SDG ile HTŞ çatışması ve Türkiye'nin müdahale ihtimali

img
SDG ile HTŞ çatışması ve Türkiye'nin müdahale ihtimali YDH

"Müzakereler solmuş, savaş ise giderek öne çıkıyor. SDG hâlâ iktidardan taviz almak istiyor, ancak HTŞ Türkiye ile birlikte saf tutarak gerçek bir özerklik alanı bırakmamaya çalışıyor."




Beşar Esed hükümetinin düşüşünden dokuz ay sonra, SDG ile Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) rejimi arasındaki diyalog penceresi her geçen gün daha da daralıyor ve aynı anda Halep, Menbic ve Fırat’ın doğusundaki cephelerde çatışmalar alevleniyor.

10 Mart Anlaşması, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) yeni orduya entegrasyonunun yolunu açacak ve ulusal uzlaşının başlangıcı olacak bir adım olarak görülüyordu; ancak bugün her zamankinden daha fazla topçu ateşi, insansız hava araçları ve dış aktörlerin baskısı gölgesinde kenara itilmiş durumda.

SDG güçlerinin ABD ile Kuzey Suriye’de gerçekleştirdiği ortak tatbikatlar, yalnızca Kürtlerin entegrasyon sürecinden uzaklaştığının göstergesi değil, aynı zamanda HTŞ ile Ankara açısından açık bir şekilde aşırı taleplerin ve özerklik ya da hatta federalizme yönelimin işareti olarak görülüyor.

SDG liderleri, “siyasi çözüm”e dayanarak 10 Mart Anlaşması’nın ötesinde güvenceler talep ediyor; bu güvenceler yerel yönetim hakkını, bazı kaynaklar üzerinde denetimi ve Kürtlerin anayasada tanınan bir konuma sahip olmasını içeriyor. Ancak HTŞ, bu talepleri “bölücülük için bir örtü” olarak nitelendiriyor ve ülkeyi idari açıdan “yüzde 90 oranında adem-i merkeziyetçi” hale getiren 107 sayılı kanunu hatırlatıyor.

Bu süreçte, Amerika Birleşik Devletleri’nin Kürtlere verdiği destek ve İsrail’in örtülü şekildeki eşlik etmesi, krizin jeopolitik tablosunu daha da karmaşık hale getirmiştir.

Washington bir yandan HTŞ ile siyasi müzakereleri yürütürken, diğer yandan SDG ile ortak tatbikatları güçlendiriyor. İsrail ise Kürtlerin bağımsızlığını ya da özerkliğini, bölgedeki kuşatma halkasını kırmak için stratejik bir koz olarak görüyor. Buna karşılık Türkiye, bu süreci ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdit olarak değerlendiriyor ve SDG'nin Ocak ayına kadar entegrasyonunun tamamlanmaması halinde askeri müdahale ihtimaline karşı uyarıda bulunuyor.

Hatta bir zamanlar HTŞ ile iletişim köprüsü olarak tanıtılan Kürt Ulusal Konseyi (ENKS), başkente tek taraflı seyahat kararıyla Washington’un hedeflediği birleşik Kürt bloğunu dağıttı. Bu adım yalnızca ABD ve Fransa’nın tepkisini çekmekle kalmadı, aynı zamanda Kürt cephesindeki ayrılığın kapsamlı bir anlaşmayı daha da zorlaştırdığını ortaya koydu.

Bu süreçte Türkiye’nin rolü de belirginleşti: Ankara’nın ENKS ile bir sorunu yok ve bu oluşumu PYD ve SDG'ye karşı bir koz olarak kullanıyor.

Sonuç olarak, bugünün Suriye haritası kuzey ve doğuda, zayıf siyasi diyaloglar ile noktasal savaşların bir bileşimidir; siyasetin ağırlığı azaldıkça, sahadaki çatışmaların ve dış müdahalelerin yükü artmaktadır.

Bu süreçte Ankara açısından öne çıkan kilit nokta şudur: Kürt özerkliğinin her türlü pekişmesi, fiilen İsrail’in konumunu güçlendirmek ve Türkiye’nin güvenliğini zorlamak anlamına gelecektir.

10 Mart Anlaşması ve Entegrasyonun Fay Hatları

10 Mart 2025 Anlaşması, Suriye’de iç savaşa son vermek ve ulusal birlik sürecini başlatmak için bir dönüm noktası olacaktı. Bu anlaşmada, Suriye Demokratik Güçleri (SDG), ülkenin savunma yapısında yeni ulusal ordunun bir parçası olarak entegre olmayı taahhüt etti. Buna karşılık, Ebu Muhammed el-Colani liderliğindeki geçici hükümet, Kürtlerin vatandaşlık haklarının gelecekteki anayasa çerçevesinde korunacağına dair güvence verdi.

