Sorumluluktan kaçan bir güç: Çin’in güçlü ama belirsiz dünya tasarımı

img
Sorumluluktan kaçan bir güç: Çin’in güçlü ama belirsiz dünya tasarımı YDH

“Direniş Ekseni’nde olduğu gibi Çin’de de teorik metinlere karşı isteksizlik söz konusu; teorik tartışmalardan kaçınılarak salt pratik metinler oluşturuluyor. Çin, büyük bir güç olmanın sorumluluklarını üstlenmeli ve dünyaya bakış açısını netleştirmelidir.”




YDH- El-Ahbar yazarı Muhammed Fadlallah, uluslararası arenada özellikle ABD-Çin rekabetinde askeri-teknik mutabakatların yokluğuna dikkat çekerek, füze önleme sistemleri gibi teknik görünmesine rağmen esasen siyasi tercihlere dayanan meseleleri vurguluyor. Geleneksel egemenlik anlayışının geçerliliğini yitirdiğini ve devletlerin mekânsal ile demografik alanlarını artık “gözenekli” ve olasılıksal sistemlerle yönettiğini belirten Fadlallah, Çin’in büyük güç sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğine işaret ediyor. Fadlallah, analizinde, bölgesel aktörlerin konumu ve etkilerini öne çıkarırken, neoliberal güvencesizlik kavramının egemenlik ve devlet algısını nasıl dönüştürdüğünü de açıklıyor.

Füze önleme sistemleri yalnızca teknik meseleler değil, öncelikle siyasi tercihlerdir. Bir füzenin boş bir alana düşme ihtimali varsa, engellenmeli midir? Geleneksel egemenlik anlayışına göre, kuşkusuz evet. Peki ya olasılık yüzde 50’den azsa? Ya da füzenin yol açacağı maddi zarar, bir önleme füzesinin maliyetinden daha düşükse? Eğer bir sığınağa inmek can kayıplarını büyük ölçüde önlemeye yetiyorsa, yine de engelleme yapılmalı mıdır? Bu sorular teknik olmaktan ziyade politiktir. 

Bu yaklaşım yalnızca İsrail’e özgü değil. Dünyanın farklı bölgelerinde de hava sahasında tam egemenlik fikrinin geride kaldığına dair bir inanç güçleniyor. Tıpkı deniz seyrüseferinde mutlak bir sükunet dayatma yeteneğinin geçmişte kalması gibi — bugün Kızıldeniz’de yaşananlar buna örnektir. Bu nedenle dinamik olmak, rotaları gerektiğinde değiştirmek, aksi halde bir gemi vurulduğunda olayı abartmamak gerektiği savunuluyor. Tıpkı iklim felaketlerinde olduğu gibi, bu da sigorta ve risk yönetimi sisteminin bir parçası haline gelmektedir.

İklim değişkenliğiyle bağlantılı (tarım, altyapı hasarı vb.) finansal sigorta sistemlerinin yükselişiyle birlikte, siyaset giderek artan biçimde risk yönetimi olarak tanımlanmaktadır. Bu durum, ulus-devlet teorisindeki mutlak egemenlik anlayışının aksine, kabul edilebilir egemenlik ihlalleri oranına dair bir üst sınır tanımamaktadır. Böylece mekânsal ve demografik alanını teorik mutlaklıklar yerine olasılıksal sistemlerle yöneten, gözenekli bir devlet modeli ortaya çıkmaktadır.

Siyasi tartışma burada da bitmiyor: Askeri bütçe öncelikle saldırı teknolojilerine mi, yoksa savunma teknolojilerine mi ayrılmalıdır? Bugün için bunu takip etmeyi ve önerilen bütçeler üzerinden siyasi bir tutum oluşturmayı sağlayacak bir matris bulunmuyor. Yerine sadece genel bir ifade olan “Pentagon bütçesi” kullanılmaktadır. Oysa artık böyle bir matrise yalnızca ihtiyaç duyulmakla kalınmamakta, aynı zamanda gelecekteki uluslararası anlaşmalara da dahil edilmesi gerekmektedir.

