Ortadoğu hâlâ post-Amerikancı

img
Ortadoğu hâlâ post-Amerikancı YDH

Gazze savaşı Washington'un gücünün limitini ve sınırı aşmanın risklerini ortaya çıkarıyor.




YDH- ABD'nin bölgede doldurabileceği bir güç boşluğu olmamasına rağmen Gazze Şeridi'ndeki çatışmanın yoğunluğu ve daha geniş bir bölgesel savaş tehdidi muhtemelen ABD'nin Orta Doğu'daki angajmanını artıracaktır. Foreign Affairs'te ''The Middle East is still post-American'' başlığıyla yayınlanan yazıyı Keda Bakış YDH için çevirdi. 

***

Önceki ABD yönetimleri tarafından marjinalize edilen İsrail-Filistin çatışması, şimdi ABD dış politikasında yeniden ön plana çıkmaya başladı. Bazı analistlere göre, Gazze Şeridi'ndeki son olaylar ve daha geniş çaplı bir bölgesel savaş riskinin artması, kaçınılmaz olarak ABD'yi öngörülebilir gelecekte Orta Doğu'daki müdahalesini arttırmaya zorlayacaktır.

Yaygın kanı, ABD'nin bölgede istikrarı yeniden tesis etmesi gerektiği, aksi takdirde kaos yaşanabileceği yönünde. Bu durum, Washington'un rakip bir gücün nüfuz kazanmasını önlemek ya da nihayetinde ABD'yi etkileyebilecek ve müdahaleyi gerektirebilecek şiddetin yayılmasını önlemek için ele alması gereken bir güç boşluğu yaratacaktır.

Odak noktasını bölgeden uzaklaştırmaya yönelik önceki girişimlere rağmen, Washington'un aktif ve sürekli bir askeri ve diplomatik angajmanı sürdürmek zorunda kalacağı artık yaygın olarak kabul edilmektedir.

Bu değerlendirmeler devam etmekte olan çatışma sırasında önem taşısa da, orta ve uzun vadeli ABD politikası düşünüldüğünde o kadar da önemli olmayabilir. ABD'nin Orta Doğu'daki mevcut ilişkileri, mevcut güç dinamikleri ve son dönemdeki politika önceliklerine dayanarak, Gazze krizi sonrası Orta Doğu'nun kriz öncesi durumuyla benzerlikler taşıması muhtemeldir.

Krizin ciddiyetine rağmen bölgesel güçler duruma karşı temkinli ya da kayıtsız bir tutum sergilediğinden ABD politikasının yörüngesi tutarlı görünmektedir. Dahası, ABD'nin bölgedeki kilit müttefikleri olan İsrail ve Suudi Arabistan, ABD'nin artan müdahalesine rağmen, Amerikan tercihlerine karşı daha az duyarlılık ve Washington'un çıkarlarına uyum sağlama konusunda çok az eğilim gösterdiler.

Sonuç olarak, Gazze krizinin ardından ABD dış politikasının odak noktası, belirli bir etki düzeyini korurken bölgeden stratejik mesafeyi yönetmeye doğru kayabilir.

Az daha fazladır

2015'in sonlarında Foreign Affairs'de yayınlanan bir makalede, Amerika Birleşik Devletleri'nin Orta Doğu'daki varlığını önemli ölçüde azaltma potansiyeline sahip olduğu iddia ediliyordu.

Afganistan ve Irak'ta 11 Eylül sonrası yaşanan savaşlar, Amerika'nın liberal demokrasiyi teşvik etmek için kontrgerilla ve ulus inşası gibi kapsamlı askeri ve siyasi stratejileri kullanma becerisinin sınırlarını ortaya koymuştu. Bu çatışmalar sadece Amerika'nın güvenilirliğini zedelemekle kalmamış, aynı zamanda ABD liderliğindeki NATO'nun Libya'ya müdahalesi bölgedeki güvensizliği daha da arttırmıştır.

Dahası, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana Washington'un Orta Doğu'daki temel stratejik hedefleri Suudi Arabistan ve İsrail'in hayatta kalmasını ve güvenliğini sağlamak etrafında dönüyordu ki bu hedeflere 1991'deki ilk Körfez Savaşı'nın sonunda zaten ulaşılmıştı.