Ancak anlaşmanın imzalanmasından altı ay sonra, çatlaklar onarılmak yerine daha da derinleşti. Temel sorun iki düzeyde görülebiliyor:

  1. Güvenlik–Askerî Düzey

    • HTŞ, entegrasyonun bağımsız SDG yapısının tamamen feshedilmesi ve mensuplarının orduya katılması anlamına gelmesi konusunda ısrar ediyor; bayrak, sembol ve bağımsız komuta olmadan.
    • Kürt komutanlar, özellikle Mazlum Abdi, böylesi bir sürecin siyasi güvenceler olmaksızın “tek taraflı silahsızlanmadan” başka bir şey olmayacağını vurguluyor. Bu nedenle, SDG Askerî Meclisi hâlâ kendi yapısını koruyor ve hatta yakın zamanda ABD ile ortak tatbikat gerçekleştirdi—bu tatbikat HTŞ ve Ankara’ya açık bir mesaj niteliğindeydi: Bizim hâlâ dış destekçimiz var.
  2. Siyasi–Hukukî Düzey

    • Colani, iç ve dış görüşmelerinde defalarca “Suriye, 107 sayılı kanuna göre yüzde 90 adem-i merkeziyetçidir” diyerek federalizm ya da özerklik konusundaki her tartışmanın “bölücülük için bir örtü” olarak görüleceğini vurgulamıştır.
    • Buna karşılık Kürt güçleri yalnızca anayasada yazılı güvenceler istemekle kalmıyor, aynı zamanda savaş yılları ve kuzeydoğudaki yönetim deneyiminin göstermiş olduğunu, gerçek bir tür adem-i merkeziyetçilik olmaksızın 2011 öncesi duruma dönmenin imkânsız olduğunu dile getiriyorlar.

Bu anlaşmazlıklar yalnızca teorik bir tartışma değildir. Türkiye resmî olarak, entegrasyonun Ocak ayına kadar tamamlanmaması halinde askerî müdahaleye başvuracağı konusunda uyarıda bulunmuştur.

Bu ültimatom özellikle Şam’da Colani'nin yaptığı açıklamalardan ve bunların Türk basınındaki yansımalarından sonra daha da önem kazanmıştır. Ankara için sınırlarının hemen ötesinde herhangi bir Kürt silahlı gücünün varlığı, ikinci bir PKK devleti kurulmasıyla eşdeğer sayılmakta; bu da Türkiye’nin ulusal güvenliğini doğrudan tehdit eden bir senaryo olarak görülmektedir.

Bu koşullarda, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupalı müttefikleri de zorlu bir denge arayışındadır. Bir yandan Kürtleri bir koz olarak kaybetmek istemiyorlar -özellikle IŞİD ile mücadelede ve Fırat’ın doğusundaki nüfuzlarını sürdürmede- diğer yandan, Kürt federalizmine açık destek vermenin, NATO’nun kilit ortaklarından biri olan Türkiye ile ciddi bir çatlak anlamına gelmesinden endişe duyuyorlar.

İşte bu ikilik, Washington’un aynı anda Kürtlere “bütçe ve eğitim” sağlamasına, fakat diplomatik düzeyde HTŞ'nni uzlaşıcı diline destek vermesine yol açmıştır.

Böylece, 10 Mart Anlaşması bir istikrar kapısı olmak yerine artık Kürtler–HTŞ–Ankara arasında üçlü bir çekişme alanına dönüşmüştür; bu çekişmenin devamı yalnızca anlaşmanın uygulanmasını geciktirmekle kalmayacak, aynı zamanda sahadaki gerilimleri artıran ve Suriye krizini daha da yıpratıcı hale getiren bir faktör olacaktır.

Saha mı Diplomasi mi – Çatışmaların Tırmanışı ve Arabuluculukların Çöküşü

Her ne kadar 10 Mart Anlaşması görünüşte SDG ile HTŞ arasındaki anlaşmazlıkları sona erdirmek için bir yol haritası olarak tasarlanmış olsa da, son altı aydaki saha gelişmeleri savaş mantığının bir kez daha siyaset mantığına galip geldiğini göstermiştir. Doğrudan müzakerelerin Şam’da sürdürülmesi planlanırken, aynı anda birkaç etken bu süreci rayından çıkarmıştır:

  1. Kuzey ve Doğu Cephelerinde Çatışmaların Alevlenmesi

    • Yazın ikinci yarısında, HTŞ birlikleri ile SDG güçleri arasında Deyr Hâfer ve Menbic yakınlarında çatışmalar yoğunlaştı. Her ne kadar askerî kayıplar sınırlı olsa da, sivillerin ölümü müzakere atmosferini daha da zehirledi.
    • Kimliği belirsiz insansız hava araçları – saha kaynaklarına göre arkasında Türkiye’nin bulunduğu düşünülen – Haseke ve Kamışlı kırsalında SDG'nin lojistik mevzilerini hedef aldı. Buna karşılık SDG güçleri, Fırat’ın doğusunda HTŞ'nin ikmal güzergâhlarını kapattı.
  2. Amerika’nın İkilemi; Mali Destek ile Entegrasyon Çağrısı Yan Yana

    • ABD Kongresi’nin 2025 mali yılı için onayladığı bütçe, Washington’un SDG'yi finanse etmeye devam ettiğini göstermektedir; özellikle eğitim, sınır güvenliği ve IŞİD ile mücadele alanlarında.
    • Ancak diplomatik düzeyde Washington, HTŞ'den entegrasyon sürecini ilerletmesini istemekte ve hatta müzakerelerin Suriye başkentinden üçüncü ülkelere taşınması için Fransa ve Ürdün’ün arabuluculuğunu desteklemiştir. HTŞ ise bu girişimleri reddetmiş ve SDG ile yaşanan anlaşmazlığın bir iç mesele olduğunu vurgulamıştır.
  3. HTŞ–Ankara Görüşmesine Dair Çelişkili Anlatılar

    • MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın son Şam ziyareti, 10 Mart Anlaşması konusundaki derin ayrılıkları bir kez daha ortaya koydu.
    • Suriye medyası, görüşmelerin ana ekseninin entegrasyon sürecinin tamamlanması olduğunu duyurdu; ancak resmî Türk kaynakları yalnızca “IŞİD ile mücadele, sınır güvenliği ve mültecilerin dönüşü”ne değindi.
    • Bu anlatı farklılıkları, Türkiye’nin hâlen SDG'nin geleceği ve HTŞ'nin Kürt bölgelerinde doğrudan nüfuzunun boyutu konusunda tereddütlü olduğunu göstermektedir.
  4. Kürt Cephesinde Ayrılık

    • Kürt Ulusal Konseyi (ENKS), defalarca tüm Kürt oluşumlarının özerk yönetimde pay sahibi olması gerektiğini ve yalnızca tek bir birleşik siyasi blokun HTŞ ile müzakerelerde başarılı olabileceğini vurgulamıştır.
    • Ancak ENKS’nin HTŞ ile doğrudan müzakere için attığı tek taraflı adım, ABD ve Fransa’nın arzuladığı Kürt birliği görüntüsünün çökmesine yol açtı.
  5. Sahadaki Sonuçlar

    • Bu süreçlerin eşzamanlı ilerlemesi, 10 Mart Anlaşması’nı fiilen bir “kâğıt üzerindeki belge”ye dönüştürmüştür.
    • Suriye’nin kuzeyi ve doğusunda müzakereler zayıfladıkça, noktasal çatışmalar, İHA operasyonları ve sahadaki hareketlilik onların yerini almaktadır.
    • Türkiye de açıkça, entegrasyon sürecinin Ocak ayı sonuna kadar tamamlanmaması halinde “doğrudan askerî müdahaleyi” gündeme alacağını tehdit etmiştir; bu tehdit hem HTŞ hem de SDG üzerinde ek baskı yaratmaktadır.

Kürt–HTŞ Denkleminde Amerika ve İsrail’in Rolü

HTŞ ile SDG 10 Mart Anlaşması’nın hükümleri üzerinde çekişirken ve Türkiye askerî müdahale tehdidinde bulunurken, iki dış aktör – Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail – bu denklemi daha da karmaşık hale getirmede belirleyici bir rol oynamaktadır. Her ne kadar iki aktörün hedefleri farklı olsa da, fiiliyatta politikalarının çıktısı Kürt–HTŞ ayrılığının sürmesine yol açmıştır.

  1. Amerika; Mali Destek ile Siyasi Baskı Arasındaki Açık İkilem

    • ABD Kongresi, 2025 savunma bütçesinde yüz milyonlarca doları SDG güçlerinin eğitimi, donatılması ve maaş ödemelerine tahsis etmiştir. Buna karşın diplomatik düzeyde Washington, HTŞ'den entegrasyon sürecini tamamlamasını talep etmektedir.
  • Bu mesajlardaki çelişki, Kürt liderlerin ABD’nin mali desteğine güven duymasına yol açmış, ancak aynı zamanda geçici HTŞ rejimi çerçevesindeki siyasi gelecekleri konusunda tereddüt yaşamalarına neden olmuştur.
  • ABD temsilcilerinin Fırat’ın doğusuna sık sık gerçekleştirdiği ziyaretler, özellikle SDG Askerî Meclisi toplantılarına katılım, Washington’un SDG'yi hâlen “başlıca IŞİD karşıtı güç” olarak gördüğünü ve bu kozu kolayca elden bırakmak istemediğini göstermektedir.
  1. İsrail; Gizli Destek ve Kürt Kartının Stratejik Kullanımı

    • Tel Aviv resmî olarak Kürtlere siyasi ya da askerî destek açıklamamıştır, ancak bölgesel kaynaklar İsrail istihbarat subayları ile bazı yerel Kürt liderler arasındaki gayriresmî temaslardan söz etmektedir.
    • İsrail açısından, Suriye’nin kuzeyi ve doğusunda bir tür Kürt özerkliğinin pekişmesi, Direniş Ekseni'nde jeopolitik bir çatlak yaratmakta ve fiilen İran–Suriye– Lübnan koridorunu zayıflatmaktadır.
    • İsrailli yetkililer, kapalı toplantılarda defalarca “Suriye’nin yumuşak bölünmesinin” İsrail’in ulusal güvenliği için faydalı olduğunu vurgulamışlardır; çünkü bu durum Şam’da yeniden merkezi ve İsrail karşıtı bir devletin oluşumunu engellemektedir.
  2. Entegrasyon Sürecine Etkisi

