Çin, Gazze savaşını neresinde?

img
Çin, Gazze savaşını neresinde? YDH

Çin, Gazze’deki savaşın en yoğun döneminde sessiz kalarak uluslararası arenada etkili bir güç olarak kendini gösteremiyor. İsrail ve Filistin arasındaki çatışmalarda arabulucu rolünü üstlenmek yerine, daha çok içe dönük ve stratejisiz bir politika izleyen Çin, küresel rekabet alanında ABD karşısında geride kalıyor.




YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Muhammed Fazlullah, dünya devi Çin’in Gazze’deki savaşın en yoğun döneminde sessiz kalarak uluslararası arenada kendini gösteremediğini ve arabulucu rolünü üstlenmek yerine, stratejisiz bir politika izlediğine dikkat çekiyor.

Bu, ahlaki değil, siyasi bir sorudur: Kendini dünyanın en büyük ekonomisi olmanın eşiğinde gören bir ülke, nasıl oluyor da İsrail'in Gazze'ye yönelik savaşının en şiddetli aşamasına girişinden neredeyse bir yıl sonra bile bu çatışmada referans alınacak bir aktör haline gelemiyor? Kimse bu ‘yükselen’ gücün tavrını sorgulamıyor.

Mısır'a yönelik üçlü saldırı, bir süper gücün sonunu ve bir diğerinin doğuşunu ilan etmek için bir fırsat olmuştu. Benzer şekilde, Gazze'ye yönelik savaş da Çin'in küresel bir otorite olarak yükseldiğini göstermek için bir platform olabilirdi. Fakat Çin, böyle bir girişim yapmak yerine Hamas ve el-Fetih arasında bir uzlaşma sağlamaya çalıştı.

Peki Çin'in bu konudaki vizyonu nedir? Böyle bir uzlaşmadan ne elde etmek istiyor? Suudi-İran uzlaşmasında ne amaçladı ya da ne kazandı?

Suudi Arabistan şu anda bilhassa İsrail adına çeşitli internet siteleri ve sosyal medya ‘aktörlerini’ finanse ederek direnişe karşı şiddetli bir medya savaşı yürütüyor. Yani, krallık bu savaşta tarafsız değil.

Bu bağlamda Çin'in bölgedeki hamlesi de önemli bir başarıdır. Ancak bu, Çin'in ABD karşıtı güçler gibi kültürel ve teorik araştırma eksikliğini gözler önüne seriyor.

Çin'in diplomatik çabaları genelde barış, refah ve devletler arası karşılıklı saygı gibi genel ilkelere dayanıyor; tıpkı eski İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi'nin ortaya koyduğu Medeniyetler Diyaloğu teşebbüsünde olduğu gibi.

Ekonomi alanında, Çin’in Latin Amerika’daki yatırımlarının altyapıdan yeni teknolojik alanlara (alternatif enerji ve elektrikli araçlar gibi) kayması gibi yarı stratejik hamleleri bulunuyor. Fakat bu, tam anlamıyla bir strateji değil, yine de hiç strateji olmamasından daha iyi işliyor.

Bunu 1960’larda Kaliforniya'da yaşanan ve sonunda Silikon Vadisi Yeni Ekonomik Modeli’ni ortaya çıkaran kültürel-teknolojik-politik dinamiklerle kıyaslayın; bu yeni model, önceki ekonomik yaklaşımlardan çok daha emperyalisttir.

ChatGPT gibi yapay zekâların yükselmesinden önce bile Çin ve ABD arasında yapay zekâ alanında çetin bir rekabet vardı. Ancak Çin, üretken yapay zekâ alanında öncü olamadı ve bu alandaki rekabet nihayet sadece Amerikan şirketleriyle sınırlı kalmaya başladı.

Bu durum, Çin’in artık bu teknolojinin geleceğinde ciddi bir rakip olmadığını gösteriyor. Ancak bu, Çin’in tamamen rekabet dışı olduğu anlamına gelmez. Eğer Çin ilk üretken yapay zekâyı ortaya koymuş olsaydı, Amerikan medyası muhtemelen bu teknolojinin tehlikelerine dair eleştirilerle dolup taşacaktı.

ABD, bu alandaki kontrolü elinde tutmazsa, yapay zekâ fikrini insanlık için bir tehdit olarak tanımlamaya hazırdı.

ABD'de sosyal medyanın şeytanlaştırılması, TikTok’un hızlı yükselişinden sonra zirveye ulaştı. Washington, sosyal medya alanında artık tek başına olmadığını anladığında bu platformları en yakın müttefiklerinde bile yasaklama noktasına geldi. Fakat, eğer Çin'in kültürel alandaki dinamizmi yeterince güçlü olsaydı, bu durumu aşabilirdi.