2015 yılına gelindiğinde, İran'ın nükleer programının yarattığı tehdit algısı, Kapsamlı Ortak Eylem Planı olarak da bilinen İran nükleer anlaşması yoluyla ele alınmıştı. İran, hala bir endişe kaynağı olsa da, dikkatlice kalibre edilmiş bir yaklaşımla yönetilebilir görünüyordu.

Bu arada, ABD'nin bölgedeki askeri varlığının zaman içinde azalacağına dair başka işaretler de vardı. Çin'in yükselişi nedeniyle Washington, kaynaklarını Orta Doğu'dan Asya-Pasifik'e yeniden tahsis etme ihtiyacından kaçamazdı.

Hidrolik kırma devrimi sayesinde Amerika Birleşik Devletleri Körfez petrolüne çok daha az bağımlı hale geliyordu. Arap Baharı bölgedeki siyasi ilerlemenin kırılganlığını ortaya çıkarmış olsa da, Suriye'deki iç savaş da dahil olmak üzere, ardından gelen çatışmalar ABD destekli rejim değişikliği ya da otoriterliği aşındırma çabalarının yetersizliğini göstermişti.

Aynı zamanda, Orta Doğu'dan kaynaklanan terörizm ABD'nin iç meselesi olmaktan çıkmıştı: IŞİD olarak bilinen İslam Devleti şeklindeki ulus ötesi cihatçılık dünyanın diğer bölgelerine ağır bedeller ödetmeye devam etti, ancak ABD'ye aşağı yukarı dokunmadı.

İsrail-Filistin sorununa gelince, her iki taraftaki siyaset, ABD dış politikasının kutsal kasesi olan iki devletli çözümü her zamankinden daha az olası hale getirecek şekilde gelişmişti.

Bu endişelere yanıt olarak, ABD'nin bölgesel istikrarı korumak için kilit aktörler üzerindeki nüfuzunu seçici bir şekilde kullanacağı ve yalnızca bu aktörler bunu yapmakta yetersiz kaldıklarında doğrudan devreye gireceği, denizaşırı dengeleme çizgisinde bir strateji önerdik.

Bölgeden geri adım atılması yönündeki görüşümüz, ikimizin de görev yaptığı Obama yönetiminin değişen tutumunu yansıtıyordu. 2016'dan sonra Başkan Donald Trump'ın Orta Doğu politikası da, ABD'nin askeri müdahalesinden ve bölgedeki derin Amerikan diplomatik angajmanından kaçındığı ve Arap-İsrail normalleşmesini teşvik ettiği ölçüde, genel olarak bu pozisyonu benimsedi.

Her ne kadar Trump yönetimi nükleer anlaşmayı reddederek ve İranlı general Kasım Süleymani'ye suikast düzenleyerek ABD'nin itidalini sürdürmesini zorlaştırmış olsa da, Suudi Arabistan ve İsrail'i gerçekten önemli olan konularda kendi hallerine bıraktı.

Özellikle Trump, Kasım 2019'da Aramco tesislerine yönelik büyük drone saldırısı nedeniyle İran'a misilleme yapmamayı tercih etti ve İsrail'in Filistinlilere yönelik baskıcı politikasını kabul etti.

Hem Obama hem de Trump, İsrail ve Suudi Arabistan'ın ABD'nin kaygıları tarafından daha az kısıtlandığını kabul etmiş görünüyordu. Bu göreceli bağımsızlık ABD'nin stratejik başarısının bir ürünüydü: iki devlet artık kendi yollarına gitmek için yeterli güvenlik ve özgüvene sahipti; İran nükleer anlaşmasına karşı çıkarak Washington'un Ortadoğu güvenliğini şekillendirme meşruiyetini ve yetkisini reddettiler.

Başlangıçta bu gelişmeyi gölgeleyen bazı belirsizlikler ya da belki de pasif-agresif bir tutum vardı. İsrail ve Suudi Arabistan Amerikan liderliği için yalvardılar; ama bunu kendi tercihlerine boyun eğmek olarak tanımladılar. O zamandan bu yana, ABD'nin kendi iradesini yeniden dayatmaya çalışmasının beyhude ya da ters etki yaratacak bir girişim olacağı daha açık hale geldi.

