Greta Batı için nasıl ideolojik bir tehdit haline geldi?

img
Greta Batı için nasıl ideolojik bir tehdit haline geldi? YDH

Greta Thunberg’in Filistin halkıyla dayanışması, sıradan bir politik çıkış değil; Batı bilincinde derin bir kırılmanın işaretiydi. İsrail, Greta Thunberg’i yalnızca çevreci bir aktivist olarak değil, Siyonist söylemin meşruiyetine tehdit olarak görüyor.




YDH- Filistinli gazeteci Muhammed el-Eyyubi, el-Hanedek gazetesinde, Greta Thunberg’in yalnızca bir çevre aktivisti olmadığını; Batı’nın ideolojik limitini, ahlaki çelişkilerini ve ikiyüzlülüğünü ifşa eden bir figür olduğunu göstermek istiyor. Greta’nın eylemlerinin hem iklim adaleti hem de insan hakları (özellikle Filistin meselesi) bağlamında Batı için neden tehlikeli bir “ideolojik tehdit” oluşturduğunu analiz eden Filistinli gazeteci, Avrupa vicdanının bölünmüşlüğünü görünür kılarak İsrail-Filistin meselesinde Batı’nın ahlaki üstünlük iddialarını sarsıyor.

Dünyanın sera gazlarından çok yalanlarla kirlendiği bir çağda, İsveçli genç bir kadın sahneye çıktı ve kimsenin duymak istemediğini söyledi: gerçeği. Greta Thunberg’in haykırışı, başlangıçta iklim değişikliğine ortak olmaya karşı bir isyandı.

Bugün ise Gazze’deki soykırıma karşı yükseliyor. Çevre ile adalet arasındaki mesafe, Batı vicdanının en ağır sınavına dönüştü. Ve Batı bir kez daha gösterdi ki, ne bir düşünürden ne de yirmili yaşlarında birinden gerçeği duymaya tahammül edebiliyor.

Bir zamanlar Birleşmiş Milletler kürsüsünde alkışlanan Greta, artık aşağılanıyor, tutuklanıyor, İsrail bayrağını öpmeye zorlanıyor. Peki ne değişti? Greta değişmedi; değişen, bağlamdı. Çevre krizi Batı söylemine uyuyordu, Gazze ise onu ifşa ediyordu.

Greta’nın Filistin halkıyla dayanışması basit bir politik tutum değildi. Bu, Batı bilincinin kendi yörüngesinde yaşadığı bir kırılmaydı. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü savaşı “soykırım” olarak adlandırıp Filistin bayrağını kaldırdığında, yalnızca siyasi bir görüş açıklamıyor; Batı’nın kendi vicdanına karşı isyanını ilan ediyordu.

Batı, bir dönem Greta’yı “yeni ahlaki bilincin sembolü” olarak yüceltmişti. Ancak aynı Batı, onun ikiyüzlülüğü açığa çıkardığı anda öfkeye kapıldı. İnsan haklarıyla övünen bir sistem, milyonlarca insanın açlıktan ölmesini nasıl meşrulaştırabilirdi? Çevreye ve barışa yatırım yapan sermayeler, aynı anda soykırımı nasıl finanse edebilirdi?

Greta bu çelişkiyi tek bir cümleyle özetledi: “İklim adaleti, insan adaleti olmadan olmaz.” Bu söz, Batı’daki en büyük tabulardan birini yıktı. İklimi “hayatta kalma”nın simgesi, Filistin’i ise “suçluluk”un simgesi olarak gören küresel düzeni bir hamlede teşhir etti.

Greta, uzun süre liberal Batı için kusursuz bir ikondu: “Gezegeni kurtarmak” üzerine varoluşsal kaygı diliyle konuşan genç, beyaz, orta sınıf bir kadın. Hiçbir şeyi değiştirmeden kendini eleştirmeyi seven bir Batı anlatısının parçasıydı. Ancak bu ikon, “izin verilen kaygı” sınırlarını aşıp “yasak protesto”ya geçtiğinde tehlikeli hale geldi.

Bir zamanlar onu parlamentolarda ağırlayan ve onurlandıran Avrupa yetkilileri, İsrail’in Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmasına itiraz etme cesaretini gösterdiği için Greta’yı tutukladı. Bu paradoks sadece bürokratik bir olay değil; Batı hegemonyasının özünü ortaya koyan bir göstergedir: Özgürlük, Filistin’e yaklaşıncaya kadar mutlak bir haktır. O noktadan sonra ise “kışkırtma”ya dönüşür.

Greta’nın çevre söyleminin yayılmasına izin veren rejimler, bunun “güvenli” kalacağını ve siyasete bulaşmayacağını varsaymıştı. Ancak adaletin bölünemez olduğunu unuttular. Greta, ahlaki pusulasını iklimden Gazze’ye doğru genişlettiğinde Batı liberal düzeninin ideolojik sınırına çarptı: Müttefiklerimizi ifşa etmediğiniz sürece gerçeği söylemekte özgürsünüz.

Yapısal olarak, “gezegeni kurtarma” anlatısı ile “teröre karşı ittifak” anlatısı arasında temel bir fark yoktur. Her ikisi de Batı’nın ahlaki üstünlüğünü varsayar ve bu da ona kimin yaşamayı hak ettiğine karar verme yetkisi verir. Greta, belki de farkında olmadan, bu üstünlüğü açığa çıkarmıştır.

İklim adaletinin insan adaletinden ayrı tutulamayacağını vurguladığında, Kuzey ile Güney, sömürgeci ile sömürgeleştirilen arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlıyordu. Postkolonyal filozofların onlarca yıldır dile getirdiği gerçeği basit ve güçlü bir dille ifade etti: “Kalkınma” adına Güney’in kaynaklarını yağmalayan küresel sistem, “meşru müdafaa” adına Gazze’de çocukların öldürülmesini meşrulaştıran sistemle aynıdır.

