Taliban’ın Afganistan’da kontrolü ele geçirmesi, Türkiye ve Katar’ın yanı sıra Birleşik Krallık tarafından da oldukça olumlu karşılandı. Ordu şefi Nick Carter, en son “taşra çocukları” diye tabir ettiği Taliban’a alan tanınması gerektiğinden bahsediyordu.

Daily Maverick’te Phil Miller imzasıyla yer bulan haberde, eski bir MI6 elemanının gözünden İngiliz istihbaratının Afganistan’daki mazisine dair dikkat çeken detaylara yer veriliyor.

Çeviri: Emre Köse

Kabil tahliye edilirken Taliban ile MI6 arasında gerçekleştirilen gizli görüşmeler, İngiliz istihbaratının Afganistan’daki radikal İslamcı gruplarla olan köklü işbirliğinin son faslı. Pek çok şey gizlilik içinde saklanıyor; ama içeriden biri olanları açık açık anlatıyor.

1980'de gazeteci John Fullerton, daha çok MI6 adıyla tanınan Britanya Gizli İstihbarat Servisi (SIS) üyeleriyle Londra’da öğle yemeği masasına oturdu. Casuslar, rahatı kaçık muhabirden çalışmayı arzu ettiği beş kenti söylemesini istedi. Cevaplarını tereddütsüz bir şekilde kağıt peçeteye çiziktirdi.

Fullerton, Declassified UK’e verdiği demeçte, “İlki, Pakistan’daki Peşaver’di” diyerek, çalkantılı Afgan sınırına yakın olma arzusunda olduğunu ifade etti:

“Sovyetler Afganistan’ı işgal etmişti ama orada freelancer (serbest gazeteci) olarak çalışmanın bir yolunu bulamadım. Buradan haber geçen gazeteci yoktu. Herkes Kabil’i terk etmişti. Bu sebeple savaşı haberleştirmek istemiştim ve SIS de böylece beni işe aldı.”

Teşkilatın parlak isimlerinden biri olan Nicholas Elliott ile tesadüfen karşılaşmasının ardından SIS ile uzun yıllar iyi ilişkiler içinde oldu. KGB’nin çifte ajanı Kim Philby’i deşifre etmesiyle meşhur Elliott, Fullerton’ın Güney Afrika’daki apartheid rejiminde polis ve ordu arasındaki güç mücadelesini ortaya koyan yazısında adından söz edildiği sırada SIS direktörlüğünden emekli olmuştu.

Fullerton, Cape Town’da büyüdü ve doğduğu ülke olan Birleşik Krallık’a geri dönmeden önce Cape Times’ta gece editörü olarak görev yaptı. İngiliz istihbaratı, apartheid rejiminin Devlet Güvenlik Dairesi’ne çalışan bir köstebek olup olmadığını inceledikten sonra sonunda onu “sözleşmeli” olarak işe aldı. Bu, teşkilattaki sabit bir pozisyondan çok daha ucuza gelen bir seçenek.

Fullerton, “Birçoğu ordu geçmişi olan bu sözleşmeli işçilerden epeyce bir alım yaptılar. SIS, 1970'lerde ve 80'lerin başında bir küçülme döneminden geçmiş ve daraltılmıştı. Latin Amerika’da tam kadro bulunan üç istasyon kapatılmıştı” yorumunu yaptı.

Tüm bunlar, Elliott’tan casusluk konusunda gayri resmi olarak tavsiyeler alan Muhafazakar Başbakan Margaret Thatcher döneminde değişti.

“Thatcher, dış ilişkilere ve istihbarata büyük ilgi duyuyordu ve her ikisini kuvvetlendirmeye çalıştı” diyen Fullerton, Thatcher’ın Dışişleri Bakanı Lord Carrington’ın, komünistlerle savaşan Afganların görüntülerini televizyon ekranlarına getirmeye hevesli olduğunu sözlerine ekledi.

Carrington, 1980'den kalma gizli bir notta teşkilatına şunları söylemişti:

“Afgan isyancıların propagandanın kıymetini anlamaları sağlanmalı. Bu, Sovyet askeri faaliyetine dair filmlerin [örneğin, köylere saldırmaları ve evlerin ve tarlaların yok edilmesi] hazır olması gerektiği anlamına geliyor. Sovyet aşırılıklarını kaydetmeye teşvik edilmesi gereken isyancılara film, kamera vb. tedarikini teşvik etmek zor olmamalı.”

