"1997’den itibaren Hizbullah, Washington’ın doğrudan yaptırımlarının hedefi haline geldi. Bu süreç önce doğrudan yaptırımlarla başladı, ardından giderek genişleyen mali yaptırımlar aracılığıyla Lübnan üzerinde siyasi ve mali ablukaya dönüştü."
YDH - 1997’den bu yana Hizbullah, Washington’ın doğrudan ve mali yaptırımlarının sürekli hedefi haline geldi ve bu yaptırımlar zamanla Lübnan’a yönelik daha geniş bir siyasi-mali baskıya dönüştü. 2001 sonrası dönemde ABD, Hizbullah’la mücadeleyi mali alana taşıdı ve OFAC listeleri örgütün çevresindeki kurum ve iş ağlarını da kapsayacak şekilde genişledi. 2012’den itibaren çıkarılan yasalar Hizbullah’ı doğrudan hedef alan hükümler içerirken, 2014 ve 2017’deki HIFPA düzenlemeleri bu çerçeveyi daha da sertleştirdi. Böylece Washington, örgütün yalnızca askeri yapısını değil, ekonomik çevresini de yaptırım sistemine dahil etti. El-Ahbar yazarı Mahir Selame, Lübnan direnişini hedef alan mali ablukanın nasıl çalıştığını ayrıntılandırıyor.
Lübnan Merkez Bankasının son genelgesi, bin dolar ya da muadili tutarındaki her nakit işlem için finans şirketlerine Müşterini Tanı formu doldurma zorunluluğu getirdi. Bu adım, kara para aklama ve terörün finansmanıyla mücadele amacıyla uluslararası mali denetim kurumlarının taleplerine uyum sağlamak için yürütülen uzun bir sürecin parçası.
Lübnan’ın bu sürece katılımı, iki binli yılların başında genel bir çerçeve olarak başladı ve bugün Merkez Bankası genelgesindeki ayrıntıların tümünü kapsayan bir noktaya dönüştü. Bu yolun en başında ülkenin önünde iki seçenek vardı: Uyum göstermek ya da küresel mali sistemin dışına itilmeyi göze almak.
"Finansal uyum" kavramı, hâkimiyetin uygulanmasına yarayan bir araç olarak doğdu. Bu, tercihe bırakılan bir düzen değil, uluslararası alışverişin parçası olmanın temel şartıydı. Kavram, Mali Eylem Görev Gücü (FATF), İhbar Birimleri Egmont Grubu ve daha sonra OECD çerçevesindeki vergi bilgisi paylaşım sistemleri gibi pek çok örgütün çalışmalarında biçimlendi. Sonuçta devletlerin üzerine bir dizi kural dayatıldı ve bu kurallar, küresel mali sistemi kontrol eden devletlerin ya da devletin elinde bir siyasi araca dönüştü.
Bu dönüşümü Nicholas Mulder, "Ekonomik Silah: Modern Savaşta Yaptırımların Yükselişi" adlı kitabında açıklıyor. Mulder, "uluslararası yasalara" uyum göstermeyen mali sistemlere yöneltilen yaptırımları, "devletlerin davranışlarını küresel mali sisteme erişimlerini kontrol ederek yeniden şekillendirme aracı" diye tanımlıyor. Mulder’in ifadesiyle tam da bu noktada kara para aklama ve terörün finansmanı ile mücadele, modern "ekonomik cephaneliğin" bir parçasına dönüştü ve bu kuralların dışına çıkmak, uluslararası ekonominin dışına çıkmakla eşdeğer hale geldi.
Bu bağlamda Lübnan’ın da süreçten ayrı kalması mümkün değildi. FATF’ın iki bin yılındaki ilk uyarılarının hemen ardından, Parlamento 2001’de 318 sayılı yasayı kabul etti. Bu yasa, tümüyle yeni bir sistemin kurulmasına zemin hazırladı. İlk kez kara para aklama bağımsız bir suç olarak tanımlandı, Merkez Bankası bünyesinde yargısal niteliğe sahip bağımsız bir Mali İhbar Birimi olarak özel bir soruşturma komisyonu kuruldu ve bu komisyona hesapları dondurma, bankacılık gizliliğini kaldırma ve benzer birimlerle bilgi paylaşma yetkisi verildi.
Yalnızca bir yıl sonra Lübnan’ın adı FATF’ın işbirliği yapmayan ülkeler listesinden çıkarıldı. İki yıl sonra da kara para aklama ve terörün finansmanı alanında ulusal mali istihbarat birimleri arasında işbirliği ve istihbarat paylaşımını kolaylaştıran uluslararası Egmont Grubuna katıldı.
Küresel mali sisteme uyum sürecinin ikinci kritik aşaması 2015’te, 44 sayılı yasanın ve ona bağlı bir dizi tamamlayıcı düzenlemenin kabul edilmesiyle ortaya çıktı. Bu çerçeve daha sonra yolsuzlukla mücadeleyi, vergi bilgisi paylaşımını, terörün finansmanı tanımındaki değişiklikleri ve kara para aklama ile terörün finansmanı risklerine ilişkin yeni değerlendirmelerin hazırlanmasını kapsayacak biçimde genişledi.