    • ABD’nin mali ve askerî desteği ile İsrail’in örtülü eşliği, SDG'nin dirençli bir pozisyonda durmasına ve geniş kapsamlı güvenceler olmaksızın entegrasyona yanaşmamasına yol açmıştır.
    • HTŞ ise bu destekleri “Suriye’nin iç işlerine doğrudan müdahale” olarak nitelendirmekte ve bu sürecin devam etmesinin 10 Mart Anlaşması’nın meşruiyetini ortadan kaldıracağı konusunda defalarca uyarmıştır.
    • Sonuç olarak, ulusal uzlaşıya doğru ilerlemek yerine siyasi sahne, dış blokların rekabet alanına dönüşmüştür: bir yanda Washington ve Tel Aviv, diğer yanda HTŞ–Ankara.
  3. Jeopolitik Sonuçlar

    • Amerika için Kürtler, yalnızca IŞİD’i kontrol altında tutma ve Fırat’ın doğusundaki nüfuzu sürdürme politikasının bir “aracı”dır; dolayısıyla bir gün daha büyük çıkarlar (örneğin Suriye–İsrail ilişkilerinin normalleşmesi) söz konusu olursa, Kürtlerin göz ardı edilmesi ihtimal dışı değildir.
    • İsrail için ise mesele taktik düzeyi aşmış ve stratejik bir boyut kazanmıştır: Suriye’nin merkezi yapısı ne kadar zayıf olursa, İsrail’in kuzey sınırlarının güvenliği o kadar güçlenecektir.
    • Bu ikilik, Kürtleri paradoksal bir duruma sokmuştur: Bir yandan dış desteklerden faydalanıyorlar, öte yandan Amerika ile Kürtler arasındaki ilişkilerin tarihi, Washington’un onları defalarca daha büyük pazarlıkların kurbanı haline getirdiği anlarla doludur.

Türkiye ve Askerî Tehdit

Türkiye, Suriye krizinin başlangıcından itibaren Kürt meselesini yalnızca Suriye'nin iç meselesi olarak değil, kendi ulusal güvenliğine yönelik doğrudan bir tehdit olarak görmüştür. Bugün de dengelerin değişmesine ve HTŞ rejiminin oluşmasına rağmen Ankara’nın bakışı büyük ölçüde değişmemiştir; Suriye’nin kuzey ve doğusunda Kürtlerin örgütlü varlığı, Türkiye’nin güvenlik tehditleri listesindeki önceliğini korumaktadır.

  1. Türkiye’nin Kırmızı Çizgisi

    • Türk hükümeti, özellikle 10 Mart Anlaşması’ndan sonra, güney sınırları boyunca herhangi bir Kürt silahlı gücünün varlığını PKK’nın ikinci bir kolunun kurulmasıyla eşdeğer saydığını defalarca açıklamıştır.
    • MİT Başkanı İbrahim Kalın, Colani ile son görüşmelerinde bu kırmızı çizgiyi açıkça vurgulamış ve SDG entegrasyonunun yıl sonuna kadar tamamlanmaması halinde Türk ordusunun “doğrudan müdahale” seçeneğini masada tutacağı konusunda uyarmıştır.
    • Ankara, iç politikada da Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) baskısı altındadır; MHP sürekli olarak “YPG tehdidinin kökten ortadan kaldırılması” gerekliliğini dile getirmektedir.
  2. Baskı Araçları

    • Diplomatik Baskı: Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile İbrahim Kalın’ın art arda gerçekleştirdiği Şam ziyaretleri, Colani'yi Kürtlere karşı daha sert bir tutum almaya zorlamayı hedeflemiştir.
    • Askerî Baskı: Türk ordusunun güney sınırlarında, özellikle Ayn el-Arab (Kobani) ve Tel Abyad çevresinde yaptığı tatbikatlar, SDG'ye yönelik açık bir mesaj olmuştur.
  • Siyasi Baskı: Ankara, ENKS akımını destekleyerek Kürt cephesindeki ayrılığı derinleştirmeye ve PYD/SDG’yi yalnızlaştırmaya çalışmaktadır.
  1. HTŞ ile Anlaşmazlıklar

    • Kalın’ın Şam’da Colani ile yaptığı son görüşme, 10 Mart Anlaşması’nın uygulanması konusunda Türkiye ile HTŞ rejimi arasında dahi anlaşmazlık bulunduğunu ortaya koydu.
    • Suriye kaynakları, Colani'nin entegrasyon sürecinin tamamen merkezi hükümetin kontrolünde olmasını istediğini bildirirken; Türkiye, güvenlik kaygılarının giderilmesi için bazı yerel güçlerin paralel şekilde sınır güvenliği yönetiminde kalmasını talep etmektedir.
    • Türk medyası bu anlaşmazlığı önemsiz göstermeye çalışsa da, gerçekte bu konuda derin bir görüş ayrılığı bulunmaktadır.
  2. Ankara’nın Hesapları