Bu yüzden Fullerton’ın aylar sonra Peşaver’i peçetesine yazdığı sırada Whitehall, onun bu kariyer hamlesini desteklemeye fazlasıyla hazırdı. 31 yaşındaki Fullerton’ı, İngiltere’nin güneyindeki Gosport’ta yer alan ve SIS’e ait bir okul olan Fort Monckton’a gönderdiler ve burada işin zanaatini; istihbarat raporları nasıl derlenir, muhbirlerle nasıl görüşülür, bir hedef nasıl takip edilir veya takipten nasıl kurtulunur, bunları öğrendi.

En önemlisi de sürgündeki Afganlara vereceği Super 8 video kameralarını kullanmak için hızlandırılmış bir kurs aldı.

Dışişleri Bakanlığı, 30 yıl sonra Suriye savaşında benzer bir yaklaşımı benimsedi: Yani; Batılı medya ağlarına sürekli olarak rejim vahşeti ve isyancıların zafer hikayelerinin akışını sağlamak için çok sayıda yurttaş gazetecisinin finanse edilmesi.

1980'li yıllarda İngitere’nin Afganistan’a yönelik psikolojik harbi daha deneyseldi; Fullerton, Peşaver’de sayısı bol olan mücahit gruplar arasında uygun kameramanlar bulmak zorunda kaldı ya da bazen, serbest çalışan bir yabancı muhabir olarak gazeteci kimliğini pekiştirmek üzere onlarla beraber sınırdan geçti.

Fullerton’ın Afganistan-Pakistan sınırında yürüttüğü casusluk, kurgusal olmasına rağmen kendi tecrübesiyle büyük ölçüde örtüşen ve Ulusal Arşivlerdeki gizliliği kaldırılmış Dışişleri Bakanlığı belgeleriyle ahenkli bir uyum içindeki yeni sürükleyici romanı Spy Game’in temelini oluşturuyor.

Onun bilhassa içeriden biri olarak bakış açısı kıymetli zira SIS, Afganistan’daki Sovyet karşıtı eylemlerine ilişkin kayıtlarını hiçbir zaman yayımlamadı. Bunlar, CIA’in 1979'da Başkan Carter tarafından başlatılan ve Ronald Reagan döneminde sürdürülen en uzun ve en maliyetli gizli operasyonlarından biri olan Siklon Operasyonu’a paralel olarak yürütüldü.

Taşınabilir füzeler ve kara mayınları

Fullerton, 1981–83 yılları arasında, Reuters haber ajansına girmeden ve istihbarat camiasından uzaklaşmadan evvel SIS’in Peşaver’deki baş casusuydu. Afganistan’daki ilk görevi bilgi toplama, casusluk faaliyeti ve görüntü elde etmekle sınırlı olmasına rağmen Lord Carrington’ın çok daha şahince arzuları vardı.

SIS’i denetleyen Dışişleri Bakanı, Afgan mücahitlerin “piyadelerin alçaktan uçan uçaklar ve ayrıca tanksavar mayınlara karşı kullandığı türden taşınabilir füzeler” almasını istedi.

Afganistan’daki karadan-havaya füzeler ve kara mayınları, daha sonraları Batı için büyük endişeye neden olacaktı; fakat Carrington, 1980'lerin başında bu açıdan bir tereddüt yaşamadı.

Şunu kaydetti: “Bana öyle geliyor ki, burası alengirli bir alan olsa da Afgan kurtuluş hareketi, bir ölçüde desteği hak ediyor ve küçük bir yardımın sokulması kaydadeğer getiriler sağlayabilir.”

Carrington’un dereyi görmeden paçaları sıvamasına rağmen Fullerton, SIS’in yalnızca 80'lerin ortalarına doğru önleyiciliğinin arttığına inanıyor:

“Benim zamanımda oldukça deneyseldiler. İnsanları mücahitlere yardım için ikna etmeye çalışırken propaganda deneyip yapmaktan mutluydular ve bu İngilizler için kafiydi. Ancak daha sonra Ahmed Şah Mesud adına yardım için diretmeye başladılar.”

