Suriye’den sonra Suudiler yüzünü Lübnan’a döndü

img
Suriye’den sonra Suudiler yüzünü Lübnan’a döndü YDH

“Bugün, Suudi Arabistan, Lübnan’da yeniden sahneye çıkıyor ve bunu yine Suriye üzerinden yapıyor.”




YDH - General Jozef Aun, Lübnan’da cumhurbaşkanlığına seçilerek büyük bir destekle Baabda Sarayı’na yerleşti. Aun’un seçilmesi, Suriye’deki kriz ve bölgesel dengelerin değişimiyle doğrudan ilişkili. Suudi Arabistan, Lübnan’da son dönemde azalan etkinliğini artırarak bu süreçte önemli bir rol oynadı ve HTŞ rejimi ile yeniden ilişkiler kurarak bölgesel nüfuzunu pekiştirmeye çalışıyor. El-Ahbar gazetesi yazarı Hüseyin el-Emin’e göre Lübnan’da Nevaf Selam’ın hükümeti kurmakla görevlendirilmesi, Suudi Arabistan ile yapılan anlaşmaları zora sokarken, Şam’daki gelişmeler Riyad’ı hızla harekete geçmeye zorladı. ABD ve Fransız temsilciler, Trump yönetiminin yaklaşımıyla ilgili uyarılarda bulunarak bölgedeki krizlerin hızla çözülmesi gerektiğini vurguladı.

General Jozef Aun, cumhurbaşkanı olarak Baabda Sarayı'na büyük bir destekle girdi. İkinci tur seçimlerinde 99 oy alarak bu makama gelen Aun, daha önce eşi benzeri görülmemiş Arap ve Batı desteğine sahip oldu.

Ancak bu başarı, son bir yıl ve özellikle de son ayda, Suriye'deki depremle birlikte iç ve dış etkenlerin yoğun bir şekilde etkileşiminin bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Lübnan'daki son otuz yılın siyasi dönüşümlerini inceleyenler, bu değişimlerin Suriye meselesiyle bir şekilde bağlantılı olduğunu görecektir.

Bu bağlantı, Taif Anlaşması’ndan, eski Başbakan Refik Hariri'nin suikastına ve ardından Suriye'nin Lübnan'dan çekilmesine, 2011'de Suriye'deki krizin patlak vermesine, mülteci sorununa ve Suriye'deki savaşın gelişmelerine kadar uzanıyor.

Suriye yönetiminin çöküşü, Taif sonrası Lübnan siyasi sisteminin temel taşlarından birine vurulan büyük bir darbe olarak görüldü.

Suriye'nin bu roldeki varlığı, büyük ölçüde Suudi Arabistan'ın da yer aldığı bir ortak yönetimle bağlantılıydı.

Bugün, Suudi Arabistan yeniden sahneye çıkıyor ve bunu yine Suriye üzerinden yapıyor. Suudi Arabistan'ın Cumhurbaşkanı Jozef Aun'un seçilmesine verdiği destek, Şam'a dönüşünün bir “açılış hamlesi”.

Son günlerde Suudi yetkililer, şeyhler ve prensler, Lübnan'daki daha önce unutulan kişilerle, özellikle de Suriye meselesiyle geçmişte ilgilenen kişilerle yeniden iletişim kurmaya başladı.

Bu isimler, yeni unvanlarla kendilerini tanıtıyor, medya mensuplarıyla temas kuruyor ve Suudi Arabistan’a davetler gönderiyor.

7 Ekim 2023’te Hizbullah'ın Filistin direnişine destek için “destek cephesine” katılması ve İsrail'in geniş çaplı bir savaş başlatması, Lübnan'da cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin şekillenmesinde siyasi iç dinamiklerin belirleyici olduğu bir dönem başlattı.

Fakat dış etkiler, özellikle de “Beşli Komitenin” sürece dahil olması, bu dinamikleri gölgede bıraktı.

İsrail’in büyük çaplı saldırılarının ardından gelen ateşkes anlaşmasıyla birlikte, seçim süreci Batı-Arap işbirliğine dayalı bir programın parçası olarak netleşti.

Beklenmeyen bir gelişme ise, Suriye yönetiminin hızla çökmesi ve silahlı muhalefetin iktidarı ele geçirmesi oldu. Bu durum, Arap ve Batılı ülkeler için büyük bir şok yarattı ve hem yerel hem de uluslararası aktörleri hızlı bir şekilde harekete geçmeye zorladı. Direnişin iç ve dıştaki rakipleri bu durumu bir fırsat olarak görürken, Riyad'daki Suudi liderliği meseleyi farklı bir açıdan ele aldı.

