YDH- Lübnan’da yayımlanan es-Sefir gazetesi yazarlarından Corc Alem, Ortadoğu’daki son gelişmeleri değerlendirdiği “Abdullah ve Esed’in zirvesine Süleyman ve Hariri katılacaklar mı?” başlıklı yazısında Türkiye’nin bölgede belirginleşen rolüne dikkat çekiyor.
YDH- Lübnan’da yayımlanan es-Sefir gazetesi yazarlarından Corc Alem, Ortadoğu’daki son gelişmeleri değerlendirdiği “Abdullah ve Esed’in zirvesine Süleyman ve Hariri katılacaklar mı?” başlıklı yazısında Türkiye’nin bölgede belirginleşen rolüne dikkat çekiyor.
Bu günlerde Lübnanlı bazı resmi ve diplomatik yetkililer, Arap ve İslam dünyasında gündemin ilk sırasında yer alan Şii ve Sünni hassasiyeti ve İsrail’in bölgede mütemadiyen artan üstünlüğü gibi iki konuyu da kapsayan birçok konun görüşüleceği Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye ve İran’ın katılacağı zirve planı ile meşgul olmaktalar.
Suriye-Suudi Arabistan açılımı bu zirveyi iyi irdelenmesi gereken bir zirve konumuna getirmekte, bunun yanında Ahmet Davutoğlu’nun bakanlık koltuğuna oturduğu Türk Dışişleri ise proje ve planlama konusunda büyük bir atılım yaptı bu da gözden kaçmıyor.
Ankara’nın ev sahipliğini yaptığı Türkiye-Suriye zirvesi Başkan Beşşar Esed’i Cidde’yi ziyaret etme ve ikili ilişkilerini kötü durumdan kurtarma konusunda cesaretlendirdi. Ayrıca uygun hareketlenmeleri destekleme, Ankara’nın Tahran ile ilişkilerini etkinleştirmesine destek vermesi gibi konularda heveslenmesine neden oldu.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Suriye’yi ziyaret etme kararı aldı, bu ziyaret ise İran’ın nükleer programı konusunda altı ülke (5+1) ile görüşmeleri ile aynı tarihe rastladı.
Bunun yanında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan bu ay içerisinde İran’ı ziyaret etme kararı aldı. Bunun amacı ise Şam-Tahran hattının sıkı bir şekilde birlikte hareket etmesi. Bu şekilde yeni yerleşim birimlerini kurmayı reddetmesi ve Mescid-i Aksa’da yaptığı çalışmalar nedeniyle bölgede gittikçe büyüyen İsrail’in küstahça tavırlarına karşı ortak bir tavır geliştirebilme.
Bu dalgalı ortamda, bu hareketlenmeyi mümkün hale getiren ise Amerikan Başkanı Barack Obama’nın Haziran’ın dördünde Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada açıkladığı yol haritasının uygulanabilir konu başlıklarından yoksun olması…
İsrail’in yeni yerleşim birimleri kurmaya devam etme konusundaki ısrarı, George Mitchel’in bölgedeki çalışmalarının başarısız olmasından sonra Amerika’nın İsrail’in politikalarına boyun eğmesi, Netanyahu hükümetinin barışın bütün öncüllerini es geçme ve bütün ağırlığını İran’ın nükleer çalışmalarına vermesi olarak karşımıza çıkmakta.
Ayrıntılar harmanında büyük dalgalar mevcut. Mitchel’in bölgeden eli boş olarak dönmesi Ankara’da büyük bir rahatsızlığa neden oldu. İsrail’in yaşadığı yükselen kriz iki nedene dayanıyor.
Bu nedenlerden birincisi; İsrail’in Arap devletlerine, sadece gerçekliği olmayan bir hayal olarak yerleşim birimlerini durdurma vaadiyle Tel Aviv ile ilişkilerini geliştirmelerine olanak veren dikte ve aşağılama politikasının geride kalması, ikincisi ise İran’ın nükleer tesislerine atıf yaparak İran’ın bölgede şer ekseni ilan ettiği günlerin artık yaşanmıyor olmasıdır.
Birleşmiş Milletlerde olmasından yararlanan Recep Tayip Erdoğan, İran’ın nükleer silah elde etme konusunda çalışmaları olduğu gerekçesi ile baskı altında tutulduğunu; ancak İsrail’in görmezden gelindiğini zikrederek Batılı devletleri sert bir dille eleştirdi.
Recep Tayip Erdoğan Genel Kurulda “İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad benimle konuştu, nükleer silah üretmek gibi bir niyetlerinin olmadığını ancak uranyum zenginleştirmek için uğraştıklarını söyledi” şeklinde sözler sarf etti ve ekledi “Bizler Ortadoğu’da nükleer silaha sahip ülkelerin olmasına karşıyız; ancak Ortadoğu’da İsrail gibi nükleer silaha sahip ülkeler var. Aradaki fark İsrail, Nükleer Silah Sözleşmesini imzalamamışken, İran bu sözleşmeyi imzalamış durumda.”