“Pençşir Aslanı” olarak bilinen Mesud, Kabil yakınlarında Sovyetlere karşı direnişin kalelerinden biri olan bir vadiyi işgal etti. Uzun zamandır Afganistan’da ılımlı bir güç olarak resmedilen oğlu Ahmed de şu anda Taliban’a karşı ayak direyen birkaç savaş ağasından biri.

Mesud’a artan ilgi, 1983'de CIA’nın Afgan Görev Gücü şefi Gustav Avrakotos’un Londra’da SIS ile bir araya gelip teşkilatın “fiilen iflas ettiğini” fark etmesiyle ortaya çıkmış olabilir.

Kaynak eksikliğine rağmen Avrakotos, SIS’in faaliyetleri üzerinde CIA’den daha kısıtlamanın olduğuna ve Afganistan arazisinden ülkeye yönelik imparatorluk dönemi seferleri sayesinde, — özellikle de Pençşir Vadisi’nin askeri önemini — daha iyi anladığına inanıyordu.

Mesud’un grubu Cemiyet-i İslami, Fullerton’ın Peşaver’de çalışmaktan “en çok hazzettiği örgüttü”, ancak adamlarının bazı tehlikeli eğilimleri vardı. “Cemiyet-i İslami’nin duvarında büyük bir poster ve bir de mezarları vardı” diye anımsıyor:

“Mezarın yanında iki adet tabut vardı. Biri ABD bayrağına, diğeri Sovyet bayrağına sarılıydı. Ve ikisi için de ölüm... Yani bir yandan Batı’dan gelen silahları kabul edecekler, fakat diğer yandan da kendi dünya görüşlerini kendilerine dayatmaya çalışanlara gönül koyacaklardı.”

Fullertonü İslamabad’daki İngiliz büyükelçiliğine Afgan muhalefetindeki farklı cereyanlar hakkında bilgi sağladı. Gizliliği kaldırılan belgeler, Dışişleri Bakanlığı’nın, Mesud’un grubunu Fullerton Peşaver’e gelmeden önce bile “sağcı dinci fanatikler” olarak saydığını gösteriyor.

“Kızıl sömürgeciliği defetmek için”

Peşaver’de Fullerton’ın güvendiği birkaç sürgün vardı:

“Laik milliyetçi Afganlarla karşılaştım ve onlarla herkesten çok daha iyi geçinirdim ama pek bir şey ifade etmiyorlardı. Küçük gruplardı. Düşündüm de durumları oldukça umutsuzdu. Sahada fazla güçleri yoktu.”

Kabil’deki Sovyet destekli Demokratik Halk Partisi’ne inancını kaybeden sol görüşlü Afganlar da Fullerton’ın radarına girmişti, ancak Peştun dini gruplarından ve onların başlıca destekçileri olan Pakistan’ın Servisler Arası İstihbarat (ISI) Teşkilatı tarafından kendilerinden intikam alınması korkusuyla yaşamışlardı.

Fullerton, “Bence Amerikalılar yanlış insanları besliyorlardı zira aldıkları istihbarat kusurluydu” diye ifade etti:

“İstihbaratın taşeronluğunu Pakistan’ın ISI’sine verdiler. Pakistan’ın Afganistan’daki Peştun bölgelerini kontrol etmek, Kabil’de her kim varsa kendi adamları olmalarını sağlamak ve temelde dev bir güvenlik koridoru oluşturmak şeklinde ileriye dönük bir politikası vardı.”

Pakistan, eski rakibi Hindistan tarafından kuşatılmaktan korkuyordu ve Afganistan’ın kuzeybatı kanadında bir tampon bölge istiyordu.

Fullerton, “ISI, bu nimetin tamamını ya da bir kısmını kendi halkına vermekle ilgilendi ve halkı özünde İslamcıydı” diye ekledi.

Dışişleri Bakanlığı belgeleri, bir resmi notla Fullerton’ın değerlendirmesini destekliyor:

“Devlet Başkanı Ziya da dahil olmak üzere Pakistan hükümeti, daha kökten dinci ve genellikle daha aktif direniş gruplarını destekliyor. Bu, Devlet Başkanı Ziya’nın kendisinin de bir tür kökten dinci olması açısından anlaşılır.”

