"Hedef artık yalnızca Hamas ve diğer direniş örgütlerini tasfiye etmek değil; 'ılımlı ülkeler' olarak adlandırılan yönetimlerin kurumlarını güçlendirmek ve bunları direnişe alternatif bir yapı olarak sunmak."

YDH - Lübnan merkezli el-Ahbar gazetesi, yayımladığı editoryal görüş yazısında, Arap ve bazı Müslüman ülkelerin Gazze’deki ateşkes anlaşmasını diplomatik bir zafer olarak sunmalarını, oysa bunun İsrail’in çıkarlarına hizmet eden bir teslimiyet olduğunu vurguluyor. Bu ülkelerin, İsrail’e baskı yapmaktan kaçınarak ve Hamas’a anlaşmayı kabul ettirerek Filistin direnişini zayıflattıkları belirtiliyor. Gazete, bu sürecin ABD-İsrail ekseninde şekillenen yeni bir Ortadoğu düzeninin parçası olduğuna dikkat çekiyor.
Gazze anlaşmasının hazırlanmasına katkı veren Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Pakistan ve Endonezya gibi ülkeler —özellikle de meseleyle doğrudan ilgili olanlar— kendi medya organlarına göre, ateşkes anlaşmasını diplomasi yoluyla çözüme ulaşma ve zaferi olarak sundu; bunu, direniş çizgisine karşı kazanılmış bir zafer gibi lanse etti.
Oysa bu tutum, İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki durumu öylesine kötü bir hâle getirmesinin ardından geldi ki, artık katliamın sona ermesi, her türlü meşru talepten daha acil bir ihtiyaç olarak öne çıktı.
Anlaşmanın maddeleri ise, Filistinlilerin haklı talepleri açısından büyük bir adaletsizlik içeriyor.
Bu yanıltıcı anlatı, söz konusu ülkelerin Filistinlileri ve Hamas’ı bu noktaya bizzat kendilerinin getirdiği gerçeğini gizlemesi açısından bir paradoks.
Bunu bir yandan İsrail ve ABD’yi savaşın bu kadar yıkıcı bir aşamaya ulaşmadan önce durduracak gerçek baskı tedbirleri almaktan kaçınarak, hatta kimi zaman İsrail’e çeşitli biçimlerde destek vererek yaptılar; diğer yandan da Hamas’a baskı uygulayarak, savaşı durdurmanın tek yolu olarak sunulan bu anlaşmayı kabul etmeye zorladılar.
Dahası bu ülkeler —ABD ve İsrail’in vizyonuyla tamamen örtüşecek biçimde, Donald Trump’ın planında da yansımasını bulan bir şekilde— anlaşmayı sadece Gazze’de ateşkes ilanı olarak değil, Ortadoğu’da yeni bir dinamik yaratmanın başlangıcı olarak sunuyor.
Bu yeni sürecin esas hedefi ise, işgal altındaki toprakları kurtarmanın yolu olarak askeri mücadelenin rolünü ortadan kaldırma teşebbüsü.
Bu yönüyle, söz konusu teşebbüs Arap-İsrail çatışmasında son derece ciddi ve eşi görülmemiş bir dönüşümü temsil ediyor.
Hedef artık yalnızca Hamas ve diğer direniş örgütlerini tasfiye etmek değil; “ılımlı ülkeler” olarak adlandırılan yönetimlerin kurumlarını güçlendirmek ve bunları direnişe alternatif bir yapı olarak sunmak.
Söz konusu ülkeler, yıllardır başaramadıkları bir şeyi, yani İran öncülüğündeki direniş eksenini zayıflatmayı arzuluyor.
Nasıl ki Aksa Tufanı operasyonu, 7 Ekim 2023 arifesinde Suudi Arabistan’ın başını çektiği normalleşme sürecini yerle bir etmişti, savaşın sona ermesi de bu sürecin yeniden canlandırılmasının kapısını aralayacak.
Aksa Tufanı, İsrail’e karşı Lübnan, Yemen, Irak ve hatta İran’dan destek cephelerinin açılmasına yol açmıştı; savaşın bitimi ise, bu cepheleri birer birer susturma aşamasına geçişin başlangıcı olacak. ABD’nin Irak’a uyguladığı ağır baskılar ve Suriye ile Lübnan’daki gelişmeler, bunun ilk işaretlerini veriyor.
Tüm bunlar, aslında ABD, İsrail ve adı geçen Arap ülkelerinden oluşan —henüz resmen ilan edilmemiş— bir ittifakın varlığına işaret ediyor.
Taraflar arasında çıkar farklılıkları bulunsa da, bu farklılıkların, ABD ve İsrail’in belirlediği genel çizgiyi önemli ölçüde değiştirmesi beklenmiyor. Bu çizgi, Filistin’den başlayarak İran’a, oradan da Lübnan, Suriye ve Yemen’e uzanan bir ekseni kapsıyor.
Bu durumu somutlaştırmak gerekirse: Aksa Tufanı operasyonu, Suudi Arabistan’ın Filistin politikasını yeniden şekillendirdi.
Riyad, İsrail’le normalleşmenin ancak bir Filistin devleti kurulması sürecinin başlatılmasıyla mümkün olabileceğini açıkladı.
Fakat, İsrail Başbakanı ve hükümetinin, herhangi bir Filistin devletine —üstelik adı dışında hiçbir gerçekliği olmayan bir devlete dahi— net bir dille karşı çıktığı düşünüldüğünde, Suudi Arabistan veya benzeri ülkelerin bu hedefe ulaşmak için hangi baskı araçlarına sahip olduğu sorusu önem kazanıyor.
Gerçek sınav, diplomasinin direnişe üstün gelip gelmediği değil, İsrail’i gerçekten bir Filistin devletine razı edip edemediğidir. Savaşın sona ermesi tek başına bir başarı sayılmaz.
İsrail, hedeflerinin çoğunu gerçekleştirdikten sonra savaşı bitirmeye neden karşı çıksın ki?
Anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonraki 72 saat içinde esirlerini geri alacak, Gazze’de askeri varlığını anlaşma tamamen uygulanana kadar sürdürecek, direnişin silahlı kanadını ortadan kaldıracak ve böylece hem küresel imajını onarmış hem de normalleşme sürecinden yeni kazanımlar elde etmiş olacak.
Bunun karşısında, kim Filistinlilerin tehcir edilmesi planının ertelenmesini —ya da iptalini— bir “başarı” olarak gösterebilir? İsrail bu planı gerçekleştirebilseydi, elbette hayata geçirirdi; gerçekleştiremediği için vazgeçti.
Eğer bir kazanımdan söz edilecekse, bu ancak Filistin halkının direnişine ve Mısır’ın kendi iç nedenleriyle göç planını reddetmesine bağlanabilir.
Ne Arap diplomasisinin ne de Türkiye’nin bunda payı vardır. Türkiye, bilakis, Hamas’a en sert baskıyı uygulayan ülke oldu.
Ayrıca, Trump yönetimiyle kurduğu yakın ilişki üzerinden Suriye üzerindeki nüfuzunu koruyup savaş sonrası Gazze’nin yeniden imarı sürecinde rol kapma hesabı yaptı.
Nihayetinde, Araplar ve Müslümanlar Filistin’i çoktan satmıştı; bugünse onu parça parça devretmeye hazırlanıyorlar.
Çeviri: YDH