Biden’ın ikilemi

Bu duruş Başkan Joe Biden'ın iktidardaki ilk iki yılı boyunca büyük ölçüde devam etti; ABD'nin Afganistan'dan çekilme sürecinin sıkıntılı geçmesi bu sürekliliğin altını çizer gibiydi. Ancak 2022'nin ortalarından itibaren Biden yönetimi Orta Doğu'daki angajmanını artırmaya başladı.

Biden, Riyad'a tüm yakıt döngüsünü içeren bir Suudi sivil nükleer programı için destek, Suudilerin gelişmiş ABD askeri teçhizatına daha geniş ve daha kolay erişimi ve ABD'nin Güney Kore ve Japonya ile yaptığı anlaşmaları model alan sağlam güvenlik garantileri sunacak bir anlaşma yoluyla Suudi-İsrail normalleşmesini ilerletmeye karar verdi.

Buna karşılık İsrailliler de en güçlü Arap ve Müslüman devletin resmi kabulünü ve İran'a karşı güçlü bir ortağı kazanmış olacaktı. ABD'nin aracılık ettiği anlaşmanın, dile getirilmese de, potansiyel olarak önemli stratejik sonuçları olacaktı:

Örneğin Washington, bir ABD-Çin askeri çatışması durumunda Suudi Arabistan'ın Çin'i petrolden mahrum bırakma taahhüdünü alabilir ya da sadece krallığı hem Pekin hem de Moskova'dan uzaklaştırabilir; petrol üretimindeki kesintilerin hızını azaltabilir; İsrail ile normalleşmeyi Filistin'in bağımsızlığına giden bir yola bağlayarak ve sonra da bunun bedelini ödeyerek İsrail-Filistin barışını ilerletebilirdi. Yönetimin düşüncesine göre bu karmaşık diplomatik koordinasyon süreci bölgeyi bir bütün olarak dönüştürecekti.

Ancak Hamas'ın 7 Ekim saldırısının ardından ABD aniden ve beklenmedik bir şekilde bölgeye geri çekildi. Gazze'de başlayan savaşla birlikte Washington sadece İsrail hükümetini yumuşatmaya çalışmak ve Gazze'de kuşatma altındaki Filistinlilere insani yardım ulaştırmak için değil, aynı zamanda Lübnan'da İran ya da Hizbullah'ın müdahalesine karşı caydırıcı bir unsur olarak ABD askeri varlıklarını konuşlandırarak daha geniş çaplı bir savaşı engellemek için de krize dahil olmak zorunda kaldı.

Çatışma İran'ın başını çektiği "Direniş Ekseni'ni" canlandırdı ve İran'ın Yemen'deki ortağı Husilerin ticari gemilere ve zaman zaman da onları durdurmak için görevlendirilen Amerikan ve İngiliz gemilerine saldırdığı Kızıldeniz'e sıçradı. ABD'li yetkililer şu anda Husilerin 20 yıllık bir sorun olduğundan bahsediyor, ancak bu endişeler mevcut acil durum ortadan kalktığında muhtemelen azalacaktır.

ABD'nin Gazze krizine müdahil olması çeşitli nedenlerden dolayı zorunlu olsa da, bunların hiçbiri tamamen stratejik çıkarlarla ilgili değil. İsrail'in Amerikalılar üzerindeki duygusal etkisi ve iki demokrasi arasındaki tarihsel yakın ilişki, meşru savunmasını zorunlu kılmaktadır; ancak ortak stratejik çıkarlar söz konusu değildir.

ABD'li yetkililer İsraillilere ve Filistinlilere kalıcı bir uzlaşı için yardım etmenin tarihi ve belki de ahlaki bir yükümlülük olduğunu düşünüyor. En az bunun kadar önemli olan bir başka husus da ABD politikalarının iç siyasi mülahazalarla şekilleniyor olması ki bu mülahazalar Amerikan başkanlık kampanyası ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun Biden'ın Gazze'de itidal gösterilmesi yönündeki ricalarına karşı takındığı umursamaz tavırla daha da keskinleşti.

