"Siyasi olarak Berlin, son on yıldır, Lübnan ve Filistin’deki direniş güçleriyle bağlantısı olan herkese karşı bir abluka ve takip politikası izlemekte kararlı."
YDH - Almanya'nın Yeşiller partili dışişleri bakanı Annalena Baerbock, geçen hafta bölgeye yaptığı turda İsrail'e koşulsuz desteğini yeniden ifade etti. El-Ahbar gazetesinin yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, son yıllarda Alman yönetiminin "arabulucu" pozisyonunu nasıl adım adım terk ettiğini ve Lübnan'da direnişe karşı Siyonist rejime nasıl aktif bir şekilde yardım ve yataklık ettiğini açıklıyor. Berlin, artık İsrail yanlısı tutumu "varlık sebebi" olarak görüyor.
Her savaşta olduğu gibi, Lübnan’a karşı başlatılan her saldırı hem içerde hem de dışarda oynayan bazı aktörlerin kirli rollerini ortaya çıkarıyor. Ülkemiz, 75 yıldır ABD ve İngiltere'nin, Lübnan ve Filistin’e yönelik düşmanlıkta İsrail ile nasıl ortaklık yaptığını uzun zamandır biliyor. Fakat dünya, bugün yaşanan soykırım suçuna karşı bölünmüş durumda ve bu bölünme, Batı’nın savaşta ne kadar büyük bir payı olduğunu gözler önüne seriyor.
Savaşa karşı çıkanlar bile, Fransa örneğinde olduğu gibi, cüretkâr bir tavır alacak güçten yoksun. Fransa, İsrail’in suçlarını net bir şekilde kınamasa da arabuluculuk rolü üstlenmeye çalışıyor ve bu, İsrail’i rahatsız ediyor. Zira İsrail, kendisini eleştiren herhangi bir tarafa, en ufak bir hareket alanı tanımak istemiyor.
Bazı ülkelerin bu tutumu, Batı ile ilişkilerde yeni bir yaklaşımı zorunlu kılıyor.
Özellikle Almanya’nın, savaşa tamamen İsrail’in yanında yer alacak şekilde dahil olduğu görülüyor; yalnızca Filistin ve Lübnan’da değil, tüm bölgede.
Almanya’daki yönetim ve bazı elit kesimler, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilere karşı işlenen suçlardan dolayı bir suçluluk duygusuna sahip. Ancak Almanya, bu suçluluk duygusunu artık sadece siyasi destekle sınırlı bırakmıyor; doğrudan İsrail’in savaş hedeflerine hizmet edecek bir iş birliğine geçti. Bu iş birliği, Lübnan’daki iç duruma yönelik müdahaleleri de içeriyor.
Siyasi olarak Berlin, son on yıldır, Lübnan ve Filistin’deki direniş güçleriyle bağlantısı olan herkese karşı bir abluka ve takip politikası izlemekte kararlı.
Oysa 2008’e kadar Almanya, “tarafsız bir aktör” imajını koruyarak hassas konularda aracılık yapabiliyordu. Bu tarafsızlık, direniş ile İsrail arasındaki esir takaslarında da Almanya’ya önemli bir rol üstlenme fırsatı tanıdı ve Almanya, İsrail ile bölgedeki tüm muhalifleri –İran da dahil– arasında mesaj ileten rolü oynayabildi.
Alman dış istihbaratı, kendisini diğer uluslararası güvenlik birimlerinden “daha gerçekçi veriler üzerinden hareket eden” bir yapı olarak göstermeye özen gösteriyordu.
Fakat, özellikle Avrupa’da aşırı sağın yükselmesiyle birlikte, Almanya’da neo-Nazi akımlar yeniden baş gösterdi ve bu kez nefretini Araplar ve Müslümanlara yöneltti.
Son 15 yılda Almanya’da ardı ardına gelen hükümetlerin tutumu da bu yönde gelişti. Almanya, diğer uluslara karşı üstten bakan bir tavır sergilerken, İsrail’e körü körüne destek veriyor ve ona karşı duran ya da onu eleştiren herkesle mücadele ediyor.
Bu stratejiye göre Almanya, yıllar önce Hizbullah’ı tüm unsurlarıyla birlikte terör örgütü olarak tanımladı. Alman istihbaratı, bu doğrultuda Lübnan ve Filistin'deki direniş hareketini izlemek amacıyla Lübnanlı ve Filistinli ajanlar devşirdi.