Suudi Arabistan, Lübnan dosyasını Nizar el-Ulula'nın ekibinden alarak Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan'ın kardeşi Prens Yezid'e devretti.

Bu, Suudi Arabistan'ın Lübnan'a yönelik politikasında belirgin bir değişiklik olduğunu ve Saad Hariri'nin liderliğinin sona erdiği dönemde ilan edilen “Suudi tatilinin” sona erdiğini gösteriyordu.

Şam’daki rejim değişikliği anında Suudi Arabistan, bölgedeki köklü değişimlere uyanarak büyük bir panik yaşadı. Bu durum, Katar ve Türkiye’nin Şam’da stratejik bir başarıya ulaştığını gösteriyordu.

Bu başarı, Suudi Arabistan ve müttefikleri için, Mısır’daki Hüsnü Mübarek rejiminin düşmesi ve Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesinden çok daha ciddi bir tehdit oluşturuyordu.

Suudi Arabistan, öncelikli olarak Lübnan ve Ürdün’e odaklanarak bu ülkeleri Suriye’deki değişimin etkisi altındaki temel alanlar olarak gördü. Suudi yetkililer, Lübnan’ı Suriye ile denge unsuru ve Şam bölgesinde bir Suudi üssü haline dönüştürme potansiyelini değerlendirdi.

Bu süreçte Riyad, ya Suriye’deki durumu değiştirmeyi ya da Katar ve Türkiye’nin nüfuzunu sınırlamayı hedefliyordu.

Tam bu sırada, Katar Beyrut’taki hareketliliğini artırarak cumhurbaşkanlığı seçim sürecine müdahil oldu.

Suudi Arabistan’ın ilgisiz tavrına karşılık Katar, açıkça desteklediği aday olan General İlyas el-Baysari’ye odaklanmıştı. El-Baysari’nin adaylığı, Emel Hareketi, Hizbullah ve Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH) gibi taraflarca olumlu karşılanıyordu.

Ancak bazı yorumculara göre, Katar’ın bu hamlesi, Jozef Aun’un cumhurbaşkanlığına giden yolunu açmak için el-Baysari’yi Süleyman Franciye’ye karşı bir seçenek olarak öne sürme stratejisiyle bağlantılıydı.

Böylece el-Baysari’nin yarıştan çekilmesi Franciye’nin de devre dışı bırakılmasını ve Hizbullah ile Emel Hareketi’nin Franciye’ye verdikleri taahhütlerin çözülmesini sağlayarak Baabda Sarayı’nın kapılarını Aun’a açacaktı.

Bu teoriyi savunanlar, cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Bağımsızlar, Değişimciler ve Ilımlılar bloğundan bazı milletvekillerinin Katar’ın etkisiyle şahsi görüşlerine aykırı olarak Aun’a oy verdiğine dikkat çekiyor.

Suriye’deki büyük değişimlere karşı Suudi Arabistan, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Genelkurmay Başkanı Jozef Aun’a desteğini kesin bir şekilde ilan ederek hızlı hareket etti.

Bu destek, Suudi Arabistan ve ABD arasında bir uzlaşı noktası oluşturdu. Fakat her iki tarafın bu seçime yönelik farklı hedefleri bulunuyordu. ABD, Aun’u İsrail’in güvenliği konusunda beklentilerini anlayabilecek bir müttefik olarak görürken, Suudi Arabistan, Aun’un seçilmesini Katar’ın başarısızlığına karşı kendi nüfuzunu göstermenin bir fırsatı olarak değerlendirdi.

Suudiler bu bağlamda ABD’ye destek teklifinde bulundu. Bu işbirliği, ABD Başkanı’nın özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Riyad’a gitmesiyle somutlaştı. Hochstein, Lübnan’a varmadan önce Suudi yetkililerle yaptığı görüşmelerde Aun’a destek konusunda net bir anlaşmaya vardı ve diğer tüm seçeneklerin devre dışı bırakıldığını vurguladı.

Bunun ardından Katar yetkilileri, Lübnan’daki muhataplarına el-Baysari’nin artık yarışta olmadığını ve Aun’un destekleneceğini iletti.

Suudi yetkililer, Beyrut’a farklı bir yaklaşım ve yeni araçlarla gelmek zorunda kaldı. Bu kapsamda, özellikle Hizbullah ve Emel Hareketi gibi Aun karşıtı taraflarla etkili bir diyalog kurmaya çalıştılar.

