• 11/09/08 - 01:00
  • Yazar: Admin
  • Bu sayfayı yazdır img
    YDH

    YDH- Irak’ta yayımlanan el-Beyan gazetesi, İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler çerçevesinde bölgede yaşanan rekabeti analiz ediyor.




    YDH- Irak’ta yayımlanan el-Beyan gazetesi, İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler çerçevesinde bölgede yaşanan rekabeti analiz ediyor.

     

    Kaynaklar özellikle Amerika'nın 2003 Irak saldırısından sonra İran'ın bölgede nüfuzunun artması nedeniyle birçok ülkenin kaygılandığını bildirmekte.

     

    Araplar İran'ın Irak'ta nüfuzunun artmasının ve Batılıların iddia ettiği gibi nükleer silah elde etmeye çalışmasının ulusal çıkarlarını tehdit ettiğini düşünüyorlar. Bu nedenle Riyad bölgesel bir aktör olarak faal bir rol üstlenerek İran'ın etki alanını daraltma girişimlerinde bulundu.

     

    Bu konuya James Martin Center for Nonproliferation Studies merkezi araştırmacılarından Jessica C. Varnum “Suudi Arabistan'ın İran'ın nükleer ilerlemesine tepkisi ve nüfuz için çekişme” isimli araştırmasında vurgu yapmaktadır.

     

    Jessica bu çalışmasının girişinde ittifaktan düşmanlığa Suudi Arabistan İran ilişkisini ele alıyor. Jessica diyor ki; bu iki ülke arasındaki ilişkiler o kadar değişim geçirdi ki bir zamanlar birbirine yardımcı, bekli de müttefik olan iki devlet daha sonra diplomatik ilişkilerin kesilmesine kadar varan bir süreç yaşadılar.

     

    Washington'daki raporlara bakılacak olursa 1979'daki İran İslam Devrimi öncesinde Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin İran’ı ve Suudi Arabistan ABD Başkanı Nikson döneminde Amerika ile müttefikti. Nikson doktrinine göre bölgede Amerikan müttefiki devletlerin arasında ittifak sağlanmadığı sürece barış gerçekleştirilemeyecek bir şey olarak görülüyordu.

     

    Bu nedenle Washington bu iki ülke için askeri yardımların temel kaynağıydı. Öyle ki 1970 ve 1975 yılları arasında Amerika'dan bu iki ülkeye yapılan silah satışı bir milyardan on milyar dolara yükselmişti.

     

    1978'de İran İslam devrimi ile birlikte Amerika İran'a askeri malzeme satışını keserken Suudi Arabistan'a satışa devam etti ve İran'ın mevcut Suudi hanedanını devirmeye çağırması üzerine iki ülke arasında çekişme başladı.

     

    Çünkü Jessica'nın da vurgu yaptığı gibi Suudi yönetimi zengin petrol bölgelerindeki Şiilerin ayaklandırılmasından endişelenmiştir. Devrimin ilk yıllarında İran yönetiminin devrimi ihraç etme politikaları nedeniyle İran'ın çevre ülkelerdeki devrim hareketlerine destek vermesi ile aradaki anlaşmazlık arttı.

     

    Buna bir de Suudi Arabistan Şiilerinin çıkarttığı sorunlar eklenince durum daha da çıkmaza girdi ve İran'ın bütün çalışmalarına rağmen o zamanki Suudi yönetimi devrilemediği gibi ülkedeki siyasi duruma etki dahi edemedi ve Suudi Arabistan'daki Şii azınlık, ülke nimetlerinden hiç yararlanamayacak duruma geldi.

     

    Suudi Arabistan, İran-Irak savaşında Irak'ın yanında yer alınca anlaşmazlık zirveye ulaştı ve 1988 yılında Suudi Arabistan, Tahran ile diplomatik ilişkilerini kesti. Jessica iki ülke arasında artan gerilimi artıran nedenler arasına Hac sırasında İranlı hacılarla Suudi görevliler arasında çıkan sorunları ekliyor.