Sahadaki bulgular, Almanların topladıkları bu bilgileri İsrail'in askeri ve istihbarat birimleriyle paylaştığını gösteriyor.
Almanya ayrıca, Almanya'da yaşayan Lübnanlı, Suriyeli ve Filistinli göçmenleri işe almak için özel bir istihbarat birimi kurdu. Bu çalışmayı kabul edenler, kendilerini zor görevlerle karşı karşıya buldular; bazı casusların bölgeye sürekli olarak dönmesi ya da sık sık ziyaret etmesi istendi.
Gazze’ye dönük acımasız savaşın patlak vermesiyle birlikte Alman hükümetinin İsrail'e verdiği destek açıkça ortaya çıktı.
Alman savunma sanayisi, İsrail’e büyük miktarda mühimmat ve silah sevkiyatı yaparak yaklaşık iki yüz bin Filistinli ve Lübnanlının yaralanmasına veya hayatını kaybetmesine yol açan suçlara katkıda bulundu.
Üst düzey Alman yetkililerin, İsrail’in işlediği suçları mazur gören siyasi açıklamalarının yanı sıra, Alman Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Aksa Tufanı operasyonunun yıl dönümünde Alman parlamentosunda yaptığı konuşma Nazi eğilimlerini gözler önüne serdi.
Baerbock, İsrail'in güvenliğini “Almanya’nın varlığının temel bir parçası” olarak nitelendirdi ve “İsrail’in kendini savunma hakkını güvence altına almanın Almanya'nın da sorumluluğu olduğunu” belirtti.
Bakan, İsrail’in Gazze’deki faaliyetlerini savunurken şu ifadelere yer verdi: “İsrail’in Gazze’de yürüttüğü savaşta Filistinli sivillerin yaşamını kaybetmesi, sadece teröristlere saldırmak değil, onları tamamen yok etmek anlamına gelir.”
Bu sözlerle daha da ileri giderek, “Hamas teröristleri sivillerin ve okulların arkasına saklandığında, kendimizi son derece karmaşık bölgelerde bulacağız, ancak bu, bu bölgelerden kaçınmamız gerektiği anlamına gelmez,” dedi.
Son olarak, “Birleşmiş Milletler’e, sivil alanların teröristler tarafından istismar edildiği için koruma statülerini kaybedebileceğini açıkça belirttim,” diyerek Nazi zihniyetini yansıtan açıklamalarını sürdürdü.
Elbette bu söylemler pek şaşırtıcı değil. Ancak Almanya'nın İsrail ile olan ortaklığı hızla yeni bir boyuta taşındı, özellikle Lübnan sahasında.
Alman istihbaratı, Beyrut'ta yeniden etkin hale gelerek farklı yöntemlerle bilgi toplama çalışmalarını artırdı. Almanya'nın, uluslararası barış gücünde (UNIFIL) görev yapan ekibi de deniz bölgesini koruma bahanesiyle ek çaba sarf ediyor.
Alman güçleri, radarlarını İsrail ihlallerini tespit etmek veya önlemek amacıyla değil, İsrail ordusuyla iş birliği yaparak insansız hava araçları (İHA) gibi hareketleri gözlemlemek ve elde ettiği verileri paylaşmak için kullanıyor.
Daha önce ise Almanlar, yalnızca “erken uyarı bilgisi” olarak sınıflandırılan ve İsrail'in eksik olduğu bir alanda destek sağlayan bilgileri aktarıyorlardı.
İsrail, İHA’ların kalkış anını hemen tespit edemiyor ve genelde bu araçlar İsrail derinliklerinde 15 kilometre mesafe kat edene kadar fark edilemiyor. Ayrıca İsrail, bu İHA'ları düşürmekte veya çoğunu hedeflerine ulaşmadan engellemekte zorlanıyor.
Fakat Almanya, 17 Ekim'de son derece tehlikeli bir adım attı. Almanlar, bu tarihte, Lübnan topraklarından deniz üzerinden hareket eden İHA'ların varlığına dair düşmana erken bir uyarı gönderdi.
Görünüşe göre, İHA'ları takip etmede zorlanan İsrail, Almanya’dan yardım talep etti. Bunun üzerine, bir Alman gemisi füze ateşleyerek, İslamî Direniş’e ait olduğu anlaşılan bir İHA’yı düşürdü.
