''İleri bir Marksist bilim felsefesi olmadan uygulandığı için Sovyetler Birliği uzun vadeli bilimsel ve teknolojik durgunluğa sürüklendi; bu, bilimin ideolojiye tabi kılınması değil, ideoloji eksikliğinin sonucuydu.''
YDH- El-Ahbar yazarlarından Muhammed Fadlallah, bilimsel disiplinlerin ve ideolojilerin kurumsallaşma süreçlerindeki sınıfsal, politik ve epistemolojik çatışmaları derinlemesine analiz ettiği yazısında, Sovyet ve Çin deneyimleri üzerinden günümüz uluslararası ilişkileri ve bilim felsefesi arasındaki dinamiklere ışık tutuyor. Fadlallah, bilimsel üretimin yalnızca teknik değil, aynı zamanda ideolojik ve politik bir saha olduğunu; bu sahadaki hegemonya mücadelelerinin uluslararası güç dengelerini doğrudan etkilediğini gözler önüne seriyor.
Lysenkoizm’in (Mendelci kalıtıma ve Darwinizm’in temel ilkelerine karşı çıkan Sovyet biyolojik doktrini) sorunu, bilimsel olmaması değil, Foucault veya Thomas Kuhn gibi gelişkin bir Marksist bilim felsefesinden yoksun olmasıdır. Örneğin, kimyanın fizikten neden ayrıldığına veya psikoloji gibi bir alanın tıp, felsefe ve fizikten ortaya çıkan söylemleri entegre ederek nasıl bağımsız bir alan haline geldiğine dair sınıf temelli bir açıklama geliştirmek zordur.
Veri bilimi ise, günümüzdeki açık önemine rağmen, hâlâ birçok disipline dağılmış durumda. Ayrıca, bir disiplinin kanonunun nasıl oluştuğunu, hangi dışlama ve tercihlerin bu süreçte rol oynadığını; yeni bir teorinin disiplin içindeki zorluklarını, kanona kabul edilmek için karşılanması gereken koşulları ya da onu ayrı bir disiplin haline getiren unsurları anlamak da oldukça güçtür.
Disiplinlerin dağılımı ve kurumlarının politikalarını sınıf analizinin perspektifine yansıtabilmek için verilerin çok aşamalı olarak işlenmesi gerekir; bu da analitik keskinliğin kaybedilmesine yol açar.
Tarihsel olarak, daha sonra “bilimsel” gelişmelere zemin hazırlayan deneysel alanların temelinde birçok mit yer almıştır. Lysenkoizm, en kötü ihtimalle bir mit olarak kabul edilirse, laboratuvar sonuçları ve keşifleri aceleyle duyurmasaydı (ve mevcut bilgi kurumlarının bunları bilimsel keşifler olarak tanımasını talep etmeseydi), ve alanların, söylemlerin ve bilgi kurumlarının (deneysel ya da başka) nasıl gelişip dönüştüğüne dair sistematik bir anlayış mevcut olsaydı, bu mitlerden biri olabilirdi.
Organizmaların rekabetten ziyade iş birliği yoluyla geliştiği fikri, en azından yeni bir veri toplama biçiminin gelişimini teşvik etmeli ve yeni bir vizyon ufkunun doğmasına yol açmalıydı; örneğin, moleküler düzeyde bir değişim ve katılım katsayısı ya da ölçüsü (yani “iş birliği”) gibi.
Ardından veri hacmi genişledikçe, onu düzenleme ve organize etme ihtiyacı doğru. Yeni alan, daha önce var olmayan verileri sistematik olarak “görmeye” başlayacak mevcut bilgi kurumlarıyla kademeli olarak etkileşime girdi. Alternatif olarak, yakınsak tarım bir araştırma hedefi olarak belirlenebilir ve ardından bu tarımı mümkün kılan koşullar araştırılabilir; böylece önceki teoriler, yeni standartlar ve ölçüm yöntemlerinin gelişimine yol açabilecek yeni bir yönde yeniden düzenlenebilir.
Bu, Marksist bir bilim felsefesinin yokluğunda metodolojik inancın asgari düzeyidir. Burada, geleneksel ile kentsel arasındaki epistemolojik-politik gerilimin sonuçlarını ve yeni kurumsal bilgi ayrımlarının yaratılmasını mümkün kılacak koşulları tartışmıyoruz bile.