    • Türkiye, askerî müdahale tehdidinde bulunurken, geniş çaplı bir operasyonun siyasi ve ekonomik maliyetlerinin farkındadır. Uluslararası tepkiler, özellikle ABD Kongresi ve Avrupa Birliği’nden gelecek itirazlar, Türkiye’nin büyük projelerini – F- 35 programına katılım ya da ekonomik anlaşmalar gibi – riske atabilir.
    • Buna rağmen, Erdoğan ve iktidar koalisyonu için Kürtlere karşı kararlılık göstermek bir “seçim aracı” niteliği taşımaktadır; özellikle de Erdoğan’ın anayasa değişikliği girişimleri ve kendi cumhurbaşkanlığı süresini uzatma çabaları dikkate alındığında.
  3. Olası Senaryolar
  4. SDG'nin HTŞ rejiminin ordusuna tam entegrasyonu: Türkiye için en ideal senaryo, ancak Ankara ve Washington’un ortak baskısı olmadıkça muhtemel görünmüyor.
  5. Yerel SDG yapılarının korunarak yarım yamalak bir entegrasyon: HTŞ'yi tatmin etmeyecek ve Ankara’yı endişelendirecek bir senaryo; ancak şimdilik en olası durum bu gibi duruyor.
  6. Türkiye’nin sınırlı askerî müdahalesi: Noktasal saldırılar veya sınır bölgelerinin ele geçirilmesi—“Barış Pınarı” ve “Zeytin Dalı” operasyonlarına benzer—bu seçenek, hem Kürtlere hem de HTŞ'ye psikolojik baskı kurmak için masada tutulmaya devam ediyor.

Kuzeydoğuda Toplum ve Meşruiyet

10 Mart Anlaşması’nın kaderini belirleyen yalnızca Şam’daki müzakere odaları ya da Ankara’nın sınır tehditleri değildir; aynı zamanda Suriye’nin kuzeydoğusundaki şehir ve köylerdeki günlük yaşamın gerçekliğidir. Bu bölgede meşruiyet, siyasi bildirilerden değil, hizmetlerden, güvenlikten, eğitimden ve halkın gerçek katılım hissinden inşa edilir. Eğer bu temeller zayıf olursa, her türlü anlaşma kâğıt üzerinde kalır ve sahada çöker.

  1. Kamuoyu ve Çelişkili Mesajlar

    • Kamışlı’da binlerce kişi “Tüm Suriye için adem-i merkeziyetçilik” sloganıyla sokaklara çıktı. Bu gösterinin ana mesajı, özerk yönetimin yalnızca etnik bir ayrıcalık peşinde olmadığı, aksine tüm Suriye bölgeleri için yeni bir yönetim modeli önerdiğiydi.
    • Aynı zamanda, Mazlum Abdi ve SDG komutanları askerî toplantıda “siyasi çözümün” tek seçenek olduğunu vurguladılar; ancak IŞİD hücreleriyle mücadeleyi de koalisyonla birlikte sürdürmeye devam edeceklerini belirttiler. Zorunlu askerlikten kaçanların affedilmesi kararı da, gençler ve askerlik baskısından rahatsız olan ailelerle aradaki uçurumu onarmaya yönelik bir girişim oldu.
  2. Kürt Cephesi İçindeki Ayrılıklar

    • Kürt Ulusal Konseyi (ENKS), defalarca tüm oluşumların özerk yönetimde pay sahibi olması gerektiğini dile getirmiş ve Duhok formülünü (yüzde 40 ENKS, yüzde 40 PYD, yüzde 20 diğer partiler) önermiştir.
    • Fiiliyatta ise, ne zaman bir oluşum HTŞ ya da dış aktörlerle tek taraflı müzakereye girse, “birleşik Kürt bloğu” görüntüsü çökmüş ve HTŞ ile Ankara’nın baskı kurma imkânları daha da artmıştır.
    • Sonuç açıktır: Ortak bir temsil olmadıkça, dış desteğin bile yalnızca zaman kazandıracağı ve kalıcı bir kazanım getiremeyeceği kesindir.
  3. Arap ve Asurî Toplumlarla İlişki

    • Deyr ez-Zor’un doğusu, her iki taraf için de yalnızca bir petrol kaynağı değildir; kaçakçılık yolları ve Fırat geçişleri ona stratejik bir değer kazandırmaktadır. Bu yüzden bu güzergâhların kontrolünde yaşanan her değişim yeni çatışmaları tetiklemektedir.
    • Bu bölgedeki Arap kabilelerinin tutumu sabit değildir. Nerede somut hizmet ve güvenlik alırlarsa oraya yönelirler; ancak ayrımcılık ya da kültürel dayatma hissettiklerinde hızla uzaklaşırlar.
    • Asurîler ve Hristiyanlar da nüfuslarının azlığına rağmen güven ölçümünde önemli bir gösterge niteliği taşır. Kiliselerin güvenliği, anadil eğitimi ve meclislere katılım onlar için kırmızı çizgi sayılmaktadır.
  4. Hizmetler ve Eğitim; Meşruiyetin İnşa Edildiği Yer