Daha sonra, UNIFIL (Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Görev Gücü), Alman güçlerinin havada şüpheli bir nesne tespit ettikleri için tehdit olarak gördükleri bu cismi ortadan kaldırmak amacıyla görevlerini yerine getirdiklerini savundu.
Öte yandan Alman makamları, UNIFIL güçlerinin sınır boyunca çeşitli noktalarda İsrail askerlerinin doğrudan askeri saldırılarına maruz kalmasını önlemek için herhangi bir adım atmadı.
Bu ihlalleri kınamadıkları gibi, Alman güçleri yakınlarından veya üzerlerinden sürekli olarak geçen İsrail’e ait İHA’lar ve savaş uçaklarına karşı da bir önlem almadılar.
Güney Lübnan bölgesinde her an en az on İsrail İHA’sı bulunuyor ve Alman radarları bunları tespit edebilecek, hatta takip edebilecek kapasitede. Ayrıca, İsrail savaş gemilerinin Lübnan topraklarını bombalaması Alman deniz kuvvetlerinin gözleri önünde gerçekleşiyor.
Pratikte, Almanya’nın tamamen direniş karşıtı cepheye geçtiği ve Beyrut’taki elçiliği üzerinden direnişe ve silahlarına karşı içeride kışkırtıcı bir rol oynamaya hazırlandığı görülüyor.
Bu durum, Hizbullah’ın Almanya’nın rolüne bakışını yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Hizbullah, artık Almanlarla siyasi ya da güvenlik açısından hiçbir konuda iletişim kurmama ve İsrail ile olan çatışmaya dair hiçbir dosyada onlarla iş birliği yapmama kararı aldı.
Bunun yanı sıra, Almanya’nın Lübnan’daki uluslararası güçlerin geleceğine yönelik herhangi bir müzakerede rol almasını kabul etmeyecek.
Hatta Hizbullah, Almanya’nın uluslararası güçlerden çıkarılması talebini gündeme getirmeyi planlıyor ve Almanya’yı düşman taraf olarak görmeyi hedefliyor. Bu tutum, Almanya'nın Lübnan’daki faaliyetlerine yönelik ciddi yankılar doğuracak.
Son yirmi yılda Almanya, resmî kurumları veya ülkedeki siyasi güçleri aracılığıyla Lübnan'da geniş bir ilişkiler ağı kurdu.
Bu ilişkilerin bir kısmı devlet ve kamu kurumlarıyla ilgiliyken, asıl odak noktası sivil toplum kuruluşları (STK) oldu. Alman fonları, medya platformları ve çeşitli yayınlar üreten gruplar da dahil olmak üzere, çok sayıda STK’yı finanse etti.
Almanya, onlarca dernek ve STK’ya mali destek sağlayarak etkisini genişletti; bu kuruluşların ne "tesadüf" ki hepsi, direniş alternatifine karşı ve İsrail’e karşı veya Lübnan ve Filistin’deki direnişe destek olarak yorumlanabilecek herhangi bir faaliyette bulunmamayı taahhüt eden belgelere imza atmak zorunda bırakılıyor.
Almanya ve diğer Batılı ülkeler, Gazze halkıyla dayanışma gösteren bazı kuruluşları ise fonlardan mahrum bıraktı.
Bir diğer konu ise, Almanya'nın, Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönüşüne karşı yürüttüğü faaliyetlerle ilgili.
Almanya, Suriyeli mültecilerin Suriye'ye geri dönmesi için çalışan kişi ve kurumlara karşı savaş açtı. Bu bağlamda, Suriyeli mültecileri geri göndermeye çalışan Lübnanlı resmî kurumlar ve siyasi figürler, AB'nin yaptırım listesine alınmakla tehdit edildi.
Alman büyükelçiliği, geri dönmek isteyen mültecileri korkutmak için propaganda kampanyaları finanse etti; Suriye’ye dönenlerin takibe uğradığı, işkenceye maruz kaldığı ve öldürüldüğü gibi asılsız haberler yayarak caydırmaya çalıştı.
Oysa Almanya’da on binlerce Suriyeli, ırkçı ayrımcılıkla karşı karşıya kalmakta ve adeta “beyaz adamın hizmetkârı” haline getiriliyor.