Amerikan Üniversitesi’nde Sovyet bilimi, tamamen Lysenkoizm’e, deneysel bilimlere dayatılan büyük bir ideolojiye indirgenmişti; oysa Lysenkoizm’de eksik olan daha çok ideolojiydi ve biyoloji, Marksizmden türetilen fikirlerin kullanıldığı deneylerin yürütüldüğü tek alandı. Biyolojinin (fizik, matematik, kimya vb.) dışında, Sovyetler tamamen “sistematikti” ve Amerikan bilgi sınıflandırmasına göre Amerikan üniversiteleriyle rekabet etmeye çalışıyorlardı.
Lysenkoizm, Sovyetlerin bilime tek girişimiydi; Sovyetlerin rutin bilgi üretimine (yeni ortaya çıkan alanlara değil) katkılarındaki düşüş ise özellikle Stalin sonrası dönemde Sovyetler Birliği’ni yöneten revizyonizmle başladı.
İleri bir Marksist bilim felsefesi olmadan uygulandığı ve ardından masumiyetinin ilan edildiği için Sovyetler Birliği uzun vadeli bilimsel ve teknolojik durgunluğa sürüklendi; bu, Amerikan üniversitelerinde yaygın olduğu gibi bilimin ideolojiye tabi kılınması değil, ideoloji eksikliğinin sonucuydu.
Mao döneminin başlarında, Çin’de Sovyet bilgi ve deneyimlerini Çin’e aktarmak için bir mekanizma vardı. Daha sonra bu mekanizma, Sovyetler Birliği’nin gerçek Marksizm’den saptığına dair kanıt arayışına yöneldi.
Birliğin çöküşünden sonra ise Amerikan betimlemesi Çin betimlemesiyle birleşerek, Pekin’de Sovyet deneyimlerinden “dersler” çıkaran ve yapılan her şeyi çöküşe götüren bir hata olarak gören karma ve kendi içinde çelişkili bir söylem alanı oluşturdu.
Bugün Çin’de, Sovyetler Birliği’nin daha önce yaptığı her şeyi tersine çevirme zorunluluğunu dayatan bir tür bilişsel ve kurumsal “obsesif-kompulsif bozukluk” söz konusudur; aksi halde Çin nihayetinde çökebilir.
Bilimde bu durum, Çin’in Amerikan üniversite sistemine tam bir uyum içinde olduğunu göstermektedir: Bilim, Amerikan üniversitesinin tanımladığı biçimdedir ve Çin, Amerika Birleşik Devletleri ile kendi epistemolojik çerçevesi içinde rekabet etmek zorundadır. Bu tablo, Çin’in teknolojik geleceği için de endişe vericidir.
Amerika Birleşik Devletleri ile yarı iletkenler alanında rekabet etmeye çalışmak, bu kavram ve gelişim koşulları hâlâ Amerikan üniversitelerinde formüle edildiği için, yalnızca yetişme çabası olmaktan öteye geçemez.
Çin, Sovyetler Birliği’nin bu alanda geride kalmamak için bilgisayarları benimseme konusunda inisiyatif alması gerektiğini Sovyetlerden aldığı derslerden öğrendi, ancak diğer teknolojik alanlarda geri kalacaktır. Amerika Birleşik Devletleri’nin hakimiyetine yol açan bilgisayarın kendisi değil, bilgisayarı çevreleyen devasa entelektüel ve kurumsal bağlam ve sınırlandırmalar olan bilgisayar politikalarıdır.
Bu alanda (bilimsel olmayan ya da STEM dışı) Amerikan üniversiteleri, bu bağlamları bulma konusunda çok daha yetkin olup, Amerikan'ın Çin ile rekabet edemeyeceği düşündüğü bir teknolojiyi öldürüp, Çin’in yetişemeyeceğine inandığı başka bir teknolojiyi yeniden canlandırabilir.
Evet, Başkan Donald Trump’ın Amerikan Üniversitesine yönelik saldırısı bu Amerikan ayrıcalığının kaybına yol açabilir; ancak Amerikan Üniversitesinin ortadan kalkması için pasif kalmamalıyız ve kendi kendine çökmesini beklememeliyiz. Çünkü Amerikan akademisyenleri ahlaken en kötü araştırmacı türlerinden biridir ve Amerika Birleşik Devletleri’nin hegemonyasını “daha az kötü” olarak meşrulaştırmak için tüm entelektüel alanı yeniden şekillendirebilir; böylece imparatorluk bir yüzyıl daha hüküm sürebilir.
Bir diğer örnek ise, Amerikan üniversitelerinin uydurduğu bir efsane olan merkez bankalarının bağımsızlığıdır. Ancak bunun bir efsane olması, bir devlet başkanının merkez bankası bağımsızlığı fikrini kolayca ortadan kaldırabileceği anlamına gelmez. Bu fikri yaratan güçlü bilgi üretim kurumları vardır ve eğer bu fikri ortadan kaldırmak istiyorsanız, onu üreten bilgiye dayalı bağlamı kademeli olarak ortadan kaldırmalı ve yerine alternatif standartlar koymalısınız.