Siyasi teori gizli olamaz; ‘gizli teori’ diye bir şey yoktur. Teori, kurumsal ve epistemolojik tartışmaların, hizalanmaların ve kutuplaşmaların birikimidir.

Beşerî bilimlerde bile, ABD'de tez yazan pek çok Çinli akademisyen araştırma soruları ve hipotezler oluşturmakta ciddi sıkıntılar yaşıyor ve çalışmaları çoğunlukla tanımlayıcı kalıyor. Çin'in dijital beşerî bilimlerde otorite olma şansı hala mevcut, ancak mevcut yaklaşımla bu ihtimal zayıf görünüyor.

Deng Xiaoping'in “Kedinin siyah ya da beyaz olması önemli değil, önemli olan fareyi yakalamasıdır,” şeklindeki pragmatik sözü, Çin’in teorik krizinin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu söz, sadece Maoizm'den değil, genel manada ideoloji fikrinden de bir kopuşu simgeliyordu.

Çin’in, ‘teori olmayanın teorisi’ olduğu iddia edilebilir ama bu, kurumsal bir altyapı olmadan mümkün değildir. Bir metin, onu destekleyen kurumlar ve tartışmalar olmadan anlam taşımaz. “Metinler yoktur, metinler arası ilişkiler vardır,” sözüne benzer şekilde, “Metinler yoktur, metin üreten kurumlar arası ilişkiler vardır,” demek daha doğru olur.

“Yapay zekânın geleceği konusundaki rekabet, artık yalnızca Amerikan şirketleri arasında yaşanıyor ve Çin, bu teknolojinin küresel geleceğinde ciddi bir rakip olmaktan çıkmış durumda.”

Çin’in büyümesinin bir teorisi vardı ama bu teori Çin’e değil Wall Street ve Amerikan yatırımlarına dayanıyordu. Pekin, teoriye ihtiyaç duymadığını düşünüyordu; zira Washington, Çin'in büyümesine yatırım yaparken emperyalist bir tehdit oluşturmuyordu.

Çin'in 2016'dan bu yana hedefi, ‘yeniden birleşme’ hayaliyle iç ve dış ekonomik çevreler oluşturmaktı. Ancak bu girişim, gerçek bir teorinin yerini almak için değil, kaybolan bir teorinin yerine geçmek için alınmış bir idari tedbirdi.

Çin üniversitelerinde bir sorun var ve bu durum, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupalı entelektüellerin ve bilim insanlarının ABD'ye göç etmesine benzer bir süreci henüz tetiklemiyor. 1980'lerin sonlarına kadar Avrupa’dan ABD'ye önemli sayıda profesör göç etmişken, bugün bu fenomen neredeyse sona ermiş durumda.

Artık ABD, kendi entelektüellerini ve bilim insanlarını yetiştiriyor. Avrupa'nın entelektüel dinamizmini ve potansiyelini kaybettiği bu süreç yaklaşık 60 yıl sürdü. Ancak Çin'deki Amerikalı profesörler, ABD'de entelektüel bir göç başlatacak otoriteler değil.

Bu durum şaşırtıcı olabilir, zira Çinliler genellikle ‘model azınlık’ olarak kabul edilir ve diğer azınlıklardan daha yüksek bir oranda akademik dünyaya entegre olmaları beklenirdi.

STEM (bilim, teknoloji, mühendislik, matematik) alanlarındaki Amerikalı profesörler üzerinde artan bir Amerikan kontrolü (elbette emperyalist bir etki) görülse de beşerî bilimlerde bile benzer bir yoğunlaşma var.

Örneğin, Çin üniversitelerinde felsefe bölümlerinde görev yapan Amerikalı profesörlerin sayısı dikkat çekici. Bu bölümlerdeki ana görevleri, sözde ‘Batı’ felsefesini Çin felsefesinden (özellikle Konfüçyüsçülükten) ayırmak ve bunların olası kesişim noktalarını araştırmak. Ancak bu çalışmalar metodolojik olarak yetersiz kalıyor ve karşıt entelektüel ‘okullar’ oluşturulamıyor.

Çinliler, ABD’deki beşerî bilimler sahnesinde, özellikle kültürel ve entelektüel düzlemde neredeyse tamamen yoklar. Bu, Çinli profesörlerin sayısındaki bir eksiklikten kaynaklanmıyor; Amerikan üniversitelerinde dünyanın dört bir yanından profesör bulabilirsiniz.

Fakat Çinlilerin, akademik bölümlerinde kendilerini entelektüel otorite olarak kabul ettiren ve kanonik metinler geliştiren akademisyenler olarak varlık gösterememesi dikkat çekici. Bu da Çinlilerin, geçmişte Avrupa’nın ABD’ye göç eden entelektüellerinin oluşturduğu türde bir bilgi transferi sürecini başlatamayacaklarını gösteriyor.

