"Lübnanlılar akıllarına ya da duygularına uygun herhangi bir anlatıyı benimsemekte özgürler, ancak ülkenin elli yıl önce tanık olduğundan çok daha büyük bir iç patlamaya kapı açabilecek bir bakış açısını benimsemeye yaklaştıklarında çok fazla akla ihtiyaçları var."

YDH - El-Ahbar gazetesinin genel yayın yönetmeni İbrahim el-Emin, Lübnan'da Hizbullah'ın silahsızlandırılması yönündeki çağrıları değerlendiriyor. El-Emin, bu çağrıların ABD ve İsrail'in çıkarları doğrultusunda yapıldığını, Lübnan'ın iç siyasi gerçeklerini göz ardı ettiğini ve ülkeyi iç çatışmaya sürükleyebileceğini vurguluyor. Ayrıca, ABD'nin Lübnan ordusu üzerindeki baskısını ve orduyu Hizbullah'tan ele geçirdiği silahları imha etmeye zorlamasını da eleştiriyor.
Siyaset ve medyadaki kampanyalar, tartışmaları hiçbir zaman kesin olarak sonuçlandırmadı. Kamuoyu üzerindeki etkileri büyük.
Lübnan gibi bir ülkede, mezhepçi sistemin dezavantajları, belirli bir mezhepsel grubun çıkarlarını aşan bir fikri savunmak için asabiyetlerin bir başlangıç noktasına dönüştürülmesini engellemiyor.
Fakat, bu ülkede kaderin bilimsel kurallara ve müşterek standartlara göre ele alınması yasak olduğunda, herhangi bir temel mesele hakkındaki tartışma da bilimsel olmayan hesaplamalara tabi hale geliyor ve net ölçütlere dayanmıyor.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bugün Lübnan'a kendisine tabi bir sömürge gibi, yeni iktidarın sorumlularına ise tartışma veya itiraz hakkı olmayan tâbiler gibi davranıyor.
Bu yaklaşımında, Amerika'nın bakış açısını benimseyen ve sadece bununla kalmayıp işgale karşı direnişe muhalif olan ve silahsızlanmayı savunan güçler gibi, bu yönde çalışan güçlerin, şahsiyetlerin ve yapıların varlığına dayanıyor.
Bu güçler, İsrail'in Lübnan'a yönelik savaşının sonuçlarının (henüz bitmemiş olmasına rağmen) direniş durumunu Lübnan'a zarar veren marazi bir eylem olarak görme yönünde daha fazla baskı yapmalarına olanak tanıdığını düşündü.
Dolayısıyla, silahsızlanmanın en azından yapılması gereken bir görev olduğunu, bölgedeki ve dünyadaki güçlü devletlerin güvenini kazanmanın, onların taleplerini, özellikle de İsrail ile herhangi bir aktif düşmanlık durumunu engellemeyi gerektirdiği gibi eklemelerle birlikte savundular.
Lübnan'daki direniş karşıtları arasında, Filistin davasının Lübnanlıları hiçbir şekilde ilgilendirmediğini ve Filistin halkına karşı herhangi bir siyasi, ulusal veya ahlaki yükümlülüğün gerekçesi olmadığını eskisinden daha fazla dillendirenlerin bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu da tek bir sonuca götürüyor: İsrail, savaşılması veya yüzleşmeye hazırlanılması gereken bir düşman değildir!
Bugünkü sorun, kampanyanın türü, sınırı ve direnişin silahsızlandırılması etrafındaki yoğun söylemin hacmi değil.
Sorun, direnişi fikir, araç ve örgütlenme olarak ortadan kaldırmak isteyen güçlerin, direnişin son savaşta Lübnan'da büyük kayıplara uğramasının ve Amerika ve İsrail'in bölgedeki nüfuzunun genişlemesinin, direniş silahlarının gönüllü olarak terk edilmesine yol açacağını düşünmeleridir.
Bu grup, tasavvuruna, Hizbullah'ın gönüllü olarak vazgeçmemesi durumunda yeni yönetimin silahları zorla alma konusunda hazırlıklı ve kabiliyetli olduğunu gösterme ihtiyacını da ekliyor.