Bu siyasi dinamiğin bir neticesi olarak, Siklon Operasyonu’ndan en fazla CIA fonu alan kişi, “son derece katı görüşlü” Hizb-i İslami’nin lideri ve Fullerton’ın “kirli bir şahsiyet” olarak gördüğü Gülbeddin Hikmetyar’dı.

Fullerton, Peşaver’de bu gruba denk geldiğinde Hikmetyar, halihazırda Thatcher’a onun “hümanist duygularını” öven ve desteğini talep eden bir mektup yazmıştı.

Grup, Thatcher’a şunu söylemişti: “Hizb-i İslami Afganistan, kızıl sömürgeciliği Afganistan’dan defetmek için herhangi bir dost ülkeden koşulsuz olarak her türlü yardımı kabul etmeye hazır.”

Hikmetyar, 1986'da Downing Street’te Thatcher ile görüşmeye gitti.

1989'da Sovyetler nihayet Afganistan’dan çıkarıldığında Hikmetyar, rakip savaş ağaları arasında üstünlük kazanmak için savaştı; bu sırada güçleri, Kabil’in sivil bölgelerini ağır bir şekilde bombalamak ve kadınlara tecavüz etmekle suçlandı.

Hikmetyar zafer kazandı ve Taliban, 1996'da yönetimi ele aldığında, ülkeden kaçmadan evvel kısa bir süre Afganistan Başbakanı olarak görev yaptı. 11 Eylül’den sonra taraf değiştirdi, Taliban ve El Kaide’ye desteğini ilan etti ve sonraki 15 yılını, Afganistan’daki NATO kuvvetlerine saldırılar düzenlemekle geçirdi.

CIA’nın eski müşterisi terörist ilan edildi ve ABD tarafından insansız hava aracı saldırıyla hedef alındı [başarısız oldu].

Siklon Operasyonu’ndan bir başka muhteşem geri tepme vakası, 1980'lerde komünizmle mücadeleye yardım için Afganistan ve Pakistan’a gelen Arap mücahitleri içeriyordu.

Fullerton, “Peşaver’deki bir Afgan komutanın evine giderdim ve içeride kapılardan ve merdivenlerden yukarı fırlayan birilerini görürdüm” diye anımsıyor:

“Bunların Arap gönüllüler olduklarını daha sonra öğrenecektim. Sonra University Town’da yaşadığım sokağın köşesinde beyaz cübbeli ve sarıklı bir grup Arap gördüm — kim bilir belki de Usame bin Ladin’i görmüşümdür. University Town’da yaşıyordu.”

Fullerton, “Afganlar onları hor gördü” diye ekledi:

“Suudi parasını ve silahlarını kabul ettikleri için onlara katlanmak zorunda kaldılar. bu yüzden bu insanları almamız gerektiğini söylediler, ancak savaşta oldukça işe yaramaz olduklarını düşündüler.”

Arap dünyasını Sovyetlere karşı bir araya getirmek Afgan mücahitlere para kazandırdı ama Batı için büyük riskler taşıdı.

Fullerton, şöyle ifade etti:

“Amerikalılar, insanları komünizme karşı ayaklanmak için kışkırtan tüm bu kasetlerin ve kayıtların yapılması için para ödüyorlardı. Tüm bunlara ellerinizi sokmaya, saldırgan İslam’ın yeniden canlanmasını teşvik etmeye başlarsanız, bu eninde sonunda ellerinizi yakacaktır, böyle olmak durumunda.

Mısır’da, müritlerine Afganistan’da savaşmaları ve Sovyet şeytanlığına direnmeleri için yakaran çeşitli liderlerin tüm bu kasetlerini ve kayıtlarını dağıtıyorlardı. Peki bu nerede bitti? Kısa vadecilik söz konusuydu. Bunun uzun vadeli etkilerine bakmamız gerekiyordu, bu olmalıydı.”