     

    Çünkü Suudiler İranlı hacılara sorun çıkartmakta ısrar ediyorlardı ve İranlı hacılar Suudi Arabistan güvenlik güçleri ile sürekli karşı karşıya geliyorlardı. Hatta 1981 yılında yirmi tane İranlı hacının yaralanmasına neden olaylar yaşandı. Suudi yönetimi bazen İranlı hacıları kabul etmiyor bazen de sayılarına kısıtlama getiriyordu.

     

    Bu sorunlar yıllarca devam etti ve Suudi yönetimi hacılara senelerce kısıtlama koydu. İki ülke arasındaki ilişkile 1989-1997 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı yapan Haşimi Rafsancani ve 1997 ve 2005 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı yapan Muhammed Hatemi dönemlerinde bir nebze de olsa düzelmeye başladı.

     

    Fakat 2005 yılında muhafazakar kökenli Ahmedinejad Cumhurbaşkanı secilince durum eski haline döndü. Bu dönemden sonra iki ülke ilişkileri gelgitler yaşamaya başladı. Ayrıca İran'ın nükleer çalışmaları nedeniyle bir çekişme söz konusu.

     

    Bununla birlikte 4 Kasım 2007'de İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ve Suudi Arabistan Kıralı Abdullah bin Abdülaziz'in görüşmesi gibi olumlu girişmeleri de gözden kaçırmamalıyız. Ancak bu görüşmede de taraflar Ortadoğu'da tırmanan siyasi ve etnik kriz nedeniyle elle tutulur bir anlaşmaya varamadılar. Hatta bunun yerine Suudi kralı İran Cumhurbaşkanını Arapların işlerine karışmaması ve Amerika'nın askeri tehdidini hafife almaması yönünde uyardı.

     

    Hali hazırda iki ülke arasındaki ilişkilerin bir noktada gerginlik halinde olduğunu söylemek mümkün. Bu gerginlik ise iki ülkenin bölge meselelerine yaklaşımlarındaki farklılıklarından ve birbirlerine şüphe ile yaklaşmalarından kaynaklanıyor.

     

    Bu konular arasında İran'ın nükleer durumu ve Lübnan konusu en önemlileri olarak öne çekilebilir. Jessica'nın kendi çalışmasına da taşıdığı bir gerçek de; Suudi Arabistan'ın bölgede genişleyen İran nüfuzunu kısıtlamak en azından dengelemek isteyen temel siyaseti olarak öne çıkmakta.

     

    Bu siyasetinde iki unsura dayanıyor. Bunlardan ilki yüz dolara kadar çıkan petrol fiyatları; çünkü Suudi Arabistan, İran'dan daha zengin olarak addedilmekte ve petrol fiyatları arttıkça da zenginleşmesi devam edecek. Suudi Arabistan'ın artan petrol fiyatları ile zenginleşmesi ile bölgede nüfuzunu artırması arkasından İran'ın ekonomik krize girmesi anlamına geliyor.

     

    Suudi Arabistan'ın ikinci dayanağı ise Müslümanlar için iki önemli kutsal mekâna sahiplik etmesi (Mekke ve Medine) ve Şer’i bir devlet olmasıdır. İran'ın bölgede nüfuzunun genişlemesi Suudi Arabistan'ı daha etkinin bir diplomasi takip etmeye zorlaydı.

     

    Bunu Kral Abdullah bin Abdülaziz'in “Kimsenin bizim işlerimize karışarak bunu uluslar arası arenada kullanmasını istemiyoruz” sözlerinde görmek mümkün. Aynı şekilde bunu Riyad'ın İsrail ve Filistin arasında barışı tesis etme yönündeki çalışmalarının yanı sıra uluslararası meşruiyeti olan bir Filistin hükümetinin kurulma çalışmaları yapmasında da görmek mümkün.

     

    Aynı şekilde Mekke Şubat 2007'de el-Fetih ve Hamas ararsındaki anlaşmazlıkları çözmek ve Filistin'de bir ulusal birlik hükümetinin kurulması için yapılan toplantıya neden oldu. Filistin ve İsrail arasında herhangi bir fiili liderlik yapmaktan kaçınarak sadece mali destekte bulunan Suudi Arabistan'ın tutumunda değişiklikler olmaya başladı.