Bu kişiler, bunun zor bir süreç olduğunu ancak mümkün ve gerçekleştirilebilir olduğunu varsayıyorlar ve insanların direnişten ve silahtan bıktığını, Hizbullah'ın bu silahı savunmak için yanında veya onunla birlikte savaşacak kimseyi bulamayacağını teorileştiriyorlar.
Peki bu düşünce tarzı gerçekten de ülkenin gerçekliğini yansıtıyor mu?
Lübnanlılar akıllarına ya da duygularına uygun herhangi bir anlatıyı benimsemekte özgürler, ancak ülkenin elli yıl önce tanık olduğundan çok daha büyük bir iç patlamaya kapı açabilecek bir bakış açısını benimsemeye yaklaştıklarında çok fazla akla ihtiyaçları var.
Lübnanlıların iç savaş derslerinden öğrenme ve ona geri dönmeme ihtiyacına ilişkin her türlü konuşma teoriktir ve gerçekle ilgisi yoktur.
Zira Lübnan, 1990'dan beri siyasi ve sivil bir bölünme içinde yaşıyor ve her zaman iç savaşa dönmeye hazır durumda kaldı.
Taif Anlaşması'na eşlik eden uzlaşmanın doğası, iç savaşın devam etmesini sağlayacak ortamı engelleyen iç ve dış güç dengelerine dayanmasına rağmen, Lübnan'ın bugünkü durumu büyük değişikliklere işaret ediyor.
Bunlardan biri, İsrail'in ve arkasındaki ABD'nin, bu ülkenin geleceğini seçme hakkına sahip bir konumda olmadığını ve taleplere boyun eğmesi gerektiğini, aksi takdirde istikrarını, kabiliyetlerini ve istikrar ile büyüme fırsatını kaybedeceğini düşünmeleridir.
Amerika ve İsrail'e ait olan bu tutum, direnişi reddeden yerli güçleri söylemin çıtasını yükseltmeye, hatta sahada bir çatışmayı test etme noktasına kadar itmeyi gerektiriyor.
Bu noktada işler son derece karmaşıklaşıyor; herhangi bir iç çatışmanın silahsızlanma hedefine ulaşamayacağını, aksine Lübnan'ı çöküş açısından daha kötü bir aşamaya sürükleyeceğini bilen çevrelerden endişeler yükseliyor.
Direniş karşıtları bugün iki dille konuşuyorlar; biri Semir Caca ve "ekibinin" yaptığı gibi doğrudan: Direnişin ve silahının Lübnan'ın doğasına uygun olmadığını ve bunlara kesinlikle ihtiyaç olmadığını söylüyor.
İkincisi ise hedefe hile karıştırmaya çalışarak, direnişin ve silahın faydasının başarısızlığından ve bu seçenekten vazgeçerek bir yaşam fırsatına duyulan ihtiyaçtan bahsediyor. İki görüş arasındaki fark, Caca'nın silahsızlanma sürecinde doğrudan rol oynayabilecek bir gücün başında durduğuna inanması, diğer görüş sahiplerinin ise patlamanın kendilerine kalan tüm kazanımları ve nüfuz merkezlerini yok etmesinden korkmasıdır.
Peki neyin üzerine bahis oynuyorlar?
Pratikte üzerine bahse girilecek çok fazla unsur yok; bunlardan ilki, yerli direniş karşıtı ekibin İsrail'in savaşı sürdürmesini, direnişi ortadan kaldırmaya yönelik başarılı bir proje olduğuna inandığı şeyi tamamlamasını ve İsrail'in direnişi yok etme sürecini bizzat devralması açısından 1982 deneyimini tekrarlamasını istemesi.
Bu ekip, silahsızlanma hedefine ulaşılmasına yardımcı olacaksa, ABD ve Arap ülkelerinin Lübnan üzerindeki ablukayı sıkılaştırmasına ve ülkeyi her türlü yardım veya kolaylıktan mahrum bırakmasına itiraz etmiyor.
Fakat bu güçler, bu süreçte kendilerinin bir rol üstlenebilecek veya hatta bunu isteyecek bir konumda değiller.
Öte yandan, bunlar direniş tabanının zor durumda olduğuna, direniş partisinin büyük sıkıntılar çektiğine ve insanların teslimiyetlerini ilan etmek için tek bir itici güce ihtiyaç duyduğuna güveniyorlar.
