Onun konuşmaları, Gazze’deki milyonlarca insan tarafından dinlenir, kamplarda hoparlörlerden yankılanırdı. “Dahiye Gazze’yi koruyor” sözleri, tazelenen bir ahit gibiydi. İşte bu yüzden suikaste uğradığında, Gazze’deki hüzün, Dahiye’deki hüzünden aşağı kalmadı. O dönem pek çok kişi şunu yazmıştı: “"Aramızda hiç görmediğimiz ama her evde bulunan bir lideri kaybettik.”

YDH- El-Hanedek gazetesi Muhammed el-Eyyubi Lübnan İslami Direnişi - Hizbullah'ın merhum Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın liderliği, şehadeti ve onun bölgesel ile evrensel direniş simgesi olarak önemi üzerine odaklanıyor.
Hasan Nasrullah’ın suikastının birinci yıldönümünde ortaya çıkan çarpıcı paradoks şudur: Beyrut’un güney banliyösünde doğmuş, Lübnan’ın karmaşık siyasal yapısı içinde Hizbullah’ı yöneten bu lider artık aramızda değil. Ancak ardında yalnızca bir parti lideri olarak değil, “ümmetin şehidi”, özellikle de “Gazze’nin şehidi” olarak anılan bir miras bıraktı. Bu unvan, Lübnan’la sınırlı kalmadı; Gazze ve Batı Şeria sokaklarında da yankı buldu. Onun suikastı, sadece Güney Lübnan ve Beka’a halkını değil, Filistinlileri de kişisel bir kayıp olarak sarsmıştı.
Bu tepki yalnızca duygusal bir refleks değildi; derin bir tarihsel ve siyasi gerçeği yansıtıyordu. Hasan Nasrullah, Lübnan ile Gazze, Güney Lübnan ile Filistin arasında, direnişi yerel sınırların ötesine taşıyarak evrensel bir denkleme dönüştüren en güçlü köprüydü. Bu nedenle suikast, yalnızca bir Lübnan partisini hedef almakla kalmadı; Beyrut’tan Gazze’ye uzanan, mazlumları birleştiren en kritik bağı koparmaya yönelik, İsrail-Amerikan ortak yapımı planlı bir hamleydi.
Kanın ve kaderin birliği
1992’de Seyyid Abbas Musevi’nin suikasta kurban gitmesinin ardından liderlik sahnesine çıkan Hasan Nasrullah, Filistin’i söyleminin tam merkezine yerleştirdi. O, Filistin’i ne uzak bir dava ne de sadece bir dayanışma başlığı olarak görüyordu; bu, direnişin ahlaki ve siyasi meşruiyetini sınayan bir imtihandı. 2006 Temmuz Savaşı’nda, meşhur “Hayfa’dan sonrası da, Hayfa’dan sonrasının da sonrası açık” sözlerini sarf ettiğinde, yalnızca Lübnan’daki iç kamuoyuna değil, kuşatma altındaki Gazze’ye de net bir mesaj gönderiyordu:
“Yalnız değilsiniz.”
Filistinliler bu mesajı, alışılmışın ötesinde bir bilinçle karşıladı. Onlar, Arap dünyasının kendilerini defalarca yalnız bıraktığını, Gazze ve Batı Şeria’daki tekrarlanan katliamları, “Arap-İsrail” savaşlarındaki hayal kırıklıklarını derinden yaşamıştı. Ancak Seyyid'de farklı bir suret gördüler: Filistin davasından asla taviz vermeyen, onu varoluşsal inancının ayrılmaz bir parçası sayan Arap ve Müslüman bir lider. Bu yüzden, suikast sonrası Gazzelilerin onu “Gazze’nin Şehidi” olarak anması kimseyi şaşırtmadı. Onlar için bir Lübnanlının Gazze uğruna canını feda etmesi garip değildi; çünkü Seyyid Nasrullah onlarca yıl boyunca açıkça haykırmıştı:
“Filistin’den asla vazgeçmeyeceğiz.”
'Ümmetin Şehidi'ne dönüştü
Ortadoğu’nun çalkantılı siyasal sahnesinde, siyasetin trajediden ayrılmadığı, kişiliklerin çelişkilerden uzak olmadığı bir ortamda, “Hasan Nasrullah” olgusu, güç söylemine karşı yükselen bir mitin özgün örneğini oluşturur. Filistinli yazar Edward Said, “oryantalizmin” Doğulu “öteki”yi geri kalmış ve ehlileştirilmesi gereken bir varlık olarak kurguladığını gösterdiyse, Nasrullah’ın yaşam öyküsü tersine bir oryantalizm sunar: Ezilenin, direniş söylemi aracılığıyla kendi kimliğini yeniden inşa etme çabasıdır bu.