     

    Suudi Arabistan başkanlık ettiği Arap zirvesi, belki de onun yaptığı benzersiz işlerden biriydi. Bu onun diplomatik atağa geçtiğinin önemli örneklerinden biri sayılabilir. Suudiler 2002 yılında Beyrut'ta düzenlenen bu barış zirvesine yeniden düzenleyerek buna bütün Arap devletlerinin muvafakat göstermesi ile önemli bir iş yapmış oldu.

     

    Bu işin işaret ettiği birçok önemli nokta mevcut. İlk başta Filistin-İsrail sorunu gibi kangren olmuş bir konuda bütün Arap devletlerine etki edecek biri öneri ortaya koyma kudretinde olduğunu ortaya koymuş oldu. Özellikle ortaya koyduğu çözümün İsrail ile ilgile kısımlarından, İsrail'in 1967 sınırlarına çekilme meselesi ve İsrail ve komşularının ilişkilerini kâmil manada geliştirilmesi çok büyük öneme sahipti.

     

    Ayrıca Filistinli mültecilerin dönüş hakkı ve İsrail’in Golan Tepeleri’nden çekilmesi gibi İsrail'in kırmızıçizgileri olan meselelere değinilmesi önemli idi. Riyad'ın Irak'ta daha etkin bir rol oynama çabaları Suudi Arabistan'ın diplomatik sahasını genişletme çabasının bir ürünü olarak görülmekte.

     

    Irak'ta meydana gelen olaylar Suudi Arabistan'ı ya “Yeni Irak'ı” İran'a bırakıp elleri bağlı durmak ya da “Yeni Irak'ın” oluşmasında faal rol oynamak gibi iki seçeneğin arasında bıraktı. Suudi Arabistan Irak'ta da bölgede karşılaştığından daha büyük zorluklarla karşılaştı.

     

    Öyle ki beş sene boyunca neredeyse hiç etki edemedi. Irak hükümetini seçimle iş başına gelen Şiilere bırakmak zorunda kaldı. Irak'taki Sünni milis guruplarının desteklenmesi teröre ve el-Kadide'nin desteklenmesi anlamına geldiği için Suudi Arabistan'daki Şii azınlıkların itirazlarına neden olmakta idi.

     

    Suudi Arabistan'ın karşılaştığı zorluklar Irak ile sınırlı değil. İran'ın Nükleer enerjisi konusunda da zor bir durum ile karşı karşıya. Her ne kadar açıktan barışçıl nükleer enerjiye karşı olmadığını söylese de İran'ın nükleer enerjisi konusunda korkuları Batı’dan az değil. Çünkü Suudiler İran'ın kesin bir nükleer teknolojiye sahip olmasının ilerde bir gün kendileri aleyhinde kullanılabilecek bir silaha dönüşebileceği kanısındalar.

     

    Bu nedenle Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı İran'ı Körfez’in kitle imha silahlarından arındırılması için anlaşmaya çağırdı. Fakat Suudi Arabistan bütün bu korkularıyla birlikte Amerika, Avrupa veya İsrail tarafından İran'ın nükleer enerjisi nedeniyle İran'a düzenlenilecek herhangi bir askeri operasyona karşılar. Çünkü böyle bir saldırının sadece kendisi için değil bütün Ortadoğu için ilkinden daha büyük bir tehlike olacağını düşünüyor.

     

    Zira böyle bir saldırı durumunda coğrafi olarak Suudilerin petrol ticareti zarar görecek ve bu Suudi Arabistan ekonomisini kötü etkileyecek. Bununla birlikte eğer böyle bir saldırı olursa Suudi Arabistan kendini iki taraftan birinden olmak zorunda bulacak. Bu durumda Suudiler hangi tarafı desteklerse desteklesinler bir şekilde zarar edecekler.