1970’lerde Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında, birbirlerini tehdit eden füzelerin konumları ve boyutları ile belirli bölgelerde kullanılmasına izin verilen radar türleri konusunda bir dizi anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalar, fiziğin roket biliminin dışına itilmesi nedeniyle gerekliymiş gibi gösterildi; sanki siyaset, fiziğin bittiği yerde başlıyormuş gibi. Oysa bu yaklaşım yanlıştı. Çünkü bu, bilgisayar biliminin fiziğin yerini almasının ve nükleer enerjinin fosil yakıt lehine geri plana itilmesinin bir parçasıydı. Füze önleme sistemleri ve bilgisayar bilimi aynı dönemde ilerlerken, uzay programları aynı hızla geriliyordu.

Bugün, yapay zekâ (YZ) rekabetinde Çin’i geride bırakabilmek için büyük miktarda enerjiye ihtiyaç duyulması, Amerikalı ilericiler arasında nükleer enerjiye olan ilgiyi yeniden canlandırıyor. ABD yönetimine yönelttikleri tüm eleştirilere rağmen, Amerikalı ilericiler, baskıcı, kadın düşmanı ve homofobik Çin yönetimine kıyasla ABD’nin bu yarışı kazanmasını istiyor. Daha önce bu terimi kullandığımızda cehaletimizi eleştiren bu çevreler, şimdi “önceliklerin ölçeğini” hatırlatıyor. Fiziğin, “ilerici bir nükleer rönesans” ile geri dönme ihtimali gündemde. Ancak bu kez temel soru şudur: Fizik ile bilgisayar bilimi arasındaki ilişki nasıl şekillenecek?

Direniş (Lübnan ve Filistinliler) ile İsrail veya İran ile ABD arasında, ABD-Sovyetler örneğinde olduğu gibi teknik bir mutabakat hiç olmadı. Bu, teknik mutabakatların bir kurtuluş yolu olacağı anlamına gelmiyor; aksine, teknolojide neyin politik olduğunu yeniden değerlendirmek ve olasılıklara kapı aralamak önem taşıyor. Belirli bölgelerde bazı teknolojilerin yasaklanması, örneğin “Nisan Mutabakatı” benzeri teknik hükümlerle, gündeme gelebilir. “İnteraktif sistemlerin” gelişebilmesi için birçok politik olasılık mevcut: toplumsal kültürün değişmesi (sadece ölümün daha fazla kabul görmesi değil, aynı zamanda saldırıları etkisiz kılmak için sığınakların inşa edilmesi, şehirlerin yeniden düzenlenmesi ve kentleştirilmesi), Soğuk Savaş dönemindekine benzer anlaşmalar, ya da askeri bütçelerin saldırı ya da savunmaya odaklanması.

Bugün en dikkat çekici olan husus, ABD ile Çin arasında, 1970’lerde ABD ile Sovyetler Birliği arasında başlatılan türden askeri-teknik anlaşmaların olmamasıdır. Bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: Gelecekte teknolojiyi düzenleyen benzer siyasi anlaşmalar yapılacak mı? Çin’in açıkça ileri bir teknolojik aşamada olduğu düşünüldüğünde, bu anlaşmaların çevre ülkeler üzerindeki etkileri ne olabilir? Geçen yüzyılda beşeri bilimler, ABD-Sovyet anlaşmalarının temelini oluşturmuştu. Bugün beşeri bilimlerin yok denecek kadar zayıf olması, bu tür anlaşmaların savunusuz kalması anlamına mı geliyor? Tıpkı Direniş Ekseni’nde olduğu gibi Çin’de de teorik metinlere karşı isteksizlik söz konusu; teorik tartışmalardan kaçınılarak salt pratik metinler oluşturuluyor.

Mesele şu ki, ekonomik alanda bile ABD ile Sovyetler Birliği arasında askeri anlaşmaların olduğu bir dönemin aksine, bugün aralarındaki çatışmaları düzenleyen hiçbir anlaşma bulunmuyor. Oysa günümüzde, teknolojik anlaşmaların —örneğin THAAD platformlarının ya da Çin’in kendi muadillerinin nerelere konuşlandırılabileceğini belirleyen düzenlemelerin— yapılması daha uygun olurdu.

Çin, ABD ile bir tür gerginlik kontrol anlaşmasına varmalıdır. Bu, çevre ülkelerin çıkarına olur. Zira ABD, mevcut tehditleri gerekçe göstererek Tayvan’dan Ukrayna’ya, İsrail’e kadar rakiplerini silahlandırıyor. Çin ise olup bitenlerle ilgilenmiyormuş gibi davranıyor. Oysa Çin, ABD’nin araçlarını —“saray kölelerini”— sahaya sürdüğünü ve onları, ABD’yi savunurken ölmeye hazır hale getirdiğini biliyor. Çünkü ABD ile Çin arasında açık bir rekabet var ve ABD, Çin’i küresel ekonominin liderliğinden uzaklaştırmak istiyor. Bu elbette Çin’in hakkıdır. Ancak Çin, büyük bir güç olmanın sorumluluklarını üstlenmeli ve dünyaya bakış açısını netleştirmelidir.

