Lübnan’dan yayın yapan el-Meyadin televizyonu, Ali Favaz imzasıyla yayımladığı makalede Hizbullah’ın Aksa Tufanı sonrasında dayattığı denklemi ve İsrail rejiminin seçeneksizliğini ele aldı.
7 Ekim'den bu yana İsrail için artık iyi bir seçenek yok. İsrail rejimi artık kötü ile daha kötüsü arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.
İsrail, savaşın başladığı günden itibaren kuzey cephesi üzerinden Lübnan tuzağına düşürüldü.
Hizbullah'ın işgal altındaki Filistin'in kuzeyinde dayattığı çıkmaz artık sadece bugününü ilgilendirmiyor, etkileri geleceğine de uzanıyor ve bu etkiler Gazze Şeridi'ndeki ‘Aksa Tufanı’nın sonuçlarıyla bütünleşiyor.
Bu gerçeği dile getirebilecek olanlar ise bizzat yerleşimciler, eski askeri komutanlar ve güvenlik uzmanlarıdır.
Hizbullah'la mevcut çıkmazdan çıkmak, ona göre daha kötü bir duruma yol açabilir. İsrail savaş yönetiminin kuzey cephesine ilişkin masasına koyduğu temel soru, karmaşık bir sorundan kaynaklanıyor:
Bugün var olan ve zaman içinde maliyeti giderek artan kötü seçenek çerçevesinde sınırlı mı kalacak? Faizi biriken krediler mi kullanacak yoksa Lübnan'a karşı savaşı genişletecek mi? İnisiyatif alıp bünyesinin kaldıramayacağı sonuçlara mı katlanacak?
Hedef başarıyla tamamlandı
Siyonist rejimin kurucu babası David Ben-Gurion, İsrail'in güvenlik doktrininin dayandığı üç ilkeyi belirledi: caydırıcılık, uyarı ve kararlılık.
Daha sonra ortamındaki stratejik değişikliklerin arka planına dördüncü bir ilke eklendi: savunma.
Bu doktrin, Aksa Tufanı'nın ilk günlerinde İsrail'in dengesini kaybetmesine neden olacak bir darbe aldı.
Muazzam ateş gücüne rağmen, Gazze'deki katliamın benzerini Beyrut'a taşıma tehditlerine ve Lübnan'a karşı savaşın yakın olduğuna dair defalarca gözdağı vermesine rağmen, sınırda yaşanan günlük çatışmaların kayıtları artık, İsrail'in gerçekte bunları yapabilme gücü olduğunu net bir yalanlıyor.
Güvenlik doktrininin ilk üç ilkesi Hizbullah'ı, destek cephesini seferber etmekten caydıramadı ve defalarca yapılan uyarılar, Lübnan direnişini geri çekilmeye zorlayacak bir sonuç vermedi.
Şimdiye kadar ‘İsrail’, Temmuz Savaşı'nın üzerinden 17 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, bunu başarabileceğine dair şüpheler varken bu sorunu çözemedi.
Dördüncü doktrin olan savunmaya gelince, bu doktrinin askeri performansı ışığında şu ana kadarki etkinliğinin boyutunu tartışmak gerekiyor. Ancak ‘İsrail’in kuzey cephesinde dördüncü blokta konumlandığını söylemek yeterli.
Onun tüm askeri girişimleri ve tehditleri artık ilk üç ilkenin yeniden iyileştirilmesine fayda sağlamamaktadır.
Geçen ayın sonlarında, ‘Israel Hayom’ gazetesinin askeri işler analisti Yoav Limor, İsrail Başbakanı, Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı'nın tehditlerinin Seyyid Hasan Nasrallah'ı ve Tahran’daki destekçilerini olumsuz etkilemediğini ve daha az rahatsız ettiğini söyleyerek yorum yaptı.
Limor, sonunda Rıdvan güçlerinin sınırdan kalıcı olarak çıkarılmasına izin veren bir diplomatik plana ulaşılsa bile, Hizbullah'ın, tıpkı İkinci Lübnan savaşını sona erdiren 1701 sayılı Güvenlik Konseyi Kararına saygı göstermediği gibi, buna da saygı duymayacağını düşünüyor.
Limor'a göre en önemlisi, caydırıcılığa verilen zararın İsrail'in gelecekteki güvenliği üzerinde geniş kapsamlı etkileri olacaktır ve bu caydırıcılık hızlı bir rehabilitasyon gerektirir ve bu da yalnızca tek bir yolla elde edilebilir: kararlılıkla.
Sınırdaki Margaliot yerleşim bölge başkanı Eitan Davidi'nin ifadesiyle siyasi bir çözüm yoluyla kuzeyde yaşayanların sakinleşeceğine ve halkın geri döneceğine inanan varsa bunun gerçekleşmeyeceğini net bir şekilde ifade edelim. "Bu senaryodan çıkın. Bu olmayacak. Biz Lübnan'ın içinde bir emniyet şeridi istiyoruz. Şu anda olan şu ki, emniyet şeridi İsrail'in içinde ve bu en tehlikeli şey. Bundan sonra da kalkmış bize şunu söylüyorlar:" Hizbullah savaş istemiyor. Savaşa gerek kalmadı amaca ulaşıldı.”