Seyyid Nasrullah, kimi gözlerde mezhepçi bir lider, kimi nazarda ulusal bir kahraman, kimilerine göre ise son hitabında “ümmetin şehidi” olarak görünür. O, Lübnanlı kimliği ile Filistin davası arasında parçalanmış biri değil; aksine, farklı toplulukların kendi anlamlarını yüklediği, açık ve okunabilir bir metindir. Herkes, onda kendi görmek istediğini okur.
Bu çalışma, Seyyid Nasrullah’ın çok katmanlı anlatısını çözümlemeyi; onun Gazze için şehadeti ile “birleşik cepheler” fikri arasında bağı ortaya koymayı amaçlıyor. Bu bağ, yalnızca askeri bir gerçeklik değil, aynı zamanda kültürel ve psikolojik bir hakikat olarak tezahür eder ve Filistinlilerin, Lübnanlıların ve Arap dünyasının tanıklıklarında canlı biçimde kendini gösterir.
Lübnan'dan Gazze'ye cephelerin birliği
Araştırmacı Said Ziyad, Seyyid Hasan Nasrullah’ın sık sık yinelediği şu sözleri hatırlatıyor:
“Gelecek savaş, varoluş savaşı olacak.”
Bu ifade, basit bir askeri taktikten öte, derin bir felsefi bakışın teşhisidir. Seyyid Nasrullah, Siyonist projeyle olan çatışmanın sınırlar ya da haritalar üzerinden değil, bizzat varoluş ve anlam düzeyinde bir mücadele olduğunu kavramıştı. Bu bağlamda, onun iki sembolik bedeni—toprağında şehit düştüğü Lübnanlı bedeni ile Gazze’ye adadığı Filistinli bedeni—arasında kurulan bağ kaçınılmazdır.
O yalnızca Gazze için ölmedi; Gazze’yi, ölümünün nedeni haline getirdi. Onun çağrısına cevap verirken, bu çağrıyı tüm ümmete uzanan bir sese dönüştürdü. Berâ Nizâr Reyyân’ın ifadesiyle: “Seyyid Hasan Nasrullah suikasta uğradı, çünkü Gazze’yi terk etmeyi reddetti.” Bu noktada, Gazze’yi terk etmek; kendini terk etmek, hatta direnişin varoluş sebebinden vazgeçmekle eş anlamlıdır.
Filistinli Meys el-Kanavi, psikolojik savaş bağlamında şöyle yorumluyor: “Seyyid Hasan Nasrullah bugün bir kez daha direnişin ve psikolojik savaşın efendisi olduğunu kanıtladı.”
Bu psikolojik savaş, Seyyid Nasrullah’ın derinlemesine kavradığı bir cepheydi; bedenden önce ruha, sahadaki zaferden önce anlamın inşasına yönelik bir mücadele. Iraklı Surur es-Semavi’nin sözleriyle, onun sesi “direnişin ruhuydu”; “zayıflığı güce, umutsuzluğu umuda dönüştürüyordu.” İşte bu dönüşüm, Edward Said’in tarif ettiği direnişçi entelektüelin özüdür: Yabancılaşmayı ve yenilgiyi, iradeye ve eyleme dönüştürmek.
İstisna ve vefa
Siyasi aktivist Nur Yemin’in X platformundaki tanıklığı, Nasrullah’ın karakterine dair önemli bir boyutu ortaya çıkarıyor.
Güney ve Dahiye’den Zagarta’ya göç edenlerle kurduğu temas üzerinden, “Direnişçilerdeki kararlılıkta onun gücünü, fedakârlıklarında da vatan sevgisini hissettim,” diyor. Bu tanıklık, yalnızca aynı görüşte olması açısından değil; dürüstlüğünü ve vefasını kabul etmesi bakımından önem taşıyor. Yemin’in, “Müttefiklerine sadık, ilkelerine bağlı” sözleriyle andığı bu vefa, sadakatin azaldığı bir dönemde Seyyid Nasrullah'ı farklı kılan temel özelliktir.
Nitekim, Halid Mansur’un (Gazzeli bir siyasi aktivist) ifadesiyle, o, Arap resmi tutumundaki ihanet ve acziyet manzarasında bir “istisna”dır.
İşte bu istisna, Seyyid Nasrullah’ın şehadetini—düşmanları için bile—sarsıcı bir kayıp hâline getirir. Her büyük metin gibi, onun kıymeti, kendisiyle zıt düşenlerin bile saygısını kazanma gücünde yatar; onun mirası, yalnızca taraftarlarına değil, tarihsel hafızaya da derin bir etki bırakır.
Ürdünlü yazar Vahid et-Tavalibe, X platformunda şöyle diyor: “İsmail Heniye şehit oldu, yerine Yahya es-Sinvar geçti; Hasan Nasrullah şehit olacak ve yerine Haşim Safiyüddin geçecek… Direniş devam ediyor.”