Recep Tayip Erdoğan konuşmasına devam ederek “İsrail Gazze’de fosfor bombası kullanmıştır ve bu bir kitle imha silahıdır. Gazze’de 1400 kadın ve çocuk öldürülmüş 5000 kişi yaralanmıştır. Neden bu meseleyi konuşmuyoruz, neden bunları tartışmıyoruz?” dedi.
Erdoğan şu soruyu sordu; “Irak’ta ne oldu? Koca bir ülke koca bir medeniyet tamamen yok edildi, bir milyon insan öldürüldü. Şimdi aynısını nükleer silah bahanesi ile İran’a yapmak istiyorlar.’’
Erdoğan, Gazze meselesinde 29 Ocak’ta Davos’ta başlattığı çıkışını sürdürdü. Ancak bu sefer Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda idi. “İnsanlar Gazze’de çadırlarda yaşıyorlar, içecek su bulamıyorlar. Acaba bu durum karşısında insani vazifemizi yaptık mı? BM ve BM Güvenlik Konseyi bir şey yaptı mı? Acaba bu kurumlar bir yaptırım gücüne sahipler mi yoksa değiller mi?” şeklinde konuşan Erdoğan, büyük güçleri bölgede ikircikli davranmakla suçladı; “İsrail için güvenlik ne kadar önemli ise Filistin halkı için o kadar önemlidir. İsrail ne kadar istikrar istiyorsa, Filistin halkı için de o kadar özgürlük ve barış istenmelidir.’’
Suriye’nin rolüne gelince, İsrail Amerika içerisinde etkin olan “Yahudi Ahtapot’un” inayetiyle Irak ve Suriye arasında iki ülkeyi çekişir duruma getirmek için iki ülke arasında sorun yaratmayı başardı. Bu sayede Suriye yönetimini bölmek, Suriye’nin gücünü kırmak, İsrail’in küstahlığına karşı, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye ve İran arasında yardımlaşma ve güvenilirliğin tesisinde aracı rolünü engellemek mümkün olacaktı.
İşgal altındaki Kudüs açısından bakacak olursak, İsrail bölgesel bir barış ihtimalinin iyice altını oydu. George Mitchell’in bölgedeki rolünü boşa çıkardıktan sonra, bölgenin yönünü başka yerlere çevirmeye uğraşmakta.
Sa’da’da Husiler ile Yemen hükümeti arasındaki kanlı çatışmaları istismar yoluyla mezhebi duyguları kabartmaya çalışmakta, özellikle de Suudi Arabistan ve İran arasında bunu yapmaya çalışıyor.
Aynı şekilde kandırma eylemlerine devam etmekte. Washington Riyad’a Suudi Arabistan hava sahasını İran’ı bombalamak için İsrail’e açmasını teklif etti. Bunun arkasındaki amaç Suriye-Türkiye aracılığını iptal etmek, ikinci olarak da Suudi Arabistan ve İran arasındaki nefreti derinleştirmek.
Ancak bu masraf, tüketilen mürekkep ile eşit değil, buna rağmen İsrail hükümeti bu yolda devam etmeye karalı, bunu yaparken de Amerika ve bazı Batılı devletler ile işbirliği içinde olacak.
Yani bölgede ortaya çıkabilecek herhangi bir ittifakı engellemeye çalışıyor. Ancak Cenevre görüşmeleri İsrail’in planlarını tersine çevirdi. İran ile görüşmeler başladı ve Ortadoğu’daki krizi derinleştirecek ittifaklara ihtiyaç olmadığı ortaya çıktı.
Hükümet dosyası da bu düzleme giriyor. Lübnan, Suudi Kralı Abdullah bin Abdulaziz’in Şam ziyaretini bekliyor ki bunun sonucuna göre politika şekillenecek.
İki sonuç gözlenmekte; Suudi Arabistan Arabî-İslami ve bölgesel bir eksenin başrol oyuncusu olabilir. Lübnan’ın da bu olumlu havada bir ulusal birlik hükümeti kurması mümkün olabilir.
Suudi Arabistan Devlet Bakanı ve Bakanlar Kurulu başkanı Abdulaziz Bin Fahd’ın dünkü ziyareti ise Riyad Şam ve Beyrut arasındaki iletişimin canlı olmasının önemine bir vurgudur. Bununla hükümetin kurulmasını engelleyen öğelerin ortadan kaldırılması ve Mişel Süleyman’ın etrafını kuşatan fikirlerin hayata geçirilmesinin mümkün hale getirilmesi amaçlanıyor.
Bu şekilde bir hareket projesi (projeleri) geliştirilebilir. Bunun içerisinde Bilim ve Teknik Üniversitesi’nin açılması dolayısıyla Kral Abdullah bin Abdulaziz’i tebrik için Mişel Süleyman’ın Suudi Arabistan ziyareti söz konusu olabilir.
Bunun yanı sıra Suriye-Suudi Arabistan’ın Şam’da olması beklenen ikili zirvesine Sa’d el-Hariri’yi de yanına alarak katılması mümkün olabilir. Ancak elbette farklı eğilimleri olan dış etmenler etkin olduğu sürece bütün planları hayata geçirilmesi mümkün olmayabilir.
Çeviren: Emrah Kekilli
http://www.assafir.com/Article.aspx?EditionId=1354&ChannelId=31342&ArticleId=278&Author=جورج علم