     

    Ayrıca herhangi bir saldırı durumunda İran'ın Körfez ülkelerine en yakın şehri olan Buşehr'den Körfez ülkelerine bir radyoaktif sızma olabilir. Bunun yanında bölgede Irak saldırısı nedeniyle Amerika aleyhine oluşmuş bir halk tepkisi var. Diğer taraftan Kral Abdullah bin Abdülaziz'in “Irak işgali legal bir işgal değildir” açıklaması her e kadar Amerikalıları kızdırsa da Arap devletlerinin ve Arap halklarının Suudi Arabistan'ın Amerikan ipoteğinde olmadığını gösterdi.

     

    Bu nedenle bölge ülkeleri ile olumlu ilişkiler kurma kabiliyeti arttı. Bununla birlikte Suudilerin Washington ile ilişkilerini gözden geçirmek istedikleri gerçeğini gözden kaçırmamak gerek; ama diğer taraftan da stratejik müttefiklerini kaybetmek istemiyorlar.

     

    Jessica, Suudi Arabistan'ın rolünü bölgede artıran etmenler arasında silah satımını zikrediyor. Çünkü 1999-2004 yılları arasında dünyada silah satımında yüzde 23 artış olmuş; fakat bu oran Ortadoğu'da yüzde 40 oranında artmıştı. Silah alan devletlerin başında da İsrail ve Suudi Arabistan geliyor.

     

    İran'ın silaha ayırdığı bütçe 6,4 milyar dolar iken Suudi Arabistan'ın silaha ayırdığı bütçe 25,4 milyar dolar civarında. Jessica'nın el-Cezire kanalının haberine dayanarak belirttiği bu rakamlar Suudi Arabistan ve İran'ın silaha ayırdığı bütçeler arasındaki derin uçurumu ortaya koymakta.

     

    2005 rakamlarına göre Suudi Arabistan'ın silaha ayırdığı bütçe gayri safi yurtiçi hâsılasının yüzde 10’u kadar iken İran'ın ayırdığı bütçe ancak yüzde 2,5'ine tekabül ediyor. Bu rakamlar Amerika ve Çin'in gayri safi yurt içi hâsılasından silaha ayırdığı bütçe ile karşılaştırıldığında daha da önem arz ediyor. Amerika bütçesinden yüzde 4,3 oranında pay ayırırken Çin ise bütçesinden yüzde 4,6 oranında hisse ayırdı.

     

    Suudi Arabistan’ın üyesi olduğu Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi son dört yılda silaha ayırdığı bütçeyi 55 milyar dolar artırarak 162 milyar dolara çıkardı. 2007’de ayırdığı bütçeyi 27 milyar dolara çıkartan Suudi Arabistan bu ülkelerin başında geliyor.

     

    Suudiler 2005 yılında birçok silah anlaşması yaptılar ve Panavia Tornado IDS Fighter Aircraft isimli uçaklarını yenilediler. Bu Suudi uçaklarını hedef tespitinde daha kabiliyetli lazer sistemli uçaklara kavuşturdu.

     

    2006 yılında Fransa ile helikopter anlaşması yaptı. Ayrıca uçaksavar alımı anlaşması yaptı. Anlaşma yaklaşık olarak 3,125 milyar dolara tekabül etmekte. Bu sene Dubai'de düzenlenen İDEX Arms Fair silah fuarı için Suudi Arabistan'ın özel bir önemi vardı. Suudiler orada birçok anlaşma yaptılar.

     

    Bu sene Suudi Arabistan 50 milyar dolar civarında para harcayarak saldırı uçakları Cruse füzeleri, saldırı helikopterleri ve üç yüzden fazla tank aldı. Ayrıca F-15 uçaklarının elektronik bakımı için Data Link Solitions şirketi ile anlaşma yaptı. Ayrıca Suudi Arabistan hava savunma sistemlerini yenilemek için Amerikan Boing şirketi ile anlaştı. Bu anlaşma Suudilere toplam olarak 49,2 milyar dola mal oldu.