Bugün Çin, sorumluluk üstlenmeden büyük güçlerin ayrıcalıklarını istiyor. ABD’nin Çin’e giden yolu güvence altına almak için çevre ülkeleri devre dışı bırakmak istediğini biliyor. Çin ise ABD’yi bu imha savaşlarında mali olarak tüketmeyi umuyor. ABD, çevre ülkeleri, büyük bir savaştan önce ortadan kaldırılması gereken Çin müttefikleri olarak görüyor. Çin ise çevre ülkeleri müttefik olarak görmemekle kalmıyor, aynı zamanda onlara dair bakış açısını da belirsiz bırakıyor. Çin bu ülkeleri silahlandırmak istemiyorsa, en azından ABD’nin çevre ülkelere yönelik dizginsiz saldırganlığını sınırlayacak teknolojik, ekonomik ve askeri anlaşmalar yapmalı. Bu aynı zamanda Çin’in “Kuşak ve Yol Girişimi” kapsamında altyapı yatırımlarını güvence altına almak için de gerekli.

İsrail’in Yemen saldırılarına uyum sağlaması, müdahale sistemleri konseptindeki bu değişimin bir parçasıdır. Yemen saldırıları ve tarihte komşu olmayan iki devlet arasında gerçekleşen ilk örnek olan İran-İsrail 12 günlük savaşı sonrasında, müdahale sistemleri anlayışı değişti. İran fiilen hava desteğinden yoksundu. Ancak birkaç gün içinde İsrail, saldırılarının Yemen’de olduğu gibi orada da etkisiz kaldığını gördü. Bu durum sadece bölgenin genişliğiyle —Lübnan ve Gazze örneklerinin aksine— açıklanamazdı.

Sonuç olarak, geçmiş on yıllardan farklı olarak, kara sınırı bulunmayan bir devletin direnişi, kara sınırına sahip olan bir devletten daha etkili hale gelebilir. İran, Yemen, Irak, potansiyel bir Alevi devleti (İsrail’in Suriye’yi bölme arzusu bağlamında) ya da Bekaa Vadisi, İsrail adlı Amerikan askeri üssüne karşı direnişin merkezi haline gelebilir. Buradan fırlatılacak insansız hava araçları, düşmanın kara harekâtı başlatmasını engelleyebilir. Libya’daki Selefi örgütlerin ne kadar kirli olduklarının göstergelerinden biri, Avrupa’daki Amerikan üslerini hedef almamış olmalarıdır; oysa Hizbullah, Kıbrıs’taki İngiliz havaalanlarını hedef almaya hazırdı. Suriye’de “devrimin zaferi”nden sonra bu hareketlerin ne olduğu iyice anlaşıldı.

Bugün, ortak sınırlar önceki dönemlerin aksine direniş için bir yük haline geldi. İnsansız hava araçlarının dönüştürücü bir güç olabilmesi için siyasi bir dönüşüm de gerekli. Onları yalnızca savaş teknolojisi olarak görmek anlamsızdır.

Meksika kartelleri hâlihazırda ABD sınırında insansız hava araçlarıyla birbirleriyle savaşıyor. Bazı ABD yetkilileri, bu kartellerin yakında ABD sınır güvenlik güçlerini ve askeri personeli hedef almasının an meselesi olduğunu söylüyor. Bu saldırılar gerçekleştiğinde, şok edici olmayacak. Çünkü neoliberal güvencesizlik kavramı, devletten, egemenlikten, mekânsallıktan ve nüfus fikrinden uzaklaşıp eyleme kaydı. Gözenekli devlet, güvencesiz devlettir.

Asıl soru şudur: Kimliği belirsiz insansız hava araçları Çin topraklarına ulaşmaya başladığında, Çin’in tepkisi ne olacak?

Çeviri: YDH

Daha fazlasını okuyun: ''Bilgi güçtür, Amerika ise bilgiyi kaybediyor''

Daha fazlasını okuyun: İran, Batı’ya sadece askeri değil, felsefi anlamda da meydan okuyor



Makaleler

Güncel