YDH- İsrailli Yazar Arad Nir, Al Monitor’daki yazısında Türkiye ve İsrail’in birbirlerine karşı kullandığı sert üslubu yumuşattıklarına dikkat çekti.
İsrail ve Türkiye’nin stratejik çıkarları her zamankinden çok daha fazla ortaklık ve paralellik teşkil ediyor.
Amerikan Başkanı Barack Obama, süper güçler ile ayetullahlar arasında şekillenen nükleer anlaşmanın İran’ın komşularında oluşturduğu endişeyi hafifletmek üzere 14 Mayıs tarihinde 6 Körfez ülkesi temsilcisine Camp David’deki bir zirvede ev sahipliği yaptı.
Beyaz Saray bu zirveyi Körfez İşbirliği Konseyi toplantısı olarak duyurdu; fakat ‘Kaygılılar Zirvesi’ olarak tanımlamak muhtemelen çok daha doğru olacaktır; zira ABD’nin Ortadoğu ve Körfez’deki tarihi müttefikleri Obama yönetiminin İran’a yanaşma sürecini kaygıyla takip ediyor.
Bütün bu endişeler esasında bütün bölgeyi germiş olsa da bu zirvede olmayan fakat diğerlerinden çok daha fazla ve -çok daha ciddi- şekilde gerilmiş olan iki ülke dikkat çekiyor. Bunlardan ilki, bu konu hakkındaki endişelerini her platformda yüksek sesle dile getiren İsrail.
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun bu anlaşmaya ne denli karşı çıktığına değinmeye gerek bile yok. Fırsat bulduğu her ortamda konuyu gündeme getiriyor. Konuyla ilgili eleştirilerini ortaya koyarken ılımlı bir dil kullanmak ya da endişelerini gizlemek için diplomatik üsluba riayet etmek için çaba sarf etmekten ziyade ne düşünüyorsa açık açık söylemeyi tercih ediyor.
Bu hususta göze çarpan ikinci ülke ise Türkiye. Türkiye de ABD ile İran arasında genel olarak yaşanan yakınlaşmadan ve özellikle şartları belirginleşen anlaşmada gerekli gördüğü bazı bölümlerin olmayışından büyük endişe duyuyor.
Türk Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 31 Mart’ta İsrail Kanal-2 TV’sine verdiği röportajda Türkiye’nin İran’dan beklentisinin İran’ın sahip olduğu nükleer kapasiteyi askeri amaçlarla kullanmayacağına dair garanti sunması olduğunu belirtmişti.
Tahran’la yapılan herhangi bir anlaşmanın İran’ın nükleer tesislerine yönelik sıkı bir denetim mekanizmasını içermesi, böylece İran’ın el altından nükleer silah üretmediğinin garantiye alınması gerektiğini ifade etmişti.
Dışarıdan bakıldığında Türkiye, İran’ın nükleer meselesi hakkındaki korkularını dile getirirken İsrail’e göre çok daha ılımlı görünüyor. Ankara, İsrail’in aksine, bu konu hakkındaki endişelerini ileriye dönük aktif bir bölgesel politika izleyerek hafifletmeyi tercih ediyor.
Nisan ayının başlarında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İran ile ekonomik ve stratejik işbirliği anlaşmaları serisini bir adım daha ileriye taşımak için Tahran’daydı.
Fakat burada gerek bu çerçevede Türkiye’nin İran’dan aldığı doğalgazın fiyatında indirim elde etme çabaları gerekse siyasi çerçevede İran ile Suudi Arabistan arasında Yemen’de -İran tarafından desteklenen ve kontrol edilen- Husilerin ilerleyişine bağlı gelişen gerginliği yatıştırma çabaları sonuçsuz kaldı.
Erdoğan’ın İran ziyareti boyunca gördüğü soğuk muamele, Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkinin harcına güneş oldu.
Cengiz Çandar, bu yılın başlarında Kral Abdullah’ın ölümünden sonra tahta çıkan Suud Kralı Selman bin Abdulaziz el-Suud’un İran’ın yayılmacı politikalarından ve nükleer ihtiraslarından çok ciddi, derin bir endişe duyduğunu ve buna karşı durabilmek için Sünni bir eksen oluşturma çabası içinde olduğunu yazdı, El-Monitor’daki yazısında. Tabi böylesi bir ittifakta Türkiye etkin bir role sahip olacaktır.
Erdoğan ve eski Suud Kralı Abdullah arasında (Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin yerinden edilmesinden üzerine) ayrılıklar baş gösterdiği zaman, Katar, sakinleştirici rol oynadı ve arabuluculuk yaptı.
Bir araya gelme noktasındaki aracılık çabaları, İran, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esed, Hizbullah ve Yemen’deki Husilerin oluşturduğu Şii eksene karşı Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar üçlüsünden oluşan Sünni bir ekseni oluşturmuş oldu.
Yeni Sünni eksenin ilk hedefi, aynı zamanda İsrail tarafından da İran’ın ön karakolu olarak kabul edilen ve İsraillilerin ayetullahların emrinde olduğunu düşündüğü Esed’i göndermekti.