Geçmişte görülmeyen gerçeklik
İsrail'in güvenlik doktrininin aşınmasıyla ilgili daha önce bahsedilenler tamamen yeni değil. Yeni olan, Aksa Tufanı sonrası Hizbullah'ın savaşa katılması, Hizbullah Genel sekreterinin ifadesiyle, saldırganlık duruncaya kadar düşmana yenilgi tattırıp onu zayıf düşürmek içindir.
Bu katılım, sınırın her iki ucundaki denklemleri, felsefi ifadeyle, zorla varoluş alanından, eylem yoluyla varoluş alanına getirmiştir. Popüler ifadeyle: Karlar eridi ve çayırlar göründü.
Bir aydan fazla bir süre önce Amos Harel, Haaretz'de İsrail'in bu aşamada Hizbullah'a karşı taktiksel başarı olarak gördüğü şeyleri stratejik bir sonuca dönüştüremeyeceğini belirtmişti.
Aksine yazar, Hizbullah'ın günlük saldırılarını sürdürmekte ısrar ettiğini ve ödediği bedele razı olduğunu açıklıyor.
Hizbullah, savaşa dahil olmanın bedelini sınır köylerinin bombalanma sonucu yıkıma maruz kalmasının yanı sıra, şüphesiz askeri ve altyapısıyla da bedel ödüyor; ancak bu bedeller şimdiye kadar elde ettiği başarılarla ve cephenin kuzeyinde oluşturduğu gerçeklikle kıyaslanamaz.
İbrani kanalı ‘Kan’ın askeri işler analisti Roi Şaron'un, İsrail gerçeğini; tarihi boyunca böyle bir duruma hiç düşmemiş olan ‘İsrail Devleti’ için bir utanç haline geldiğini söyleyerek özetledi.
Eski Donanma Komutanı Eliezer Marom Cheney de “Bu daha önce görülmemiş bir şey” diye belirtiyor.
Gerilimin seviyesini Hizbullah belirliyor
Bir haftadan fazla bir süre önce, İsrail'de yeni kurulan ‘Ön Cephe Forumu’ olarak adlandırılan oluşumun başkanı ve Bölge Konseyi'nin (Mate Aşer) başkanı Moşe Davidoviç, sahneyi kendi tarzında özetledi.
Şöyle diyor: "Biz Nasrallah'ın ülkesinde yaşıyoruz, Hizbullah'ın memleketinde. Kuzeyde tempoyu belirleyen Hizbullah'tır. Her zaman tanksavar füzeleri alıyoruz. Nasıl karşılık vereceğiz? Bu içinde yetişip büyüdüğüm ve gurur duyduğum İsrail değil."
Yukarıdakiler uydurma bir saçmalık veya retorik abartı değildir. Yukarıdakilerin tümü, Siyonist varlığın bugün duman, bombalama ve ateş örtüsü altında arkasında saklandığı stratejik çıkmazın bazı yönlerini vurgulamaktadır.
Toprak, tanımı gereği, herhangi bir ülkenin temel bir bileşenidir. Siyonizm’in ileri bakış açısına göre toprak, işgalci ve yerleşimci olması nedeniyle iki kat önem kazanıyor.
“Topraksız bir halk için halksız bir toprak”, İsrail liderlerinin, İsrail egemenliği altına giren ve ‘devlet’in parçası olan her Filistin bölgesinde koruması gereken temel ifadelerden biridir.
Bunun şartı ise güvenliğin sağlanmasıdır. ‘İsrail’de tebaa ile ‘devlet’ arasındaki bu sosyal sözleşme, yasa gücünün ötesine geçerek yerleşimlerin ve yerleşimcilerin varlığının temel ve vazgeçilmez bir koşulu olarak hizmet eder. Yani devletin varlığı için.
Birkaç satırdan oluşan kısa bir hikaye, sınırın diğer ucundaki çıkmazın derinliklerine yukarıdan geçmeyi sağlar ve daha sonraki veriler için bir zemin oluşturur.
Geçtiğimiz ay içerisinde kuzeydeki henüz boşaltılmamış bazı yerleşim birimleri, sakinlerinin tahliye edilmesi ve savaşın başlangıcından bu yana uğradıkları zararın tazmin edilmesi için İsrail Yüksek Mahkemesi'ne dilekçe vermişti.
Dilekçe veren yerleşim yerleri, hükümetin Lübnan sınırına 0-5 km mesafedeki yerleşim yerlerinde yaşayan ‘sakinleri’ tahliye etmeye yönelik eylem planına dayanarak Güvenlik Bakanı'nın bunları tahliye etmesine izin veren bir liste zaten verilmiş ve uygulamaya alınmıştı.