Almanya, Lübnan’daki nüfuzunu 17 Ekim 2019 protestolarının ardından daha da genişletti.
O dönemde Almanya'nın Lübnan Büyükelçisi Andreas Kindl, gösterdiği pervasız tavırlarıyla tanındı ve geleneklerin aksine, Lübnan Dışişleri Bakanlığı tarafından uyarı almak üzere çağrıldı.
Kindl, Lübnan'daki diplomatik kuralları ihlal edecek kadar ileri giden bu tavırlarıyla dikkat çekiyordu.
Kindl, Lübnan’daki çeşitli kurumlara doğrudan müdahalelerde bulundu ve Beyrut Limanı patlamasını soruşturan hâkim Tarık el-Bitar üzerinde büyük bir etkiye sahipti.
Yüksek Yargı Konseyi Başkanı Suheyl Abud ile de özel bir ilişki geliştirdi. Kindl, yargıçları ofislerinde ya da evlerinde ziyaret ederek provokatif açıklamalar yapıyor ve adeta Lübnanlı kurumlara ve güç odaklarına talimatlar veriyormuş gibi davranıyordu (Amerika ve Suudi Arabistan yanlısı “egemenlikçi” gruplar, İran veya Suriye dışında herhangi bir dış müdahaleden rahatsız olmuyorlar).
Alman diplomat, Lübnan’da siyasi suikastların cezasız kalamayacağını ve artık bu duruma son verilmesi gerektiğini belirten açıklamalarda bulunmuştu.
Fakat Almanya hükümeti, Haziran 2023’te Kindl’ı geri çekmek zorunda kaldı ve eylül ayında yerine daha az göz önünde olan ama selefinin müdahaleci çizgisini devam ettiren yeni bir büyükelçi atandı.
Almanya, 2021 yılından beri UNIFIL’in deniz gücünü yönetiyor ve BM’nin 1701 sayılı kararı çerçevesinde görev yapan deniz ekipmanı ve eğitim merkezini idare ediyor. Almanya ordusundan 120 subay ve asker, BM barış gücü görevine katılan ilk deniz gücü olarak bu operasyonda yer alıyor.
17 Ekim’de Alman Savunma Bakanlığı sözcüsü, UNIFIL bünyesinde görev yapan bir Alman savaş gemisinin, “bilinmeyen” bir İHA'yı hassas bir müdahale sonucu denizde düşürdüğünü açıkladı.
Sözcü, geminin veya mürettebatın zarar görmediğini belirtti ve Ludwigshafen am Rhein isimli savaş gemisinin görevine devam ettiğini ekledi.
Uluslararası güçlerin görev yönergesi, UNIFIL’in deniz gücüne, Lübnan karasularına giren gemileri ve diğer deniz trafiğini izleme, gemilere çağrı yapma ve gerektiğinde bu gemileri denetim için Lübnan Silahlı Kuvvetleri Deniz Kuvvetleri’ne yönlendirme yetkisi veriyor.
Bu süreç, "deniz müdahale operasyonları" olarak adlandırılan ve UNIFIL deniz gücüne ait devriye gemileri tarafından yürütülen gemi izleme ve kaydetme operasyonlarını içeriyor.
Bu operasyonların komutası ise, rotasyonel olarak değişen bir merkezden, UNIFIL’in deniz gücü tarafından yönetiliyordu.
Ancak bu durum şu anda değişiyor. UNIFIL deniz gücünün, deniz müdahale operasyonlarını geçici olarak Lübnan Deniz Kuvvetleri’ne devretmesi, önemli bir adım olarak görülüyor.
Bu değişiklik, 16 yıl sonra ilk kez Lübnan Deniz Kuvvetleri’nin deniz gözetim ve müdahale operasyonları üzerinde tam kontrol sağlamasına imkân tanıyacak.
Alman deniz gücü, Lübnan kıyısında kuzeyden güneye uzanan 11 modern radar istasyonu kurdu.
Bu radar istasyonları Almanya tarafından Lübnan’a sağlandı ve Lübnan karasularına giren tüm deniz trafiğini yüzde 100 izleyebilecek kapasiteye sahip.
Bu radar sistemlerinden biri, tüm radar istasyonlarının sinyallerini birleştirip koordine edebilecek kapasitede ve 48 deniz miline kadar olan alanı kapsayabiliyor.
Çeviri: YDH