Bu nedenle, kuşatmayı daraltmanın, bir yandan Lübnanlı grupları mezhepsel, dini ve siyasi temelde direnişe karşı seferber etmek, diğer yandan orduyu ve iç güvenlik güçlerini direnişi kuşatmak için sahada adımlar atmaya teşvik etmek yoluyla gerçekleşeceğine inanıyorlar.
Peki dışarıda başka unsurlar üzerine bahse giren var mı?
Amerikalılar ve İsraillilerin, Lübnanlı güçlerin direnişi silahsızlandırmanın bir başlangıcı olarak direnişle silahlı çatışma görevini üstleneceği konusunda bahse girip girmedikleri açık değil.
Amerikalılar da 1980'lerdeki deneyimi tekrarlamak için ordularını Lübnan'a sokmak istiyor gibi görünmüyor.
Ancak İsrail işgalini genişletme ve Hizbullah'a silahsızlanması için baskı yapmasını sağlayacak daha fazla askeri eylemde bulunma fikrine karşı olmayabilir.
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap ülkeleri, direnişin silahsızlandırılması projesinde rol oynayan herkese mali destek sağlamakta sakınca görmüyor.
Direnişin ne istediğini ve kendisini ve silahını savunmak için neler yapabileceğini bir kenara bırakalım. Başka unsurları inceleyelim.
Direnişin düşmanları, mevcut siyasi ve mezhepsel bölünmenin doğasının, silah meselesini Şii çoğunluk ve diğer mezheplerden bir azınlık için varoluşsal bir meseleye dönüştürmeye yardımcı olduğunu düşünmüyorlar mı?
Direnişin düşmanları, savaştan sonra direniş ortamının gerçekliğini, Hizbullah'ın kendi işlerini ve tabanının işlerini nasıl yönettiğini, hangi yönetimle ve ne sonuçlarla yönettiğini gözlemlemiyorlar mı?
Ve yaşananlar, bir çöküşün veya yakın bir çöküşe işaret eden bir gerilemenin varlığını mı gösteriyor?
Sonra, silahtan vazgeçme karşılığında ne istiyorlar? Direnişin düşmanları, İsrail saldırılarıyla başa çıkma yolları hakkında tek bir mantıklı cevap sunmayı düşündüler mi, yoksa ordunun, uluslararası toplumun ve etkili diplomasinin rolünden bahsederek kulaklarımızı mı sağır edecekler?
Sonra, düşmanla uzlaşma konusunda taklit edilmesi gereken hangi modelden bahsediyorlar? Sistemi artık düşmanın kendisinin korumasına muhtaç hale gelen ve her an düşmekten korkan Ürdün modeli mi?
Yoksa Mısır modeli mi? Ki Mısır büyük sıkıntılar çekiyor ve gün geçtikçe sadece halkını doyurmaktan değil, bölgede büyüklüğüne denk herhangi bir rol oynamaktan da aciz olduğu ortaya çıkıyor.
Yoksa Ramallah yönetimi modeli mi? Ki tek stratejisi, dilencilik yapmak; Batı Şeria’nın her yerinde yerleşimler güçlenirken, sadece kendi halkının bireylerini öldürmekle ve onları işgale direnmekle suçlayarak takip eden memurların maaşlarını almaktan ibaret.
Yoksa Suriye'deki yeni model mi? Ki İsrail'in genişlemesi Tel Aviv'deki yöneticinin keyfine bağlı, Şam'ın yeni yöneticileri işgalci İsrail'i kınamaktan bile korkuyor ve Batı'nın ve Araplarının rızasını kazanmak karşılığında İsrail'e karşı herhangi bir eylemi engellemeye hazır görünüyorlar.
Ya da İsrail ile açık bir çalışma ilişkisine bulaşan, bölünme fikrini deneme fırsatı bulan, sonra işgalcinin iradesiyle iktidarı ele geçiren ve sonuçta projenin tamamen çökmesiyle sonuçlanan Lübnan Cephesi modeli mi?
Direnişten ve silahından vazgeçilmesi gerektiğini savunan görüş sahipleriyle faydasız bir tartışma var.
Sadece yaraları deşmeye, Lübnanlılara düşmanla işbirliğinin sonuçlarını, onunla işbirliğinin ve Amerika'nın taleplerine boyun eğmenin bilançosunu yeniden hatırlatmaya ihtiyaç var.