    • Çok dilli ve yerel eğitim, özerk yönetimin kazanımlarından biridir; ancak aileler diplomaların geçerliliği ve çocuklarının eğitim geleceği konusunda endişelidir. Eğer diplomalar ulusal ya da uluslararası üniversitelere kapı açamazsa, bu durum hızla bir memnuniyetsizlik kaynağına dönüşecektir.
    • Günlük hizmetler – elektrik, su, ekmek ve yakıt – halkın gerçek değerlendirme ölçütüdür. Petrol ve gümrük gelirleri şeffaf bir şekilde kamu hizmetlerine dönüştüğü sürece toplumsal güven artar.
    • Güvenlik, her ne kadar IŞİD ile mücadele üzerinden tanımlansa da, yerel güçlerin günlük davranışları, kontrol noktaları ve çok etnili polis yapısı halkın memnuniyetinde belirleyici rol oynamaktadır.
  5. Öcalan’ın Mesajı; Slogandan Toplumsal Sözleşmeye

Abdullah Öcalan’ın Arap şeyhlerine ilettiği Kürt–Arap tarihsel kardeşliği mesajı, birçoklarının gözünde önemli bir sermaye olarak görülmektedir. Ancak bu sermaye, ancak somut bir toplumsal sözleşmeye dönüştüğünde kalıcı olabilir:

  • Aşiretlerin meclislerde ve yerel yönetimde gerçek paya sahip olması,
  • Ailelerin tercihine göre dinî ve kültürel eğitim hakkının güvence altına alınması,
  • Yerel gelirlerin bir kısmının aşiretlerin altyapı projelerine tahsis edilmesi,
  • İhtilafların çözümü için şeyhler ile sivil kurumlar arasında ortak bir mekanizmanın kurulması.

Bu pratik tercüme olmaksızın, Öcalan’ın mesajı yalnızca saygı duyulan bir slogan olarak kalır; geleceğin kritik dönemeçlerinde huzurun garantisi olamaz.

Kürtlerin müzakere masasındaki gerçek ağırlığı, Amerika ya da İsrail’in desteğinden değil, kuzeydoğudaki toplumun birliğinden ve halkın memnuniyetinden gelmektedir. Eğer özerk yönetim, Arap aşiretlerinin, Hristiyanların ve Kürt gençlerinin güvenini hizmetler, geçerli eğitim ve akılcı güvenlik ile kazanabilirse, herhangi bir güvencesiz entegrasyonun maliyeti HTŞ ve müttefikleri için daha ağır olacaktır. Ancak bu temeller güçlendirilmezse, Washington’dan ya da başka herhangi bir başkentten gelecek her anlaşma veya destek sadece geçici olacaktır.

Kürtler ile HTŞ İlişkisine Dair Olası Senaryolar

10 Mart Anlaşması’ndan altı ay sonra, entegrasyon ve ulusal uzlaşı yolunun kolay olmayacağı artık açıktır. Çıkar çatışmaları, dış baskılar ve iç bölünmeler bu sürecin geleceğini belirsizlik içinde bırakmıştır. Saha gelişmeleri, aktörlerin tutumları ve tarihsel tecrübeler ışığında en az üç temel senaryo öngörülebilir:

  1. Yarım Kalmış Uzlaşı ve Şartlı Entegrasyon 

    • Bu senaryoda, ABD ve Fransa’nın arabuluculuğuyla müzakereler yeniden başlar ve taraflar asgarî bir formülde uzlaşır.
    • SDG güçleri bireysel olarak HTŞ ordusuna entegre edilir, ancak fiiliyatta yerel yapıların ve güvenlik meclislerinin bir kısmı varlığını sürdürür.
    • HTŞ, anayasa düzeyinde “idarî adem-i merkeziyetçilik” sözü verir, ancak federalizm kelimesini kullanmaz.
    • Petrol kaynakları merkezi hükümetin kontrolüne geçer, ancak kuzeydoğunun kalkınması için belirli bir pay ayrılır. 

Sonuç olarak askerî gerilimin azaldığı fakat güvensizliğin devam etttiği; yıllarca sürebilecek gri bir durum yaratır.

  1. Sınırlı ve Bölgesel Savaş 

    • Türkiye tehdidini hayata geçirirse ya da Deyr ez-Zor ve Menbic’teki çatışmalar kontrolden çıkarsa, HTŞ ile Kürtler arasında sınırlı bir savaş alevlenecektir.
    • Bu savaş büyük cephe muharebeleri değil, noktasal saldırılar ve İHA operasyonları şeklinde yaşanacaktır.
    • Amerika böyle bir durumda ikili bir tavır alacaktır: görünürde sükûnet çağrısı yaparken, perde arkasında SDG'nin yok olmasını önlemek için mali ve istihbarî desteğini sürdürecektir.

Bunlar, artan göç ve yerinden edilmelere sebep olur, kuzeydoğudaki idarî yapı yeniden zayıflar ve IŞİD, hücrelerini yeniden inşa etmek için fırsat bulur.

  1. Aşamalı Çöküş ve İç Çokparçalılık 

    • ENKS ile PYD arasındaki iç bölünmeler derinleşirse ve Arap aşiretleri özerk yönetimden uzaklaşırsa, mevcut yapı içeriden çökecektir.
    • HTŞ ve Ankara, bu bölgelerde kendi nüfuzlarını kısmen pekiştirir ve Kürtler dağınık, zayıf bir aktöre dönüşür.

Bunun sonucunda Kürtlerin siyasî denklemdeki ağırlığı azalır, HTŞ'nin eli güçlenir ve Fırat’ın doğusunda “İdlibleşme” modelinin tekrarlanma ihtimali ortaya çıkar.