Bu yasanın bir hükmü, kara para aklama suçuyla ilgili yaklaşımı yeniden şekillendirdi. Artık yalnızca doğrudan failler değil, "en yüksek risk alanlarının" hangi sektörlerde, hangi tür müşterilerde ve hangi mali araçlarda bulunduğunu değerlendiren "öngörücü" bir sistem benimsenmeye başlandı. Yürütülen denetim ve takip süreçleri de bu değerlendirme üzerine inşa edildi.
Bu yaklaşım artık terörün finansmanını, finansal olmayan sektörleri, "hak sahibi" tanımını ve geleneksel bankacılık sisteminin dışındaki bildirim yükümlülüklerini de kapsıyor. Böylece Lübnan yalnızca "uyum gösteren" bir taraf olmaktan çıkıp uluslararası tanımlara göre kara para aklama ve terörün finansmanının izini sürme ve risk alanlarını teşhis etme süreçlerinde "katılımcı" bir modele geçti. Bu nedenle muhasebeci, avukat, emlak aracılık şirketi ve diğer aktörler de bir kurum olarak bankanın tabi olduğu yükümlülüklerin aynısına tabi hale geldi.
2015’te parlamento, ABD'nin baskısı altında, 42 sayılı yasayı da onayladı. Bu yasa, sınır kapılarında 15 bin doları aşan meblağ taşınması halinde ilk kez zorunlu beyan yükümlülüğü getirdi. Bundan böyle, kaynağı belgeyle doğrulanmadığı sürece yüksek miktarda nakit taşımak, "aklama riski" kapsamında değerlendirildi. Bir yıl sonra parlamento, Lübnan’ı otomatik vergi bilgisi paylaşım sistemi CRS’ye resmen dahil eden 55 sayılı yasayı kabul etti.
318, 44, 42 ve 55 sayılı bu dört yasayla, Özel Soruşturma Komisyonunun Lübnan bankacılık sistemiyle dış dünya arasında fiili bir zorunlu denetim kapısı gibi işlemesine imkân veren yasama çerçevesi tamamlanmış oldu.
2018’de yürürlüğe giren 77 sayılı yasa, terörün finansmanı tanımını genişletti. Artık paranın belirli bir terör eyleminde kullanıldığına dair delil aranmıyor, yararlanan tarafın resmen terör örgütü olarak sınıflandırılması da gerekmiyordu. Bir kişi ya da kurumun bilerek ya da bilmeden sunduğu mali veya lojistik destek ya da bankacılık teminatı, ileride terör eyleminde kullanılabilecek herhangi bir faaliyeti kolaylaştırıyorsa, bu kişi veya kurum kovuşturmaya açık hale geliyor.
Bu yasayla ölçüt, finansmanın gerçekleşmesi değil, finansman riskinin bulunması oldu. Bu durum, henüz fiili bir suç ortada yokken bile, bankaları tarafın kimliği ya da işlemin yönüyle ilgili şüpheler nedeniyle hesap kapatmaya ve havaleleri dondurmaya mecbur bıraktı.
Pratikte, Merkez Bankası bu yasaların hayata geçirilmesinde kullanılan araç işlevi gördü. Çıkardığı genelgeler, gün içinde müşterilere, işlemlere ve çalışanlara doğrudan uygulanan metinlerdi. Temel genelge 83 ve ek değişiklikleri bu çerçevede kritik bir dönemeç oluşturdu.
Bankalara, müşteri kimlik formu olarak bilinen KYC belgesini doldurtma zorunluluğu getirildi. Bu form, müşterinin kimliği, yaptığı iş, para kaynağı, adresi, telefon numarası ve hesap bir şirket ya da aracı adına açılıyorsa gerçek yararlanıcının kim olduğunu içeriyor. 15 bin doları aşan her para yatırma işlemi ve yapılan her dış transfer, bir dizi soru, belge ve sınıflandırmaya bağlandı. Bu genelge ve daha sonra yapılan değişiklikleri, "kaynağı bilinmeyen" herhangi bir hesapla işlem yapılmasını engelleyen usuli temeli kurdu.
Temel genelge 1, benzer yükümlülükleri kolektif yatırım kuruluşlarına taşıdı. Bu kuruluşların, fonlardaki pay sahiplerine ilişkin eksiksiz dosyalar tutması ve şüphe halinde bildirim yapması zorunlu tutuldu. Temel genelge 2 ise aynı yükümlülükleri banka dışı finans kuruluşlarına, örneğin kredi ve havale şirketlerine genişletti ve eksiksiz bir KYC dosyası sunamayan herhangi bir tarafla mali ilişki kurulmasını yasakladı.