Batı’nın histeriye kapılmasının nedeni budur: Greta, söyleminden “ahlaki vicdan” maskesini çıkardı ve özünde, ölmekte olan bir gezegen için haykıran ama yok edilen bir halk karşısında sessiz kalan seçici bir vicdanı açığa çıkardı.

İsrail, Greta’yı yalnızca Gazze’ye sempati duyan bir çevre aktivisti olarak değil, aynı zamanda “İsrail” söyleminin meşruiyetine bir tehdit olarak değerlendiriyordu. Ne Orta Doğulu, ne İsrail’in “geleneksel düşmanlarından” biri, ne de niyetleri itibarsızlaştırılabilecek bir siyasi partiye mensuptu. O, “Holokost anlatısını” İsrail için ahlaki bir kalkan olarak aktarması beklenen nesilden, Avrupa’nın bir kızıdır.

İşgal yetkilileri Greta’yı sürünerek “İsrail” bayrağını öpmeye zorladığında, yalnızca bir aktivisti aşağılamakla kalmıyor; her Batılıya şu mesajı veriyordu: Küresel vicdanın bir sembolü olsanız bile, hiç kimse Siyonist söylemin üstünde değildir.

İsrail’i asıl şaşırtan, Greta’nın Gazze’ye sempati duyması değil, insani söyleminin milyonlarca genç Batılıda yankı bulmasıdır. Bu gençler Yahudilere karşı tarihsel bir suçluluk hissetmiyor; aksine Filistinlileri, “güvenlik” diliyle kendini yeniden üreten bir sömürge sisteminin kurbanları olarak görüyorlar.

 

Gerçek ideolojik tehdit

Greta, Batı’nın bugün en çok korktuğu şeyi temsil ediyor: Avrupa vicdanının iç bölünmesini. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez, Avrupa’da İsrail’i “kurbanlar için bir sığınak” değil, “işgalci bir devlet” olarak gören bir gençlik hareketi ortaya çıktı. Kapsamı sınırlı da olsa bu ahlaki değişim, 1945’ten beri iktidarın meşruiyetinin üzerine inşa edildiği Batı anlatısının çöküşünü işaret ediyor.

Greta’nın “sembolik düşman” olarak görülmesinin nedeni budur. İsrail medyası onu “çılgın çocuk” olarak nitelendirirken, politikacılar onu “terörizmi desteklemekle” suçladı. Bu yeni bir söylem değil; Mandela’ya ve apartheid’ı reddeden herkese karşı kullanılan söylemin aynısı.

Ancak Greta’yı daha büyük bir tehdit haline getiren şey, hiçbir siyasi harekete ait olmaması, satın alınamaması veya susturulamamasıdır. O, Batı’nın çıkar girdabında kaybettiği bağımsız bilinci temsil ediyor.

Greta, 2018’de yağmur altında İsveç parlamentosunun önünde otururken, yolculuğunun onu Aşdod’daki bir İsrail hapishanesine götüreceğini tahmin etmemişti. Ama özünde aynı mücadeleyi veriyor: Hem çevreyi hem insanları yok eden tek bir ekonomik ve politik sisteme karşı direnmek.

Küresel ısınma, Gazze’ye yönelik savaşın sadece bir başka yüzü. Her ikisi de sömürü ve kayıtsızlığa dayalı küresel sistemin ürünü. Aradaki fark, birinin karbonla, diğerinin bombalarla öldürmesi.

Bu bağlamda Greta, başlangıçtaki davasından sapmadı; aksine onu genişletti. Gezegeni savunmaktan insanlığı savunmaya, çokuluslu şirketlerle mücadele etmekten “kurban” tanımını tekeline alan devletle mücadeleye geçti.

İsrail medyasının Aşdod limanından yayınlanan sahnede, Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in gözaltına alınan filo mensuplarına “Bunlar terörizmi desteklemek için gelen teröristler” diye bağırdığı görülüyor. Buradaki ironi hem trajik hem de çarpıcı: Soykırımcı bir rejimin lideri, İsveçli bir kızı “terörist” olmakla suçluyor.

Akla gelen bariz soru şu: Gerçek terörist kim? Hastanelere bombaları kim gönderdi? İki milyon insanı yirmi yıldır açık hava hapishanesinde kim alıkoydu? Kendisine ait olmayan topraklara kim el koydu ve failin kurban olduğunu iddia etti? Batılı aktivistler olarak biz bunu yapıyorsak, Filistinli tutuklulara ne yapıyorlar?

Greta’yı tehlikeli kılan da bu sorular. Geleneksel, tartışmaya açık bir siyasi söylem sunmadığı için, dayanılmaz bir ahlaki soru ortaya atıyor: İnsanlığınızdan geriye ne kaldı?

Sonuç olarak, Greta Thunberg sadece bir çevre aktivisti veya Gazze savunucusu değil; vicdan ve imparatorluk arasındaki daha büyük çatışmanın sembolü. Batı’nın övdüğü “özgürlük”, söz sayısıyla değil, söylenmesine izin verilen gerçeklerin sayısıyla ölçülüyor.

Gazze’deki çocukları doğumlarından dolayı yargılayan, İsveçli bir kızı vicdanından dolayı cezalandıran bir dünyada, gerçeği savunmak başlı başına bir direniş eylemi haline geliyor. Greta artık yalnızca ormanları değil, çoktan yanmış bir dünyada gerçeğin son köklerini savunuyor.

Ben-Gvir ona “Terörist” diye bağırdıkça, dünya giderek daha çok ikna oluyor: Gerçek, ne kadar küçük olursa olsun bastırılamaz.

Çeviri: YDH