Düşünsel çok kutupluluk: Batı merkezli bakışa reddiye

img
Düşünsel çok kutupluluk: Batı merkezli bakışa reddiye YDH

El-meyadin'deki Alexander Tuboltsev imzalı makale, Küresel Güney'in tarihi ve entelektüel mirasını kucaklıyor, Batı merkezli bakışı reddediyor ve küresel bilginin çeşitliliğindeki birliği vurguluyor.




YDH- Beyrut'tan yayın yapan el-Meyadin'deki araştırmacı Alexander Tuboltsev tarafından yazılmış makale, Amerikan hegemonyasının gerilemesini ve çok kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkışını tartışıyor, Batı merkezli anlatıya meydan okuyarak bilimsel bilgide jeopolitik-entelektüel birlik çağrısında bulunuyor. 

Ortaçağ'ın ünlü düşünürü Thomas à Kempis 15. yüzyılın ilk yarısında şöyle yazmıştır: ''Ne de çabuk geçer dünyanın görkemi'' Tarihsel gelişimin özünü yansıtan çok doğru bir ifade bu. Erken imparatorlukların ihtişamı ve gelişmesi çarpıcıydı ancak aynı zamanda yok olmaya da yazgılıydılar.

Bazı devletlerin yerine başkaları ortaya çıktı, sınırlar sürekli değişti ve yeni kültürler ve diller ortaya çıktı. İnsan toplumunun bazı fenomenleri seyir etti ve onların yerine başkaları ortaya çıktı. 

Değişimin hızı çarpıcıydı. Şimdi jeopolitik alanda da aynı hızlı değişimlere tanık oluyoruz. 

Amerikan hegemonyasının zamanı geçiyor ve geleceğin çok kutuplu dünyası için yeni bir düzen doğuyor. Önümüzdeki on yılın dünya ekonomisi, siyaseti ve devletlerarası etkileşim alanında gerçekten devrim niteliğinde değişiklikler getireceği varsayılabilir.

Ancak bazı şeyler önceki zamanlardaki gibi kalacaktır. Batılı kurulu düzenin Batılı olmayan tüm ülkelere ve halklara yönelik kibirli, ikiyüzlü ve mağrur bakış açısı sabit kalacaktır. Bu bakış, Avrupa-Atlantikçi tek kutuplu bir diktatörlük inşa etme fikrinin temelini oluşturan Batı merkezli dünya düzenidir. 

İlk Avrupa sömürge imparatorluklarından bu yana Batı, Batılı olmayan kültürlerin sözde “ilkelliği” ve “geri kalmışlığı” hakkında yanlış bir anlatı yaydı. Bu önyargılı değerlendirme Afrika, Asya, Karayipler, Okyanusya ve Güney Amerika bölgeleri ve halklarıyla ilgiliydi.

Sömürgeci tarih yazımı ulusları “medeni” ve “gayri medeni” olarak ikiye ayırdı, barbarca olguları (sömürgelerde köle emeği kullanımı ve yerli halklara saldırılar gibi) sözde bilimsel tanımlarla meşrulaştırmaya çalışdı. 

Sömürgeciler, Küresel Güney'in Yerli halklarının kendi bilimlerine, yaşam biçimlerine ve gelişmiş sosyal yapılarına sahip olduklarını kabul etmediler. Bunun yerine, Batı'nın tüm evrenin merkezi olduğuna inandılar.

Ancak gerçek şu ki dünyamız her zaman birçok farklı kültüre ve onların merkezlerine sahip olmuştur ve bu tarihsel eğilim çok kutupluluk fikrine de yansımıştır.

Derin antik çağlara dönecek olursak, orada tüm insanlık tarihine muazzam katkılarda bulunmuş bir dizi bağımsız kültür bulacağız; örneğin, Antik Yunan, Antik Hindistan, Antik Çin, vb.

Tarihin büyük tuvalinde farklı medeniyetlerden oluşan bir kaleydoskop gördüğümüzde, dünya tarihinin özünün, ana motorunun Batılılık olmadığını anlarız.

Tuvalde, insanlığın çok çeşitli halkların yaratıcı faaliyetleri sayesinde karmaşık renkler var ve Doğu'nun tuvale katkısı gerçekten büyük.

Dünya tarihi ve bilimine yönelik Batı merkezli bakış açısı, Avrupa'daki Rönesans gibi iyi bilinen bir örnekle çürütülebilir.

Bu dönem bize büyük bilim adamları ve düşünürlerin (Leonardo da Vinci, Tommaso Campanella, Giordano Bruno, vb.) isimlerini, ünlü sanatçıların (Titian, Raphael Santi, Giovanni Bellini, El Greco, vb.) olağanüstü bir kültürel mirasını bıraktı. 