Çin’de sosyoloji bölümü, Maoist dönemde kapatıldıktan sonra, Deng Xiaoping’in reformları ile yeniden kuruldu. Bu süreçte Amerikalılar, Çin'de sosyoloji bölümünün yeniden kurulmasında etkili oldular.

Ancak aynı dönemde, ABD’de sosyoloji bölümü entelektüel ve epistemolojik sahnede giderek daha az varlık göstermeye başlamıştı. Soğuk Savaş döneminde, Marksist metinlerin ‘tehlikeleri’ ile ilgilenen ve Max Weber, Emile Durkheim gibi düşünürleri yücelten bu bölüm, Talcott Parsons ve Paul Lazarsfeld’i kamusal entelektüel otoriteler olarak tanıtmış ve Harvard Üniversitesi'nde yeni bir ‘sosyal ilişkiler’ bölümü kurma deneyine girişmişti.

Ancak bu yükselişin ardından bölüm, zamanla çöktü. Çin, ABD’de sosyoloji alanındaki bu düşüşün ardından, sosyolojiye yeni bir yön vermek yerine, ciddi bir üretim yapmaktan kaçındı.

Çin’de üniversitelerin merkezinde yer alan bu ‘teorisiz sosyoloji’, ekonomiden çok istatistiklere dayanan bir anlayışla şekillendi. Çin’in yeniden kurduğu bu sosyoloji bölümü, daha çok ‘teorik kirliliklerden arınmış’ verilere dayanıyordu.

Bu durum, Amerikalıların 20. yüzyılın ortalarında Lazarsfeld’in matematiksel yöntemlerini uyguladıkları dönemde Çin’e taşıdığı bir yaklaşımdı. Çin’deki bu yeni sosyoloji anlayışı, Mao döneminin başlarından itibaren hükümetin merkezi bir takıntısı olan İstatistik Bölümü’nün dönüşümleriyle kesişti.

Sovyet modelinden esinlenen kitlesel istatistikler, daha sonra Hintli uzmanlarla yapılan iş birlikleriyle istatistiksel örnekleme üzerine yoğunlaşmaya başladı. Zamanla, birbiri ardına Çin hükümetleri, istatistikleri Çin’in devasa büyüklüğünü ve beraberinde getirdiği riskleri yönetmenin merkezi bir aracı olarak görmeye başladı.

2008 mali krizinin ardından Çin üzerine yapılan Amerikan ekonomi çalışmalarında göreli bir düşüş yaşanırken, Çin’in edebi metinler aracılığıyla incelenmesi konusunda yeni bir eğilim ortaya çıktı.

Bizler, Oryantalist toplumlar, bu araştırma trendinin içerdiği tehlikelerin farkında olmalıyız. Amerikan Edebiyatı bölümlerinin, Latin Amerika'da büyük bir ilgiyle karşılanan büyülü gerçekçilik akımını 2008 sonrasında Çin’e taşımaları ve Maoist döneme ait edebi eserleri postmodern analizlerden ziyade dönemin ‘ham’ tanıkları olarak görmeleri bu konudaki tartışmaların başında geliyor.

Bu yeni yaklaşım, Çin'in tarihsel ve kültürel metinlerine bakış açısını ciddi ölçüde etkilerken, Çin dışındaki bazı dinamikler de Çin’in modern küresel konumunu yeniden şekillendiriyor. Tayland’ın kuzeyinde yer alan Chiang Mai köyü, Çin'de hippilik yapma fırsatı bulamayan Çinli gençler için bir yuva haline gelmiş durumda.

Bu küçük Tayland köyü, Çinlilerin yerleşmesiyle ilgili çok sayıda kitap ve çalışma üretilmesine neden oldu. Fakat bu köy, daha büyük bir soruyu gündeme getiriyor: Çin’in sınırları dışında yer alan bu dinamikler, Çin’in kendi içinde bir Silikon Vadisi oluşturmasına paralel bir ‘merkezi olmayan’ Çin’in doğuşunu mu işaret ediyor?

Elbette bu ‘Silikon Vadisi’ kavramı, San Francisco'daki gibi bir teknolojik inovasyon merkezi anlamına gelmiyor. Ancak küçük bir coğrafi alanın, daha büyük ekonomik ve kültürel alanlar üzerinde orantısız bir etkiye sahip olabileceği fikri üzerinde durulmalı.

Chiang Mai’deki bu topluluğun rolü, özellikle liberteryen düşünürler tarafından teorileştirildi. Ancak bu dinamikler üzerinden ‘Çin teorisi’ ve onun gerekli kurumları ile entelektüel yapıları ortaya çıkana kadar, Çin’in dış politikası üzerine net bir kavrayışa ulaşmak zor. Şu ana kadar Çin’in dış politika stratejileri, asgari teorik tutarlılıktan yoksun ve çoğunlukla bürokratik raporlar niteliğinde.

Çeviri: YDH