1980'in nisan ayı gibi erken bir tarihte, Londra’daki Dışişleri Bakanlığı, gizli bir notta Batı’nın bakış açısından, “diğerlerinden daha fazla desteği hak eden belirgin bir [Afgan muhalefeti] taraf olmadığı” sonucuna varmıştı. “Kökten dinci grupların, Batı’ya Sovyetler Birliği’ne olduğundan daha fazla sempati duymalarının pek mümkün olmadığı” konusunda uyarı vardı.

Yine de Whitehall, Sufizm gibi İslami geleneğin daha az şiddet eğilimli akımlarıyla ittifak kurma fırsatlarını elinin tersiyle itti. 1980'in mayıs ayında bir İngiliz diplomat, isyancılar arasındaki aşiret kavgaları ve siyasi rekabetin üstesinden gelme maskadıyla Lahor’da, “Afganistan’daki mücahitlere tasavvuf literatürünü neşreden bir Kuran enstitüsü” ile bir araya geldi.

ABD’nin Pakistan Büyükelçiliği, bu çabalara ilgisiz görünüyordu ve İngiliz diplomat, “Tasavvuf, İslam’ın oldukça ezoterik bir kolu gibi görünüyor ve propagandasının, isyancı savaşçılar arasında çok başarılı olduğunu görmek zor. Daha yakından ilgilenmemizde bir fayda görmüyorum” yorumunu yaptı.

Paralı askerler

Mücahitleri destekleyenler sadece Batılı casuslar değildi. Fullerton, Pakistan’a yabancı paralı askerlerin gelişini anımsayarak, “Peşaver’de boyunlarında kameralarla dolaşan bu iri yapılı kaslı tipler vardı” yorumunu yaptı.

Fullerton, “Absürt görünüyorlardı ve beni yolda yırtık pırtık yün ceketimle görür görmez hepsi hemen kaçtı. Ben oradayken Pentagon, İngiliz paralı askerler kiralamıştı” diye devam etti: “Sanırım, Peşaver’de bir otelle anlaşan Ice Cargo adı altında işe alındılar. Otelin zemin katından takım elbiseli bir İngiliz tarafından yönlendiriliyorlardı.”

En azından bir şahide göre, saflarında Kraliyet Donanmasında görev yapmış bir SIS subayı vardı.

Fullerton, “Görevleri sınırı geçmek ve Pentagon için Sovyet Hind helikopterinin parça ve kısımlarını ve diğer teçhizat parçalarını toplamaya çalışmaktı” diye açıkladı: “CIA’nın alanına girmeye çalışıyorlardı, bu bürokrasi içi bir münakaşaydı.”

Bu girişimler, mücahitlerin Afgan kırsalında dolaşmasına yardımcı olsa da Fullerton, Sovyetlerin ülkenin tam kontrolünü istemediklerini hissetti: “Kırsalın kırsal bölge olduğunu ve onun kontrol edilemeyeceğini idrak ettiler. Bir tepeyi ya da vadiyi ele geçirmenin bir anlamı yok çünkü er ya da geç terk etmek zorunda kalacaksınız.”

Kızıl Ordu, bunun yerine “operasyonlarını büyük kentler arasında çevre yollarını açık tutmakla sınırladı. Ancak Sovyetler, özel kuvvetlerle kırsal alana çıkma ve pusu kurma ya da mücahit kılığına girmiş kontra çeteler kurarak, mücahit gruplarla temas kurma ve onları yok etme tekniklerinde gerçekten çok geç ustalaştı.”

Sovyet askeri taktikleri geliştikçe, paralı askerler de hırslandı. 1983'te, Fullerton’ın Afganistan günlerinin sonuna doğru, Stuart Bodman takma adını kullanan bir İngiliz, Sovyetlerin kurduğu bir pusuda öldürüldü.

Söylendiğine göre, Afganistan’da Sovyet birliklerinin hareketlerini tespit etmek için küçük çaplı bir dinleme istasyonu ağı kurmak üzere ABD istihbaratı tarafından tutulan, Londra merkezli bir paralı asker şirketi olan KMS Ltd’ye çalışıyordu.

KMS’in, Pakistan’ın, birliklerinin bir kısmı mücahitlerden oluşan özel kuvvetlerini eğitmek için Devlet Başkanı Ziya tarafından bahşedilen, Afganistan’la alakalı başka bir sözleşmesi daha olduğu söyleniyor.