Rönesans, Avrupa Ortaçağı'nın entelektüel elitinin Antik Çağ'a döndüğü ve Antik Yunan ve Antik Roma mirasından ilham almaya başladığı bir dönüm noktası oldu. 

Rönesans döneminde bilim ve kültürün gelişimini büyük ölçüde etkileyen temel Antik Çağ olmuştur. Ancak pek çok kişi, Antik Çağ fikirlerinin yaratıcı bir şekilde yeniden düşünülmesinin ve geliştirilmesinin ilk olarak Orta Doğu'da başladığını unutmaktadır. Ve bu, Avrupa'daki Rönesans'tan çok önce gerçekleşmiştir.

Daha 8. yüzyılda, Abbasi hanedanlığı döneminde, Ortadoğulu araştırmacılar ve akademisyenler eski Yunan eserlerini özenle ve aktif bir şekilde analiz ediyorlardı. Sonunda Arap felsefesinin altın çağının başlamasına yol açan yeni ve özgün bir düşünce sistemi inşa ediyorlardı.

Arapça konuşan filozoflar, Platon, Aristoteles, Hipokrat ve Plotinus gibi antik çağın en büyük düşünürlerinin mirasını korudu ve genişletti. Ortaçağın Arap ve Fars bilginleri tıp, mantık, astronomi, kimya ve tarih üzerine dünya biliminin gelişimine paha biçilmez katkılarda bulunan çok sayıda eser yaratmıştır. 

İbn Sina, İbn Rüşd, Farabi ve Gazali'nin felsefi mirası, Batılılar da dahil olmak üzere birçok düşünür üzerinde büyük bir etkiye sahip olmuştur. Kitapları Avrupa dillerine çevrilmiş ve birçok Rönesans bilgini araştırmaları sırasında onlardan ilham ve fikir almıştır.

Ortaçağ Orta Doğu bilimi birçok durumda bize farklı halklar ve kültürler arasındaki etkileşimin harika örneklerini gösterir. Örneğin, 8. yüzyılda İbn Bahtişu (Hıristiyan ve ünlü bir ortaçağ tıp araştırmacısı) Bağdat'taki Abbasi halifelerinin sarayında başhekim olmuştur. Farklı inançlardan (Müslümanlar ve Hıristiyanlar) bilim adamları sıklıkla birlikte çalışarak bilim alanında önemli başarılar elde etmişlerdir.

Arap felsefesinin altın çağının yaratıcı ve bilimsel mirası, Avrupa'da Rönesans döneminde bilim adamlarının fikirlerini etkilemiştir. Bu örnek, insan zihninin en büyük başarılarının farklı entelektüel merkezlerin karmaşık ve karşılıklı etkilerinden oluştuğunu göstermektedir. 

Batı merkezli dünya tarihi görüşü yanlıştır. Antik çağlardan beri dünya entelektüel açıdan çok kutuplu olmuştur. Bu durum, diğer bölgelerdeki felsefi akımlardan da etkilenen antik felsefe tarafından da doğrulanmaktadır (örneğin Pisagor bilgisinin bir kısmını Mısır'da almış, Hint felsefesi ise Pyrrho'yu ve onun şüphecilik akımını etkilemiştir).

Aynı bilgi dünyanın farklı bölgelerinde yaratıcı bir şekilde işlendi, çoğaltıldı ve geliştirildi. Sonuç olarak, tek bir kaynağa sahip özgün bilimsel yönelim ve sistemler ortaya çıktı. Aynı zamanda, bu bilimsel yönelimlerin her biri benzersiz ve diğerlerinden farklı kaldı.

Bu olgu, bir kimyasal elementin birbirinden büyük ölçüde farklı olabilen birkaç farklı allotropik modifikasyona sahip olduğu (karbonun allotropları olan grafit ve elmas gibi) kimyadaki allotropi ile karşılaştırılabilir.

Bir tür entelektüel allotropi hayal edilebilir: bilginin genel özü tektir, ancak birçok sistem ve yön vardır ve bunların hepsi gezegenin farklı bölgelerinde ortaya çıkar ve benzersizlikleriyle ayırt edilirler. Bu fikir bilimsel bilginin birliği kavramını yansıtmaktadır.

Dünya düşüncesinin çeşitliliği bize çok kutuplu modelin sadece jeopolitik alanda değil, aynı zamanda entelektüel alanda da gerekli olduğunu söylüyor. 

Kültürlerarası bağlantıları ve karşılıklı etkileri keşfetmek için farklı halkların ve medeniyetlerin bilim tarihini incelemek gerekiyor. Tarihsel süreçlerin bilinmesi, farklı kültürler arasında işbirliği ve karşılıklı anlayışı daha iyi geliştirmemizi sağlayacaktır.

Küresel Güney'in tarihi ve entelektüel mirası varken Batı merkezli önyargılı bir tutum reddedilmeli. 

Çeviri: YDH