Bu süreçte Suudi Arabistan, geçmişte Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan’ın baskıcı yaklaşımı yerine, Şii ikilinin taleplerine açık bir tutum sergiledi.

Suudi Arabistan’ın temsilcileri, Emel Hareketi lideri Nebih Berri’nin siyasi danışmanı milletvekili Ali Hasan Halil ile yaptıkları görüşmelerde, Şii ikilinin cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki kilit rolünü kabul ettiklerini ifade etti.

Görüşmelerde Şii ikilinin hükümetteki payı, atamalar, ateşkesin uygulanması ve BM’nin 1701 sayılı kararı gibi konularda garantiler sağlanması da ele alındı. Bunun yanı sıra, Hizbullah’ın acil öncelik olarak gördüğü yeniden inşa sürecine Suudi katkısının mümkün olabileceği mesajı verildi.

Bu olumlu atmosfer, Hizbullah ve Emel Hareketi’nin Jozef Aun ile doğrudan temaslarını artırmasına yol açtı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin gerçekleştiği gece, iki taraf arasında yoğun görüşmeler yapıldı. Bu temaslar, seçimin ilk oturumundan önce başlamış ve ikinci oturum arasında da devam etti.

Hizbullah ve Emel Hareketi, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin sona erdiğini ve yeni dönemin fırsatlar kadar zorluklar da getireceğini belirterek, Jozef Aun ile iş birliğine açık olduklarını ifade etti.

Ancak dün yapılan meclis istişareleri sonucunda Nevaf Selam’ın hükümeti kurmakla görevlendirilmesi, Suudi Arabistan ile herhangi bir uzlaşma sağlanabileceği yönündeki umutları zayıflattı.

Suudi Arabistan’ın kendi planlarına ve hızlı bir eylem programına bağlı olduğu, bu nedenle zamanı boşa harcama veya programını değiştirme lüksüne sahip olmadığı düşünülüyor.

Suriye’deki hızla gelişen olaylar, Suudi Arabistan ile Şii ikili arasındaki anlaşmazlıkların, özellikle başbakanlık adaylığı gibi kritik konularda devam edeceğine işaret ediyor.

Lübnan’da bazı çevreler, mevcut Başbakan Necib Mikati’nin Amerika ve Fransa’nın garantilerine ve Jozef Aun ile yaptığı uzlaşıya güvenerek hareket ettiğini, ancak Şam’a yaptığı ziyarette siyasi yönetim başkanı Ebu Muhammed el-Colani ile görüşmesinin bu güveni sarstığını düşünüyor.

Colani’nin Mikati’nin başbakanlık görevine getirilmesi yönündeki "temennisinin," Suudi Arabistan tarafından olumsuz karşılandığı ve Mikati’nin yeni hükümeti kurma şansını kaybetmesine yol açtığı ifade ediliyor.

Bu durum, seçimlere kadar Mikati’nin görevi üstlenmesini imkânsız hale getirmiş gibi görünüyor.

Trump tehdidi

Hem Arap ülkelerinin hem de Batı’nın temsilcileri, özellikle ABD’li Amos Hochstein ve Fransız Jean-Yves Le Drian, Lübnanlı aktörlerle yaptıkları görüşmelerde sıkça “Donald Trump tehdidini” dile getirdi.

Temsilciler, başkanlık seçimlerinin 20 Ocak’ta Trump göreve başlamadan önce tamamlanmaması durumunda ciddi sonuçlarla karşılaşılabileceği konusunda uyarıda bulundu.

Trump’ın, Orta Doğu’ya ve dünya geneline yönelik öngörülemez kararları ve geleneksel Amerikan siyasi değerlerini göz ardı eden tutumu, birçok çevre tarafından aşırı ve tehlikeli olarak değerlendiriliyor.

Temsilciler, “Şu an mümkün olan şeyler, Trump geldikten sonra kabul edilemez hale gelebilir," diyerek, Trump yönetiminin katı ve baskıcı bir yaklaşım benimseyeceği mesajını verdiler.

Bu söylem, Trump’ın başkanlık yeminine kadar rehine krizlerinin çözülmemesi durumunda, "cehennemin kapılarını sonuna kadar açacağına" dair açıklamalarıyla da desteklendi.

Lübnan’daki büyükelçiler de bu mesajı tekrarlayarak, her bir meselenin Trump için ayrı bir "cehennem" olduğunu vurguladı.

Çeviri: YDH