     

    Suudi Arabistan'ın en göze çarpan silah anlaşması Amerika'nın imzalayabilmek için 2007 yılında kongreden izin istediği anlaşmadır. Bu anlaşmada bazı Körfez ülkeleri de vardı. Anlaşma yaklaşık yirmi Milyar dolar civarında bir tutara ulaşmaktaydı.

     

    Bu anlaşma Suudi Arabistan'ın daha önce sahip olmadığı son derece gelişmiş silahları içeriyordu. Bunlar içerisinde uydu vurabilen füze sistemleri ve zırhlı harp gemileri yer alıyor. Bunun yanında Amerika İsrail'e askeri yardımını, çevresindeki ülkelerin silahlanmasının artması nedeniyle, yüzde 25 oranında artırdı. Bütün bu anlaşmalar İran'ın bölgede artan nüfuzunu azaltma kısıtlama girişimleri olarak nitelendirilmekte.

     

    Diğer taraftan bütün bu anlaşmalara tepkiler de gelmedi değil. Mesela bu tepkilerin başında Alman parlamentosundaki dış işleri komisyonu başkanın söylediği “bu, ateşe benzin dökmek gibi, bu durum bölgedeki istikrarsızlığı artıracaktır” yönündeki değerlendirmesini ekleyebiliriz.

     

    Suriye Dışişleri Bakanı ise 2007 Temmuz’unda bunu bir tehlike olarak niteledi. Ayrıca Suudi Arabistan'ın bu girişimlerinin Irak'taki Sünni milisleri silahlandırılmasında ve desteklenmesinde kullanılacağı şeklinde yorumlar yapılıyor. Bununla birlikte İran'ın nükleer faaliyetlerinin bölgede yarattığı korkunun azaltılmak istendiği ve İran etkisinin kırılmak istendiği yorumları yapılıyor.

     

    Ekim 2007'de Amerika'dan 631 milyon dolarlık silah talep etti. Bu anlaşma ile talep edilen silahlar arasında 121 hafif zırhlı (Light Armoed Vecihles) üç tane savaş gemisi (50 Lav Recovery), Mobility Multipurpose Wheeled Vehicles (HMMWV)؛ türü silahlar, 240m türünden 7,62'lik makineli tüfekler. AN/PVS-7D  Türünden 525 adet gece görüş dürbünü zikredilmekte. Eylül 2007'de 72 adet Euro Figher Typhon türü uçakları satın aldı.

     

    Bu anlaşmalar birkaç yünden önemli. Öncelikle on beş sene boyunca bu işe altmış milyar dolar harcanması. İkincisi ise Suudi Arabistan'ın bu anlaşma ile ulaştığı teknolojik seviye. Typhoon uçaklarının Suudi Arabistan'a gelmesi demek, Ortadoğu'ya daha önce gelmemiş bir teknolojinin gelmesi demekti.

     

    Suudi Arabistan'ın bu silahları almasının nedeni sadece İran'a karşı bölgede varlığını ispatlamaya yönelik değildi. Suudi Arabistan Aralık 2006'da Riyad'da Körfez İşbirliği Örgütü bünyesinde barışçıl nükleer enerjiye sahip olmak istediğini ilan etti.

     

    Körfez İşbirliği Örgütü ise böyle bir işin yapılmasında ortak programın belirlenip ona göre hareket edilmesi yönündeki niyetini belirtti. Ayrıca Ortadoğu'yu ve Körfez'i nükleer silahlardan arındırma çağrısında bulundu ve Haliç ülkeleri liderleri uluslar arası alanda oluşan korkuları bertaraf etmek için birçok girişimde bulundu.

     

    Bunlar içerisinde Uluslar Arası Atom Enerjisi Kurumu ile bu çalışmaların barışçıl amaçlarla atom enerjisi üretilmek için başladığını ve bunun uluslar arası hukuka uygun olduğunu anlatmak için bir toplantı yaptı. Zira Körfez ülkeleri dünya kamuoyunun kendi atom enerjisi çalışmalarına İran'a baktığı gibi bakmasını istemiyor. Fakat Suudi Arabistan'ın tarihinde bir ilk olarak askeri harcamalara 27 milyar dolar bütçe ayırması atam enerjisi çalışmamalarının barışçıl niteliğini şüpheye düşürüyor.