Bu ifade, “metnin devamlılığı” fikrini özetliyor. Seyyid Nasrullah’ın tasarladığı direniş projesi, onu aşan bir metindir artık. Buradaki halifelik, sadece bir bireyin diğerinin yerine geçmesi değil; kendini kurumlaştırmış bir fikrin sürekliliğidir. Onun şehit düşmesi, aslında bu metnin asıl yazarı olmadan da ayakta kalabilme sınavıdır. Fatıma’nın onu “sevgi ve savaşın efendisi” olarak tanımlaması, bu devamlılığın özündeki görünür çelişkiyi ortaya koyar: Direniş, varlığını sürdürebilmek için ‘savaşa’, kalplerde yaşamaya devam edebilmek için ise ‘aşka’ ihtiyaç duyar. Bu, Semavi Surur’un da ifade ettiği gibi, “zayıflığı güce, umutsuzluğu ise umuda dönüştürme” başarısıyla gerçekleşmiştir.
Hem Gazze’nin hem Lübnan’ın şehidi
Filistinlilerin onun şehit oluşuna bakışı özel bir derinlik taşır. Birçok Gazze sakini için Seyyid Nasrullah sadece siyasi bir destekçi ya da askeri bir finansör değildi; o, Arap sahnesinde onların “sesi”ydi.
Onun konuşmaları, Gazze’deki milyonlarca insan tarafından dinlenir, kamplarda hoparlörlerden yankılanırdı. “Dahiye Gazze’yi koruyor” sözleri, tazelenen bir ahit gibiydi. İşte bu yüzden suikaste uğradığında, Gazze’deki hüzün, Dahiye’deki hüzünden aşağı kalmadı. O dönem pek çok kişi şunu yazmıştı: “"Aramızda hiç görmediğimiz ama her evde bulunan bir lideri kaybettik.”
Lübnanlılar da, özellikle direnişin taraftarları, bu iç içe geçişi, Seyyid Nasrullah’ın kanının sadece Lübnan’a ait olmadığı, aynı zamanda Filistin’e de ait olduğuna dair bir şahitlik olarak gördüler.
Sanki suikastı, iki dava arasındaki son psikolojik bariyeri kaldırmış ve onları tek bir mücadelede birleştirmişti. O artık sınırların iki yakasındaki şehitleri bir araya getiren bir simgeye dönüştü; “şehadet” kavramını ulusal aidiyetlerin ötesine taşıyan yeni bir anlam kazandırdı.
Son metafor olarak şehadet
Sonuç olarak, Edward Said bize gerçek özgürlüğün, zihni kalıplaşmış imgelerden ve hazır yargılardan kurtarmakla başladığını hatırlatır. Seyyid Hasan Nasrullah, Gazze için Lübnan topraklarındaki şehadetiyle sadece kendi canını feda etmedi; aynı zamanda kader birliği ruhunun tam bir metaforunu sundu.
O, “Gazze’nin şehidi”dir; çünkü burayı ümmetin atan kalbi haline getirdi.
“Lübnan’ın şehidi”dir; çünkü onun egemenliğini, anlam ve varoluşun egemenliği olarak savundu.
Tıpkı el-Arabi televizyonunun Gazze muhabiri İslam Bedr’in dediği gibi: “Filistin için canını feda eden odur; ihlasını toprağına ve davasına en güçlü şekilde kanıtlayan odur.”
Bu ispat en mühim mirastır. Bulanıklık ve ihanet zamanında, sözde ve eylemde dürüstlük, ezilenlerin son silahı olarak kalır. Belki de dersi özetleyen en anlamlı cümle, Gazze’den Halid Mansur’un dediği gibi: “Eğer güçlüysen, dünyaya saygını dayatırsın.” Seyyid Nasrullah, şehit olurken bile, gücünü dıştan tanınmadan değil, özünde kendine ve davaya bağlılıktan inşa etmeye çalıştı; kendisini bir birey değil, direniş fikri olarak ebedileştirdi. Bu fikir, mutlaka kendini yeniden okuyacak ve yeni sayfalarını yazmaya devam edecektir.
Bulanıklık ve ihanet zamanında, sözde ve eylemde sadakat, ezilenlerin son silahı olarak kalır. Belki de dersi özetleyen ifade, Gazze’den Halid Mansur’un dediği gibi şudur: “Güçlüysen dünyaya saygını dayatırsın.” Nasrullah, şehit düşerken bile, dıştan gelen tanınırlıktan değil, içten gelen vefadan doğan bir güç inşa etmeye çalıştı; kendisini bir birey olarak değil, direniş fikri olarak ebedileştirdi.
Bu fikir, mutlaka kendini yeniden okuyacak ve yeni bölümlerini yazmaya devam edecektir.
Çeviri: YDH