İşte Sünni eksenin üyeleri bu amaçla, Suriye’de Esed’e karşı savaşan (IŞİD ile bağı olmayan) Nusra Cephesi gibi Sünni örgütlere resmen yardım etmeye başladı.
İsminin açıklanmaması şartıyla konuşan İsrail güvenlik görevlilerinden önde gelen bir yetkili, son dönemde Suriye Golan Tepeleri’nden İsrail’e yönelik saldırıların özellikle Esed kontrolündeki sahalardan yapıldığını söyledi.
Güvenlik görevlisinin söylediklerine göre bu saldırılar, “İran’ın İsrail’e karşı ‘vekilleri’ aracılığıyla ortaya koyduğu çabaların ürünü”. İsrailli güvenlik görevlisi, Nusra Cephesi ve Özgür Suriye Ordusu tarafından İsrail’e karşı hiçbir saldırı girişiminin olmadığını; buna karşın İsrail’in de Esed’e karşı savaşlarında onlara bir engel çıkarmadığını aralarında bu yönde bir anlaşma olduğunu söyledi.
Güvenlik görevlisi, İsrail ordusu ile Golan Tepeleri’nde Esed’e karşı savaşan güçler arasında ‘anlaşma yapacak’ seviyede bir iletişimin nasıl kurulduğuna dair detay bir açıklamada bulunmaktan kaçınsa da bu süreçte Türkiye ve İsrail arasındaki iletişim kanallarının aktif rol oynadığı iddiasını doğruladı.
Buradaki mesele şu ki; Türkiye ve İsrail arasında ortak stratejik çıkarlar her zamankinden çok daha fazla birbiriyle örtüşüyor ve ismini vermeyen güvenlik görevlisinin söylediğine göre iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin onarılması her zamankinden çok daha fazla önem arz ediyor.
Bu süreçte İsrail’in Türk tarafına çok daha fazla imtiyaz sağladığını belirten gruplar, Türk hükümetinin Hamas yetkililerini Türkiye’de barındırmasına İsrail’in tahammüllü bir tutum sergilediğini söylerken, iki ülke arasında etkin ve doğrudan iletişim kanallarının olmadığı bir dönemde Türkiye’nin Hamas ile ilişkilerini kesmesi esasında çıkarlarına hiç de uygun değil. Diğer bir deyişle, İsrail’in itirazları doğal olarak kulak ardı ediliyor.
Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi, 2010 Mavi Marmara olayının çözülmesinin ve Türkiye’ye tazminat anlaşmasının önündeki en son engel Netanyahu ve Erdoğan arasındaki aşırı güvensizlik. Hatırlanacağı üzere, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı delmek isteyen filo katılımcıları ile İsrail ordusu arasında yaşanan şiddet olaylarında 10 Filistin gönüllüsü aktivist öldürülmüştü. İsrail tarafında ise iki asker ağır şekilde yaralanmıştı. Gelinen süreçte Netanyahu, Erdoğan’dan konuşmalarında İsrail devletine ya da kendi şahsına saldırmamasını garanti etmesini istiyor.
Bu arada Türk ve İsrailli şirketler, İsrail kıyılarında bulunan doğalgaz rezervlerinin Türkiye’ye ve oradan da Avrupa’ya taşınması için kurulacak boru hattına gözlerini dikmiş durumdalar.
İşadamları, bu alanda faaliyete geçebilmek için iki taraf arasındaki uzlaşı sürecini tamamlayacak çözümler arıyorlar. Bazı girişimciler, liderlerin zihnini ve gönlünü kazanabilmek adına aradıkları sihirli sözcükleri sarf ederken açık sözlü olmayı tercih etse de bazıları ise tedbirli ve temkinli hareket ediyor.
Bu arabulucuların son dönemde dillerinde en çok döndürdükleri ve sürekli gündeme taşıdıkları mevzular ise iki liderin de İran ile yapılacak nükleer anlaşmaya karşı ortak tutum içinde olmaları ve Suriye’deki çıkarlarının ne denli ortak olduğu.
Netanyahu, Türkiye ile en küçük bir uzlaşı sinyaline bile karşı çıkan –eski dışişleri bakanı Avigdor Liberman’ı sahanın dışına alan yeni bir hükümet kurdu ve eğer isterse uzlaşı sürecini kendi adına tamamlama noktasında çok daha kolay bir yola girdi.
Türkiye’de ise Mavi Marmara olayından sonra gerçekleşecek 4. seçim yaklaşıyor. 7 Haziran’da gerçekleşecek seçimlerde Erdoğan, gücünü sağlamlaştırmak için meclis çoğunluğunun 4’te 3’ünü kazanmayı hedefliyor.
Buna rağmen geçmiş seçim süreçlerinde İsrail’e yönelik sarf ettiği sert sözlere nazaran bu kez sessizliğini koruyor. Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından şimdiye kadar dile getirilen eleştiriler ise kısık sesli oldu ve geçmişe nazaran çok daha ılımlı kaldı. En azından bu yazıyı yazana kadar süreç böyle.
Çeviren: Seyfullah Sami Filiz