Merkez bankası başkanıyla iletişime geçip, merkez bankası bağımsızlığının bir kurgu olduğunu söyleyerek uyulmasını emretmek felaketle sonuçlanacaktır.
Ancak bizi, yani Orta Doğu ve Latin Amerika halklarını asıl endişelendiren daha tehlikeli bir düşünce vardır: Çin’in Amerikan emperyalizmine karşı Üçüncü Dünya ülkelerini desteklemeye ikna edilmemesi gerektiği düşüncesi; çünkü “Sovyet derslerine” göre bu, Soğuk Savaş sırasında Moskova’nın kaynaklarını tüketmiştir. Elbette bu dersler Amerikan üniversitelerinden kaynaklanmakta olup, Sovyet modeline yönelik geleneksel Maoist eleştirilerin ürünü değildir. Mao, Moskova’yı Üçüncü Dünya ülkelerine verdiği destekten dolayı eleştirmemiştir; aksine, Sovyetlerin bu ülkelere yönelik emperyalist yaklaşımlarını eleştirmiştir.
Bir Çinli yetkiliye, Washington tarafından tehdit edilen bir ülkeyi desteklemesi sorulduğunda, derhal Sovyetler Birliği tarafından finanse edilen ve silahlandırılan savaşları ve rejimleri hatırlar; bu finansmanın hem Sovyet hazinesini tükettiğini hem de Amerikan emperyalizmini yıkmada başarısız olduğunu belirtir. Çin, Orta Doğu ve Latin Amerika ile ilişkisini, Sovyetlerin bu bölgelerle ilişkisinin merceğinden başka şekilde kavrayamaz ve içgüdüsel olarak ters yönde hareket etmeye yönelir.
Bu eğilim, bugün Çin’in dış politikasını şekillendiren neredeyse tek ölçüttür. Çin’in bu tutumunu pekiştiren faktör, ABD’nin Çin’e karşı duyduğu huzursuzluktur; çünkü Çin, Sovyet yolunu ve kronolojisini takip etmemiştir; yani kademeli bir serbestleşme ve ardından çöküş gibi kaotik bir süreç değil, tamamen organize bir açılım süreci yaşamıştır. Sonuç olarak, Sovyet deneyimi hem Çin’in (iç ve dış ilişkilerinde) hem de Amerika’nın Çin’e yönelik yaklaşımını biçimlendirmektedir.
Biz, Çin ve dünya olarak, bugün Amerikan üniversiteleri tarafından formüle edilip Çin tarafından benimsenen “dersleri” yeniden formüle eden bir sofistolojiye şiddetle ihtiyaç duyuyoruz. Mevcut sofistlik tamamen olumsuzdur; Maoistlerin Sovyet sosyalizmine yönelik eleştirileri ile Amerikan algılarının bileşimidir ve biz çevre ülkeler bunun ağır bedelini ödemekteyiz.
Genel olarak, emperyalist güçler arasındaki çatışma, her an yalnızca çevre ülkelerin yağmalanmasıyla ilgili değil, aynı zamanda önceki dönemde egemen olan emperyal güçlerin ganimetlerini paylaşmakla da ilgilidir.
Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki çatışma, Alman, Fransız ve İngiliz mirası üzerine kuruluydu ve bugün Çin ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki çatışma, Sovyetler Birliği’nin belirli bir yorumundan kaynaklanmaktadır. Belki de gelecekte, “Amerikan bilimlerini” bölüşmek için yeni bir emperyal güç arasında yeni bir çatışmaya tanık olabiliriz.
Sovyetçiliğin gözden geçirilmesi veya Sovyet düşüncesinin yeniden değerlendirilmesi, Çin’in yalnızca Üçüncü Dünya ülkeleriyle ilişkilerini yeniden şekillendirmesi ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ilgili birikmiş yanılsamalardan arınmış farklı bir uluslararası düzen kurması için değil; daha da önemlisi, teknolojik ilerleme ve ekonomik büyüme kapasitesi için de elzemdir.
Sovyet bilimsel ve teknolojik çıktılarındaki düşüşün, ideoloji bolluğundan ziyade ideoloji eksikliğinden kaynaklandığını yorumlamak, uluslararası ilişkiler de dâhil olmak üzere çeşitli bilgi üretim alanlarında Çin politikasında bir değişimin başlangıç noktası olabilir.
Çeviri: YDH