Bu acımasız bir süreç; ancak görünüşe göre buna acil bir ihtiyaç var. Yalnızca yorgun olsalar ve İsrail’le çatışmanın sürmesini istemeseler bile, bu büyüklükte bir adımın Lübnan'da bir fikir birliği ya da net bir çoğunluk gerektirdiğini, ayrıca bugünkünden tamamen farklı bir bölgesel ve uluslararası gerçeklik şart koştuğunu fark etmeyen insanlara durumu açıklamak gerekiyor.
Her birimizin istediğini ilan etme hakkı var ve biz, düşmana direnmek, toprağı ve esirleri kurtarmak ve saldırganlığı caydırmak için direniş silahına bir alternatif görmüyoruz.
Caydırıcılık kavramına yeniden itibar kazandırmak için gereken hazırlığı yapma ve düzenleme görevinin, insanların işlerini adil bir şekilde yöneten bir otorite inşa etme fikriyle çelişemeyeceğini düşünüyoruz.
Lübnan'da 1992 ile 2000 yılları arasında, yetkililer insanların işlerini yeniden düzenlerken ve Lübnan'a on milyarlarca dolar akarken, direnişin işgal altındaki bölgede düşmana karşı günlük bir savaş yürüttüğü olmadı mı? Evet, bu mümkün ve olması gereken de bu.
Amerika neden Lübnan ordusunu aşağılıyor?
Güneyde ateşkes ilan edilmesinden üç hafta sonra, Lübnan Ordu Komutanlığı, vatandaşları ordunun güneydeki bazı noktalarda patlamamış mühimmatı imha edeceği konusunda uyaran periyodik bildiriler yayımlamaya başladı.
O günlerde, bölgelerdeki tarama operasyonlarının, ordunun savaş sırasında düşman tarafından atılan ve patlamayan füzeleri ve mermileri ortaya çıkarmasını sağladığı izlenimi hakimdi.
Ancak dikkatli bir inceleme, ordunun patlattığı İsrail mühimmatının çok sınırlı olduğunu ve en büyük oranın Litani Nehri'nin güneyindeki bölgelerde direnişten elde edilen silah ve mühimmata ait olduğunu ortaya koyuyor.
Zamanla, ABD'nin orduya Hizbullah'tan elde ettiği veya el koyduğu her türlü silahı, bireysel silahlar da dahil olmak üzere tüm silah türlerini imha etmesini dayattığına dair veriler ortaya çıktı.
Amerikalılar, ordunun bu taahhüdüne uyup uymadığını denetlemek için, özellikle ordu Katyuşa veya Grad füzeleri depolarını, Rus yapımı Kornet gibi tanksavar füzelerini veya herhangi bir patlayıcı düzeneği ve saldırı niteliğindeki savaş araçlarını teslim alarak yakın bir takip mekanizması dayattı.
Ordu, durumu açıklamaya veya olan biteni netleştirmeye ve Amerikalıların kendisini, Amerikalılardan benzerlerini alamadığı silahlardan mahrum bırakma emirlerini kabul etme nedenini açıklamaya hazır görünmezken, üst düzey subaylar, Amerika'nın askeri kurumun bir çevik kuvvet birimi olmasını isteyen yaklaşımından büyük bir üzüntüyle bahsediyorlar.
ABD'nin, ordunun İsrail'in kendisine tehdit olarak görebileceği herhangi bir yeteneğe sahip olmasını açıkça engellediğini belirtiyorlar.
Bu kabiliyetler, tanksavar silahları da dahil olmak üzere saldırı silahlarını içeriyor.
Ayrıca, daha net "yasaklar" da var; ordunun kendine ait insansız hava araçlarına (İHA'lar) veya bu alandaki depolarını güçlendirmesine olanak tanıyacak patlayıcı yeteneklere sahip olması engelleniyor.
ABD Temsilcisi Morgan Ortagus ile Ordu Komutanı General Rudolf Heykel arasındaki görüşmenin içeriği öğrenildiğinde durum daha da karmaşıklaşıyor.
Zira Amerikalı diplomat, görüştüğü bazı isimlere toplantının sonuçlarını anlatmış ve komutanı, ordunun Hizbullah'ın tüm Lübnan'daki silahsızlandırılması sürecinde yeterince rol oynamadığı için "azarladığını" söylemiş!
Çeviri: YDH