Böylece yönetim, aynı anda ABD'de üretilen mühimmatlarla saldırıya uğrayan Filistinlileri beslemek için ABD Donanmasını konuşlandırmak gibi saçma bir pozisyona zorlandı. Bununla birlikte, Amerikan insani değerleri, eğer bir anlam ifade ediyorlarsa, Washington'un acı çeken on binlerce Filistinliye sırtını dönmesini engeller, özellikle de bu değerler Demokratların önemli bir seçmen kitlesi için bir dava haline gelmişken. Bu özel krizden geri adım atmak bir seçenek değildir.

Ancak savaş sona erdiğinde ABD, George W. Bush yönetiminin 11 Eylül'den sonra benimsediği bölgedeki günlük kriz yönetimi eziyetine geri dönmemelidir. Genel bir itidal politikasını sürdürmenin temel gerekçesi 2015'te olduğu gibi büyük ölçüde aynı kalmaktadır:

Washington'un bölgedeki olayları etkileme kabiliyeti son derece sınırlı ve yönetimin sadece Asya-Pasifik'te değil Avrupa'da da daha büyük stratejik zorlukları var. Bu durum ABD'nin bölgeden sekiz yıl önce olduğu gibi toptan çekilmesi anlamına gelmiyor.

Ancak Biden yönetiminin, ABD'yi kendi çıkarlarına teğet geçen bir savaşa mecbur bırakabilecek ya da istemeden de olsa bölgede nükleer silahlanma yarışına katkıda bulunabilecek büyük pazarlıklar konusundaki beklentilerini azaltması gerektiği anlamına geliyor.

ABD'nin yeniden müdahil olmasının yaratacağı pek çok tuzak göz önüne alındığında, Gazze krizinin 7 Ekim öncesi bölgesel statükoya dönmesi birkaç nedenden ötürü çok daha makul bir sonuç olacaktır.

İlk olarak, belirtildiği gibi Hamas'ın saldırısı, grubun umduğunun aksine, direniş ekseninin lideri olarak İsrail'i ve ABD'nin ileri konuşlu güçlerini ya doğrudan ya da daha makul bir şekilde Lübnan'daki Hizbullah'ı veya başka yerlerdeki vekil güçleri harekete geçirerek şiddete boğma baskısını savuşturan İran'ın saldırısına yol açmadı. (Nihayetinde üç Amerikalı'nın hayatına mal olan bir ilk saldırı turu gerçekleşti).

İkinci olarak, her ne kadar İsrail Hamas'ın askeri kapasitesini açıkça zayıflatmış olsa da, Hamas muhtemelen savaştan sağ çıkacak ve Filistin bağlamında kritik bir siyasi aktör olmaya devam edecektir.

Filistin Yönetimi yeniden canlandırılmış bir İsrail-Filistin barış süreci için mantıklı bir temeldir, ancak Filistin Yönetimi Filistinliler arasında o kadar az destek ve meşruiyete sahiptir ki Gazze'ye dönmek ve orayı yönetmek için pratikte Hamas'ın rızası gerekecektir. Muhtemelen Gazzeliler çığı tetiklediği için Hamas'a ne kadar kızgın ya da tiksinmiş olurlarsa olsunlar, kızgınlıklarının bir önemi olmayacaktır.

Üçüncüsü, İsrail siyasetinin ve politikalarının genel yönünün fazla değişmesi beklenmiyor. Her ne kadar Benny Gantz erken seçim çağrısında bulunmuş ve İsrail'in Netanyahu'ya olan öfkesini kullanarak onu saf dışı bırakmayı başarmış olsa da, Hamas saldırısı ve sonrasında yaşananlar muhtemelen İsrailli seçmenleri daha da sağa itecek ve herhangi bir barış sürecine karşı daha da şüpheci hale getirecektir.

Dördüncüsü, İsrail'in Filistinlilerin şikâyetlerini adil bir şekilde ele almaması, Suudi Arabistan ile normalleşmenin önünde her zaman bir engel teşkil etmişti, şimdi daha da zorlu bir engel haline geldi.