Dilekçede, 12 yerleşim komitesi: 7 Ekim felaketinden bu yana, kurumsal güvenlik başarısızlığının birçok alanda hükümetin başarısızlığı haline geldiğini ve hükümetin çalışmasındaki temel başarısızlığın, sadece kuzey cephede yaşayanların meselelerini ele almak olduğu iddia ediliyor.
Savaşın başlangıcından bu yana, doğrudan güvenlik tehdidine maruz kaldıkları için evlerinde kendilerini güvende hissetmediklerini iddia ederek, tahliyeye hak kazanabilmek için hukuk ve medya mücadelesi veriyorlar.
Kısa bir süre önce, bu ayın ortasında İsrail yetkililerinin dilekçedeki iddialara yanıt vermesi ve tahliye kararının ertelenmesini istemesi, dilekçe sahipleri arasında yaygın bir öfkeye yol açtı.
Afdun yerleşim birimi başkanı şu yorumu yaptı: “Sahadaki durum ve içinde bulunduğumuz tehlike konusunda hiçbir farkındalık yok.”
Psikolojik açıdan tedirgin edici bir durum
Aşağıdaki atasözü her ne kadar kafa karıştırıcı hale gelse de ideal bir açıklamaya yaklaşmak için atasözleri bazen vazgeçilmezdir.
Pratikte Hizbullah, ‘İsrail’i, hükümetini, ordusunu ve ‘halkını’ çekiç ile örs' arasına yerleştirdi.
Bunun kanıtı yalnızca genişletilmiş bir savaştan kaçınma ile onu başlatma zorunluluğu arasındaki salınım için geçerli değil, aynı zamanda kuzey yerleşim yerlerinin ‘sakinlerinin’ bir bütün olarak memnuniyet kriterini de içeriyor.
Hayal kırıklığı, şikayet ve memnuniyetsizlik, yukarıda da bahsettiğimiz gibi artık sadece tahliye için dilekçe verenleri ilgilendirmiyor, aynı zamanda tahliye edilenleri de kapsıyor.
Geri dönüşlerine dair belirsizlik ve herhangi bir ufuk olmamasının yanı sıra işlerine, evlerine ve ruh sağlıklarına verilen zararın da etkisiyle çaresizlik yaşıyorlar.
Geçen ay Kiryat Şimona ve çevresinde yaşayan 2 bin 500 kişinin katıldığı kamuoyu yoklamasında 10 kişiden 4'ünün oraya dönmeyi düşünmediği ortaya çıktı.
Kefer Giladi yerleşimindeki hazırlık ekibinden Nisan Zeevi'nin değerlendirmesine göre, ayrılmaya karar verenler maddi durumu iyi olan kişiler, yani geri dönecek olanların bir kısmı imkansızlıktan dolayı başka bir seçeneğin olmamasıdır.
Kuzeydeki yerleşimcilerin yaşadığı psikolojik krizlerin ve ahlaki sıkıntıların gerçekliği, İbrani medyası aracılığıyla dolaşan hakikatlerdir.
İsrail ordusunun eski albayı Kobi Merom, 3 haftadan uzun bir süre önce Kanal 13'e ‘İsrail’in kuzeyde açık bir stratejik ikilem içinde olduğunu ve Hizbullah'ın Hamas'tan çok çok daha büyük bir tehdit olduğunu söylemişti.
Merom'un söylemediğini, kuzeydeki yerleşim yerlerinin çok sayıda sakini şunu söylüyor: Bu korku, mevcut savaşların durması halinde herhangi bir zamanda başlayacak olan Lübnan 7 Ekimi korkusudur.
Geçtiğimiz 22 Ocak'ta Yediot Ahronot gazetesi tarafından yayımlanan bir araştırma, Celil'den tahliye edilenlerin yaklaşık yarısının travma sonrası stres semptomlarından muzdarip olduğunu gösterdi.
Araştırma, Lübnan'la cephe hattında yaşayanların büyük çoğunluğunun, ancak Hizbullah üyelerinin sınırdan çıkarılması ve İsrail yerleşim yerlerinin karşısında 20 yıldır inşa ettikleri alt yapısının yıkılması durumunda kendilerini güvende hissederek evlerine döneceklerine inandıklarını gösterdi.
Araştırmaya göre, boşaltılan yerleşim yerlerinde yaşayanların yaklaşık yüzde 40'ı, Hizbullah tehdidinden korktuğu için savaş bittiğinde mevcut durumda evlerine dönmeyi düşünmediklerini belirtti.
Ayrıca çalışma, Doğu Celile sakinleri için hem psikolojik hem de ekonomik açıdan rahatsız edici bir durum tablosu ortaya koydu. Elde edilen bulguları, hem zihinsel hem de duygusal olarak mevcut durumlarının kasvetli bir resmini çizdi.
Hizbullah'ın geçen 7 Ekim'den sonra Doğu el-Celil sakinlerine dayattığı gerçeklikten kaynaklanan psikolojik zorluk belirtileri, Siyonist rejimin geri kalan sakinlerinin durumlarından daha kötü olduğunu gösteriyor.
El Meyadin’den çeviren: YDH