  1. İyimser Senaryo: Kalıcı Ortaklık 

    • Ancak Kürtler ile HTŞ'nin uluslararası baskı altında gerçek bir güç paylaşımı anlaşmasına varması durumunda mümkündür:
    • Etnik haklara dair yazılı güvenceler,
    • Kürtlerin merkezi hükümete resmî katılımı,
    • Kültürel–idarî bir tür özerkliğin kabulü.
    • Bu durumda Suriye, bölge için yeni bir model haline gelebilir; ancak derin güvensizlikler ve dış baskılar göz önüne alındığında gerçekleşme ihtimali son derece düşüktür.

Kürtler ile HTŞ arasındaki ilişkinin geleceği her şeyden çok iki değişkene bağlıdır:

  1. HTŞ'nin gerçek bir adem-i merkeziyetçiliği kabul etme esnekliği,

  2. Kürtlerin iç birliğini koruma ve Arap aşiretlerinin desteğini kazanma kapasitesi.

Bu iki unsur olmaksızın, her türlü anlaşma kırılgan olacak ve gerilim döngüsü devam edecektir. Nitekim bir Batılı analistin yazdığı gibi: “Kürtler birlik içinde olmadıkları sürece, en büyük dış destekçiler bile onları iç bölünmelerin uçurumundan kurtaramaz.”

Bölgesel ve Sınır Ötesi Yansımalar

Kürtler ile HTŞ dosyası artık sadece Suriye’nin iç meselesi değildir; komşu ülkeler üzerinde ve hatta uluslararası dengeler üzerinde doğrudan etkiler yaratmaktadır. Bölgesel aktörlerin her biri, kendi özel hesaplarıyla, 10 Mart Anlaşması’nın akıbetine ve Kürtlerin geleceğine odaklanmış durumdadır.

  1. Türkiye: Sınır Güvenliği ve İç Denge

    • Ankara için Suriye’nin kuzeyi yalnızca stratejik derinlik değil, aynı zamanda kırmızı çizgi niteliğinde bir güvenlik meselesidir. Sınırda herhangi bir Kürt silahlı yapısının varlığı, PKK’nın ikinci bir kolu niteliğinde tehdit olarak görülmektedir.
    • Türkiye, HTŞ ile taktiksel farklılıklar yaşasa da, büyük strateji düzeyinde aynı çizgidedir: Ne Ankara ne de HTŞ, Kürtlerin bağımsız ve kurumsallaşmış bir aktöre dönüşmesini istemektedir.
    • Erdoğan, bu dosyayı iç siyasette de bir araç haline getirmiştir; Kürtlere karşı kararlılık göstermek, milliyetçi tabanını güçlendirmekte ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) desteğini sürdürmesine yardımcı olmaktadır.
  2. Irak: Aşiret Bağları ve Kürdistan Bölgesi’nin Gölgesi

    • Suriye’nin kuzey ve doğusu, Irak’taki Arap ve Kürt aşiretleriyle iç içe geçmiştir. Bu bölgede yaşanacak her kriz ya da çatışma hızla sınır ötesi etkilere yol açmaktadır.
    • Irak Kürdistan Bölgesi de, Suriye Kürtlerinin özerklik projesinin başarısızlığa uğramasının, Bağdat’taki konumlarını zayıflatmasından endişe duymaktadır.
    • Aynı zamanda Bağdat, Suriye’deki krizin tırmanmasının kaçakçılık yollarını yeniden canlandırmasından ve IŞİD’in ortak sınır bölgelerinde geri dönmesinden korkmaktadır.
  3. İsrail: Kürtler ile Suriye Merkezî Otoritesi Arasındaki Çatışmadan Stratejik

Yararlanma

  • Tel Aviv, Kürtleri stratejik bir koz olarak görmektedir: HTŞ etnik ve bölgesel krizlere ne kadar gömülürse, direniş ekseni üzerindeki baskı da o kadar artacaktır.
  • İsrail’in bazı yerel Kürt liderlerine yönelik, özellikle istihbarat alanındaki gayriresmî destekleri bu amaç doğrultusunda yapılmaktadır.
  • İsrail açısından, Suriye’nin kuzeyinde “yarım yamalak bir özerklik” bile yeterlidir; bu sayede merkezi hükümet hiçbir zaman Tel Aviv için tehdit oluşturabilecek güçlü ve bütünleşmiş bir devlete dönüşemez.
  1. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa: Arabuluculuk mu, Kriz Yönetimi mi?

    • Washington, bütçe, eğitim ve tatbikatlarla SDG'nin yanında durmaya devam etmektedir; ancak siyasî düzeyde HTŞ ile de çalışmak istemektedir. Bu çelişki, bir tür kriz yönetimi anlamına gelmektedir: Ne Kürtler çöksün, ne de HTŞ tek parça bir güç haline gelsin.
    • Avrupa (özellikle Fransa), arabuluculuk yoluyla denklemin içinde kalmaya çalışmaktadır. Müzakerelerin Paris’ten Arap başkentlerine taşınması önerisi, Paris’in merkezî rolünden geri adım atma pahasına “kolaylaştırıcı” rolünü üstlenmeye hazır olduğunu göstermiştir.
    • Ancak hem Avrupa hem de Amerika, Türkiye’nin askerî müdahaleye girişmesi halinde bütün siyasî denklemlerin çökeceğini bilmektedir.