Azalan kazançlar

Biden yönetiminin bölgenin en zengin ülkesi ile teknolojik açıdan en gelişmiş ülkesini bir araya getirme planı İsrail-Filistin çatışmasının çözümüne dayanıyordu. Ancak bu da İsrail ve Filistin siyasetinde en iyi ihtimalle bir nesil sürecek, en kötü ihtimalle de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek değişikliklere bağlı.

Suudi Arabistan'ın veliaht prensi Muhammed bin Selman (MBS), İsrail'in Filistin devletine giden makul bir yol konusunda kesin bir taahhüdü olmadan İsrail ile ilişkileri normalleştirmeyi seçerse, Netanyahu'nun konumunu güçlendirmekten başka bir şey yapmamış olur.

Her halükarda veliaht prensi bir normalleşme anlaşmasına ikna etmek için Washington'un bağlayıcı bir güvenlik garantisi sunması gerekecektir ki bu da muhtemelen Riyad'ın MBS'nin vermesi pek olası görünmeyen bir dizi taviz vermesi koşuluna bağlı olacaktır.

Böyle bir anlaşma mümkün olsa bile, Riyad'ı ABD'nin askeri müdahalesi için baskı yaratacak şekilde güç kullanma konusunda cesaretlendirebilir ki bu da Orta Doğu'da genellikle ciddi sorunlara yol açan bir adımdır.

Her halükarda İsrail ve Suudi Arabistan'ın kendi yollarına gitmeye niyetli oldukları görülüyor. Orta Doğu'yu dönüştürecek İran karşıtı büyük bir ittifaktan bahsedilse de, son birkaç ayda yaşananlar her iki ülkenin de ABD'den bağımsız olduğunu, hatta ABD'yi reddettiğini ortaya koydu. Ortak tehdit algılarının, diplomatik oyunların yokluğunda işbirliğini yönlendireceği de bir gerçek.

Mısır ise Gazze krizi ve kanal gelirlerinin kaybı gibi ek yükler dışında, ABD ile olan bağlarından rahatsız olan Körfez ülkelerinin vesayeti altında 2015 yılı civarında bulunduğu konumla temelde aynı durumda. Washington'un Kahire üzerindeki etkisini askeri angajman yoluyla arttırması mümkün değil, ki bu da ABD'nin elini Kuzey Afrika'nın başka yerlerinde ya da Irak'ta güçlendirmeyecektir.

ABD'nin Irak ve Suriye'deki varlığı küçüktür ve Washington'da geçici olarak algılanmaktadır; Gazze krizinin bir sonucu olarak genişletilmemiştir. Genel olarak, bölgedeki ABD askeri varlığı da kalıcı ya da dönüşümlü değildi.

Kriz, ABD'yi İran ve vekillerini savaşı genişletmekten caydırmak için askeri varlıklarını arttırmaya sevk etse de, Amerikan çabaları kısa sürede Kızıldeniz'deki ticari gemilere yönelik Husi saldırılarına karşı koymak ve Gazze'deki insani yardımları kolaylaştırmakla sınırlı kaldı.

Kuşkusuz 2015'teki makalemizde Husilerin uluslararası deniz taşımacılığına yönelik tehdidini öngörmemiştik ve bu tam da mantıken ABD'nin askeri müdahalesini gerektirecek türden bir gelişmeydi.

Aynı zamanda, ABD'nin Husi saldırılarına karşı koyma çabasını üstlenmesinin tek nedeni bölgesel ortaklarından hiçbirinin küresel ticareti korumak adına bunu yapmaya tamamen istekli ya da muktedir olmamasıysa, bu çabanın kendisi de açık deniz dengelemesiyle büyük ölçüde uyumludur. İran, 2015'te yazdığımız gibi, joker olmaya devam edecek.

Ancak Gazze'deki savaşa verdiği tepkide de görüldüğü üzere Tahran temkinli davranmaya devam etmekte ve yıkıcı bölgesel dürtülerini vekalet faaliyetleri yoluyla ifade etmeyi tercih etmektedir.