     

    Hatta birçok strateji uzamanı Körfez ülkelerinin bu çalışmalarının askeri nükleer teknolojiye dönüşebileceği kanısındalar. Ayrıca mali sıkıntıların Ortadoğu'da (Mısır bunların içinde zikredilebilir) birçok ülkeyi nükleer enerji üretmekten alıkoyduğu bir gerçek. Fakat 2006 yılında 500 milyar dolara kadar yükselen yoğun petrol gelirleri nedeniyle Körfez ülkeleri bundan istisna edilebilir.

     

    Körfez ülkelerinin Suudi Arabistan'ın ilanı ile uranyum geliştirme talebi içerisinde olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun için buna sahip olacak ülkelere ihtiyaçlarına göre dağıtım işleri ile uğraşacak fakat Kral Abdullah'ın dediği gibi kesinlikle askeri silaha dönüştürmeyecek uranyum geliştirmelerine nezaret edecek bir konsorsiyum oluşturma planı da ortaya atılmıştır. Suudi kralı İran'ı kast ederek bölgede nükleer silahlanma yarışı durdurulmalıdır demesi de manidar bir not olarak burada belirtilmeli.

     

    Jessica'nın çalışmasından çıkan sonuçları birkaç noktada özetleyebiliriz.

     

    İlk olarak İran'ın nükleer enerji çalışmaları ya da nükleer silahlar eleme etme gayretleri bölgedeki diğer ülkeleri de buna itecek; çünkü istikrarsız bir bölgede varlıklarını sürdürebilmek için böyle bir şeyin zorunlu olduğu kanısına varacaklar.

     

    İkinci olarak İran'ın nükleer teknoloji elde etmesi Müslümanların başarısı olarak görülmeyecek, Şiilerin bölgedeki yükselişi olarak yorumlanacak ve Sünniler buna karşı kendilerine dayanak noktaları aramamaya başlayacaklar.

     

    Şiiler nükleer enerji noktasındaki başarılarını Müslümanların başarısı olarak anlatamadı Sünni dünyaya. Eğer İran tersine Mısır veya Suudi Arabistan bu tür başarı elde etmiş olsaydı bu daha kabul gören bir durum olabilirdi.

     

    Bu nedenle bu ülkelerin de bu teknolojiyi elde etme isteği duyması normal bir durum. Fakat işlerin bu minval üzere olması bölgeyi istikrarsızlaştıracak. Bu ise petrol fiyatlarına olumsuz yönde etki eder ki bunu ne İran ne Suudi Arabistan ister. Çünkü bu durum iki ülkenin de gelirlerini azaltacaktır ve bu onların bölgeye etkisini azaltacaktır. Zira Suudi diplomasisi genel olarak onun mali kuvvetine dayanan bir diplomasi.

     

    Üçüncü olarak, Suudi Arabistan'ın silahlanmasını artırması ve Körfez ülkelerinin İran'ın nükleer çalışmalarından endişe etmesi durumunda, Körfez ülkeleri bu durumdan silah ithalatının yanında nükleer teknoloji elde etmekten başka çıkış yolu göremeyecektir ve bu ikisinin birleşimi Ortadoğu'da krize neden oluyor.

     

    Dördüncüsü; Ortadoğu'da birçok ülke fazladan enerji ihtiyacı olmadığı halde sadece kendini güvende hissetmek için nükleer enerji elde etmeye çalışıyor. Çünkü nükleer enerji elde etmelerinin İran için caydırıcı bir unsur olacağını düşünüyorlar.

     

    Eğer Körfez ülkelerinin bu nükleer enerji çalışmaları uluslar arası arenada tehdit olarak görülmeye başlanırsa uluslar arası kuruluşlar bu konuya ciddiyetle eğilecektir.

     

    El-Beyan’dan çeviren: Emrah Kekilli

    http://www.al-bayyna.com/modules.php?name=News&file=article&sid=20061