Temel genelge 3, bu denetimi "kredi büroları"na kadar genişletti. Nakdin dolaşımında tarihsel olarak yan kapı işlevi gören, banka dışı özel kredi ofisleri ve şirketleri artık gelir kaynağını incelemek, geri ödeme kabiliyetini analiz etmek ve her şüpheyi komisyona bildirmekle yükümlü hale geldi. Son genelgesinde ise Merkez Bankası, finans kuruluşlarına, kredi şirketlerine, döviz bürolarına, nakit transfer hizmeti veren şirketlere ve elektronik cüzdan sağlayıcılarına yönelerek, müşterilerinin bin dolar ya da muadili tutarında veya üzerindeki her nakit işlem için, ister yatırma ister çekme ister iç ya da dış transfer olsun, KYC formu doldurtma zorunluluğu getirdi.
Bu ağ sayesinde Lübnan artık yalnızca "kara para aklamayı engelleyen" bir ülke olmaktan çıktı. Bankalarının, havale şirketlerinin ve diğer sektörlerin işleyişi her gün izlenen, "iyi hâl belgesi" verilen ya da uyum göstermediği anda gri listeye alınan uluslararası denetim yapısının bir parçası haline geldi. Bu anlamda, terörle mücadele kavramını ve ticari işlemlerin sınıflandırılmasını belirleyen kapsamlı ölçüt, işlemlerdeki en küçük ayrıntıya göre şekillenen bir yapıya dönüştü. Lübnan’ın bugün karşı karşıya olduğu, egemenliğin bu çerçeve içinde ve siyasi baskının aracı olarak kullanılmasına dayanan tam da bu düzen.
Geçmişten bugüne müdahale
1997’den itibaren Hizbullah, Washington’ın doğrudan yaptırımlarının hedefi haline geldi. Bu süreç önce doğrudan yaptırımlarla başladı, ardından giderek genişleyen mali yaptırımlar aracılığıyla Lübnan üzerinde siyasi ve mali ablukaya dönüştü. Bu yol, Lübnan’ın resmi olarak kara para aklama ve terörün finansmanıyla mücadele sistemine dahil olma süreciyle paralel ilerledi ve bu çerçeve Hizbullah’ı dolaylı biçimde hedef aldı.
Yaptırımlar, henüz bütünlüklü bir mali mekanizma olmadan, örgütün ve yöneticilerinin terör listelerine alınmasıyla başladı. Uygulamalar, kişi isimlerinin listelere eklenmesi, ABD kaynaklı fonların engellenmesi, seyahat kısıtlamaları ve diplomatik temaslara getirilen sınırlamalarla sınırlıydı. Ancak 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından çıkarılan "Patriot Yasası" ve onu izleyen başkanlık kararnameleriyle, ABD’nin terör örgütü olarak sınıflandırdığı yapılara yönelik mücadele mali bir nitelik kazandı. 2004’ten itibaren OFAC listeleri genişlemeye başladı ve hiziple ya da onu destekleyen çevreyle bağlantılı döviz büroları, hayır kurumları ve ticari ofisler, özellikle Afrika ve Güney Amerika’da, yaptırımların kapsamına girdi.
2012’de ABD’de Hizbullah’a doğrudan atıf yapan ilk yasa kabul edildi. "Batı Yarımkürede İran’la Mücadele Yasası" adlı düzenleme, "İran’ın, İran Devrim Muhafızlarının, Kudüs Gücünün ve Hizbullah’ın ABD çıkarlarına yönelik tehditlerini caydırmayı" öngörüyordu.
2014’te Kongre "Hizbullah’ın Uluslararası Finansmanını Engelleme Yasası"nı (HIFPA) kabul etti. Yasanın amacı, Hizbullah’ın yerel ve uluslararası faaliyetlerini kısıtlamak için örgütün lojistik ağını devre dışı bırakmaktı. 2017’de çıkarılan ikinci değişiklik (HIFPA II), kapsamı genişleterek "Hizbullah’a bağış toplama veya kadro devşirme faaliyetlerinde bilerek yardımcı olan ya da destek veren yabancı kişileri" ve ayrıca "Hizbullah’a mali destek, silah veya herhangi bir türlü yardım sağlayan yabancı devlet kurumlarını" hedef listesine ekledi.
Diğer pek çok yasa da çeşitli maddelerinde Hizbullah’a yer verdi. Bunların çoğu temelde İran’a karşı hazırlanmış düzenlemelerdi. Ancak yaptırımlar artık yalnızca örgütün liderlerini değil, ona yakın iş çevrelerini ve kurumları da kapsıyordu. 2016 ile 2019 yıllarına uzanan listeler, Afrika ve Latin Amerika’daki bazı ticari girişimlerin "dolaylı finans kaynakları" olarak sınıflandırıldığını gösteriyor. Bu durum, Washington’ın "silahlı örgütü hedef alma" aşamasından "çevresindeki ekonomik ağı takip etme" aşamasına geçtiğini ortaya koyuyor.
Çeviri: YDH