Plan başlangıç aşamasında, KMS’in birliklerin kabiliyetlerini test etmek için Afgan sınırına götürdüğü sırada zorlukla karşılaştı ve ağır zayiat verdiren seçkin Sovyet Spetsnaz savaşçılarıyla karşı karşıya geldiler.

KMS Direktörü David Walker’ın, Pakistan’daki eğitim kampını geliştirme konusunda ABD istihbaratı ile temas kurduğuna ve “sistem, eğitmenlerin Afgan öğrencilere yaklaşmalarına, operasyonel koşullar ve gereksinimler hakkında iyi bir fikir edinmelerine ve çok önemli olan bu yakın ilişkiyi kurmalarına izin vermiyor” şikayetinde bulunduğuna inanılıyor.

Sonuç olarak Walker, Afganistan’da mücahitleri eğitecek üç veya dört KMS eğitmeni bulmak için CIA’den yıllık 160 bin pound istedi. Walker, “Eğitmenler, gayrinizami harp becerileri konusunda geniş bir tecrübe tabanına sahip olacak, fakat başlangıçta iki ana beceriyi öğretmeyi bekleyecekler: a) yıkım ve sabotaj, b) paramedikal yardım” diye yazdı.

Bu arada, İngiliz ordusunun eski bir yüzbaşısı olan Anthony Knowles, 1985'in mayıs ayında ABD’nin Londra Büyükelçiliğine müracaat etti ve KMS’e, Afganistan içindeki yıkım teknikleri konusunda Afgan mücahitleri eğitmesi için benzer bir teklifte bulundu.

Knowles, 2016 yılında vergi kaçakçılığı nedeniyle hapse atılmıştı. Metropolitan polisi şu anda Sri Lanka’daki vahşi iç savaşta ülkenin ordusunu destekleyen KMS’in savaş suçu işlediği iddialarını araştırıyor.

“Mümkün olduğunca gizli”

Whitehall’un Soğuk Savaş’ta Afganistan’daki paralı asker operasyonlarına verdiği desteğin boyutunu tespit etmek zor. 1980'in ekim ayına gelindiğinde, Dışişleri Bakanlığı’ndaki hakim görüş, “Afgan isyancılara herhangi bir askeri yardımın mümkün olduğunca gizli bir şekilde sağlanması gerektiği” yönündeydi ve bu da süreci açıktan ilerletmek isteyen sağcı vekilleri hayal kırıklığına uğrattı.

Harp dönemi liderinin torunu, milletvekili Winston Churchill, Carrington’a yazdığı bir mektupta şunları söyledi:

“Batılı ulusların Üçüncü Dünya’nın Sovyetler Birliği ve onların vekilleri tarafından ele geçirilmesini görmek istemediklerini varsayarsak… Sovyet boyunduruğuna karşı direnenlere, bu direnişi sürdürmeleri için gereken araçları tedarik etmek bizim borcumuz.

Ordu fazlasına ve eskimiş teçhizata ilave olarak, çaresizce aradıkları yeni teçhizatın belirli bir parçası var gibi görünüyor, yani taşınabilir karadan havaya füze. Ben olsam, bu ülkede üretilen Blowpipe’ın ideal olacağını düşünürdüm.

Ufak bir uzman eğitmen ekiple birlikte sadece 100 füzeyi hazır hale getirsek bile… Tabii eğer Majestelerinin hükümeti doğrudan işin içinde görünmeyi arzu etmiyorsa, Umman ya da Körfez Ülkelerinden biri gibi münasip aracıların bulunabileceğinden şüphem yok.”

SAS gazisi Ken Connor, Ghost Force adlı kitabında, bu türden bir örtülü desteğin Mesud’un örgütünün mensuplarının bir kış mevsiminde iki İngiliz özel kuvvet gazisi tarafından Pençşir vadisinden çıkarılmaları ve Ortadoğu’da eğitilmeleriyle sağlandığını iddia etti.