Sonuç: Diyalogdan Çatışmaya – Kürtler ile HTŞ'nin Belirsiz Geleceği

Beşar Esed'in düşüşünden ve 10 Mart Anlaşması’nın imzalanmasından dokuz ay sonra, Suriye sahnesi Kürtler ile HTŞ arasında siyasî bir yol ihtimalinin ciddi biçimde azaldığını göstermektedir. Başlangıçta “ulusal uzlaşı” adıyla tanıtılan süreç, bugün krizler, ayrılıklar ve askerî saflaşmaların toplamına dönüşmüş durumdadır. Bu değişimin nedenleri birkaç düzeyde incelenebilir:

  1. Suriye’nin İç Düzeyi

    • HTŞ, bütün gücüyle “toprak bütünlüğü” üzerinde ısrar etmekte ve hiçbir resmî Kürt özerkliğini kabul etmeye yanaşmamaktadır.
    • Kürt güçleri ise güvenceler olmadan entegrasyona razı değildir ve özerklik yıllarını geri dönülmez bir tecrübe olarak görmektedir. Bu temel çelişki, müzakerelerin fiilen sonuçsuz kalmasına yol açmıştır.
    • SDG, PYD ve ENKS arasındaki iç bölünme de iç güvensizliği artırmış, Kürtleri ortak bir ses ortaya koymaktan mahrum bırakmıştır.
  2. Bölgesel Düzey

    • Türkiye, Kürt dosyasında HTŞ ile her zamankinden daha fazla aynı çizgiye gelmiştir. Ankara’nın tekrarlanan askerî müdahale tehditleri ve ENKS’yi güçlendirme çabaları, HTŞ'nin SDG karşısındaki elini daha da kuvvetlendirmiştir.
    • Abdullah Öcalan’ın Kürtler ve Arapların birliği için gönderdiği mesaj, sembolik düzeyde yankı bulmuş olsa da, siyasî sahada henüz pratik bir çözüme dönüşmemiştir. Bu nedenle Kürtler, dengeleri değiştirebilecek geniş toplumsal– aşiret desteğinden mahrum kalmışlardır.
  3. Uluslararası Düzey

    • Amerika, SDG'ye mali ve askerî desteğini sürdürmekte, fakat aynı anda diplomatik süreci yeni Suriye ordusuna entegrasyon yönünde ilerletmektedir. Bu politika çelişkisi, Kürtleri yarı-belirsiz bir durumda tutmaktadır.
    • İsrail ise, Suriye merkezî devletinin zayıflamasını ve bir tür Kürt özerkliğinin pekişmesini gizliden memnuniyetle karşılamakta; ancak bu destek daha çok araçsal ve gayriresmîdir, dolayısıyla Kürtler için kalıcı bir dayanak olamamaktadır.
  4. Sahadaki Sonuç

    • Tüm bu unsurlar, sahadaki dinamiklerin diplomasinin önüne geçtiğini göstermektedir. Halep, Menbic ve Fırat’ın doğusundaki noktasal çatışmalar, İHA saldırıları ve ordu ile SDG arasındaki karşılıklı ateş, resmî müzakerelerin yerini almış durumdadır.
    • Taraflar kendi pozisyonlarında ne kadar ısrarcı olursa, daha geniş çaplı bir savaşın patlak verme ihtimali de o kadar artacaktır; bu kez savaş ne IŞİD’e ne de Şam’ın eski muhaliflerine karşı olacak, doğrudan geçici hükümet ile Kürtler arasında yaşanacaktır.
  5. Gelecek Perspektifi

    • Mevcut süreç devam ederse, Kürtler birleşmiş bir HTŞ–Ankara safına karşı durmak zorunda kalacaklardır; dış destekleri ise kırılgan ve dalgalı olmaya devam edecektir.
    • Tarihî tecrübe, yalnızca Amerika’ya ya da dış aktörlere güvenmenin Kürtler için maliyetli olacağını göstermektedir; çünkü bu güçler her zaman Kürtleri daha büyük anlaşmalar uğruna feda etmeye hazır olmuşlardır.
    • HTŞ açısından da bu durumun sürmesi, “Kürt meselesinin” müzakereyle değil, sahada çözüleceği anlamına gelmektedir—bu da Suriye’yi önümüzdeki yıllarda yeni bir şiddet döngüsüne sokabilecek bir seçenektir.

Sonuç olarak bugün Suriye’nin kuzey ve doğusunda gördüğümüz tablo, bu raporun başlığını açıkça yansıtmaktadır: Müzakereler solmuş, savaş ise giderek öne çıkıyor. SDG hâlâ iktidardan taviz almak istiyor, ancak HTŞ Türkiye ile birlikte saf tutarak gerçek bir özerklik alanı bırakmamaya çalışıyor. Böyle bir ortamda zaman geçtikçe masaya dönüş ihtimali azalıyor, geniş çaplı bir çatışmaya yönelme ihtimali ise artıyor.