Ayrıca grup; operasyonel planlama, agresif taktikler, patlayıcı, havan ve top kullanımı hakkında talimatlar içeren atış talimleri için Birleşik Krallık’ın kırsal bölgelerine misafir oldu. Hatta mücahitlerin, pilotların canlı hedefleri bulmada karşılaştığı zorlukları değerlendirmeye almak ve Sovyet savaş gemilerine olan korkularını alt etmek için helikopter uçuşlarına götürüldüğü bile söylendi.

Bu eğitimler devamında; hava üslerine gizli giriş, maden geçitleri, muharebe uçaklarının çapraz ateşle yok edilebilecekleri dar vadilere çekilmesi ve zırhlı araç konvoylarının pusuya düşürülmesi konularında rehberliği de kapsadı.

Connor, CIA’nın da bu tür taktikler hakkında MI6 ve SAS’tan tavsiye istediğini ve İngilizlerin planı hazır etmesinden sonraki bir ay içinde mücahitlerin Afganistan sahasında yaklaşık iki düzine Sovyet MiG savaş uçağını düşürmeyi başardığını iddia ediyor.

BBC muhabiri Mark Urban gibi istihbarat camiasına yakın diğer kaynaklar, CIA ve SIS’in 1985–86 yılları arasında Belfast’taki bir fabrikadan Afganistan’a 300 adet Blowpipe karadan havaya füze gönderdiğini bildirdi.

“Mücrimliğin had safhası”

Nihayetinde bu çabalar, Sovyet işgalinin yenilgisiyle sonuçlandı, fakat kalıcı bir barış inşa etmenin çok daha zor olduğunu da ispatladı.

Mayıs ayında İskoçya’daki evinden telefonla konuştuğumuz Fullerton, Declassified’a o sırada ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi konusunda “çok karışık duygular” içinde olduğunu söyledi.

Öngörülü bir şekilde, “Amerikalılar savaşı kaybetti ve durumun olduğundan daha iyi görünmesi için makyaja başvurmayı deniyorlar. Öte yandan, bu yaptıkları şekilde kazanabilme ihtimalleri olduğunu düşünmüyorum. Kabil’deki hükümetin, Afgan halkı veya toprakları üzerinde gerçek anlamda bir kontrolü yok” dedi.

“Ve İngilizlerin neden buna sürüklenmek istediklerini anlamıyorum” diye ekleyen Fullerton, “Stratejik menfaat nedir? Böyle yerlere sürüklenmekle ulusal menfaate nasıl hizmet edilir? Birleşik Krallık’ın ulusal menfaatlerinin neler olduğunu bildiğini sanmıyorum” ifadelerini kullandı.

Fullerton, Kraliyet Donanmasının yeni uçak gemilerinden birini Güney Çin Denizi’ne devriye için gönderme kararını şiddetle eleştirerek, şu yorumu yaptı:

“Amerika’nın ulusal menfaatlerinin neler olduğunu ve onların kılavuzluğuna uymamız gerektiğini biliyor gibiyiz. Ancak Birleşik Krallık nüfusunun asıl menfaatine olan şey — sosyal konut, toprak reformu ve tüm hepsi açısından— başka. Bunlar Tayvan Boğazı’na bir uçak gemisini vurucu güç olarak göndermekle çözülmez.”

Şu anda İskoçya’nın bağımsızlığını destekleyen Fullerton, şunları söyledi:

“Bence Irak işgali, ilgilendiğim kadarıyla İngiliz devleti için son ihtilaftı. Londra’da Reuters’tan olayın gelişimini izlerken bunu yapacaklarına inanamadım.

Açıkça, bilinçli olarak parlamentoya yalan söyleyecek, sonra istihbaratı politikaya bu denli bariz bir şekilde uyduracak ve apaçık pek çok insanın hayatını sona erdirecek bir savaşa girecek bir başbakanımız olduğuna inanmıyordum. Bunu yapacağı belliydi.

Bu bana esasında mücrimliğin had safhası gibi geldi. O an sadece hayrete düşürdü. Ve birçok insan gibi [savaş karşıtı] yürüyüşe çıktık ama elbette manasızdı. Sokaklardaki üç milyon insanı en ufak bile umursamadılar. Niye umursamaları gereksin? Bundan çok daha önce hayal kırıklığına uğramaya başlamıştım ama Irak’ın bardağı taşıran son damla olduğunu düşünüyorum.”