Dış politika analistleri, Biden yönetiminin Gazze çatışmasını ustalıkla ele almasının ABD'nin Orta Doğu'ya dönüşü için iyi bir işaret olduğunu ileri sürebilirler. Daniel Byman ve Thomas L. Friedman'ın yaptığı gibi, yönetimin çok yönlü tepkisini -deniz gücünün hızlı ve etkili bir şekilde konuşlandırılması, provokasyon karşısında sabır ve kalibrasyon, ABD'nin bölgedeki kara varlığını artırmaya karşı direnç, daha geniş bir savaşı önlemek için yaratıcı diplomasi ve İsrail'e itidal göstermesi için baskı- gerekçe göstererek, ABD'nin Orta Doğu'nun jeopolitik hakemi rolünü yeniden üstlenmesini savunmak cazip gelebilir.

Aksine, bölgesel düzen ABD olmadan kendi kendini çözüyor gibi görünüyor ve yönetim 30,000'den fazla Filistinlinin ölümünü ve Gazze'nin fiziksel yıkımını engelleyemedi. Biden, İsrail'i geri adım atmaya zorlamak için mevcut olduğu varsayılan araçları kullanmadı.

Biden'ı kısıtlayan şey İsrail'e duyduğu övünülen sevgiden çok, ABD ve İsrail'in çatışmadaki çıkarları arasındaki büyük uçurum ve belirleyici bir seçim yılında ABD-İsrail ilişkileri konusunda ortaya çıkan, tarihi bir partizan siyasi bölünmeyi yönetme konusunda yönetiminin karşılaştığı zorluktur. Her halükarda, İsrailliler için hükümetin Gazze'deki askeri harekatı itiraz edilemez. Tek başına bu bile ABD'nin İsrail'e operasyonlarını durdurması bir yana önemli ölçüde değiştirmesi için baskı yapma girişimini etkisiz hale getirecektir.

ABD ve İsrail'in savaşa ilişkin algıları arasında giderek büyüyen uçurum, sadece zorlayıcı önlemler almanın zorluğunu değil, aynı zamanda ABD'nin bölgedeki etkisinin azaldığını da gösteriyor.

Bölgenin sorunlarını çözemedi, bu da gelecekte farklı sonuçlara yatırım yapmayı spekülatif olmaktan öteye götürmüyor. Soğuk Savaş'tan bu yana tutturamadığı bir düzeni dayatmaya çalışmak da ABD'nin çıkarına değil. 2016'dan bu yana önemli ölçüde değişen tek şey Çin'in stratejik olarak dışa açılması ve bölgeye geçici olarak girmesidir ve bu yeterli bir gerekçe değildir. İtidal en güçlü gerekçe olmaya devam ediyor.

Ek bir faktör de ABD'nin kendi içindeki siyasi kutuplaşmadır ki bu da dış politikasını daha az istikrarlı, daha az tutarlı ve daha az güvenilir hale getirmiştir. Gazze krizi, daha önce de belirttiğimiz gibi, ABD başkanlık seçimleri öncesinde Demokratları böldü ve Cumhuriyetçileri birleştirdi.

İsrail ve Körfez ülkeleri Donald Trump'ın güvenilirliği konusunda şüpheler besliyor olabilirler ancak Trump'ın yarı-izolasyonist hassasiyetleri ve otoriter liderlere olan sevgisinin birleşimi, İsrail-Filistin krizine ve diğer rahatsız edici konulara bir çözüm bulunması konusunda ABD'nin baskısını hafifletecektir.

Biden yeniden seçilse bile, Kongre'nin kontrolü olmadan, muhtemelen ABD'nin Ukrayna'ya yardımını donduran türden kasıtlı bir engellemeye maruz kalacaktır, belki de Cumhuriyetçilerin intikamcılığı nedeniyle daha da fazla.

ABD, iç siyasi anlaşmazlıkların yoğun olduğu dönemlerde dışa dönük bir dış politika yürütme konusunda pek başarılı olamamıştır. George W. Bush yönetiminin 11 Eylül'ün de etkisiyle teröre karşı yarı-emperyal Amerikan atılganlığıyla karşı koyma çabasının, ABD'nin iç politikasındaki iki partililiğin erken çözülmesi nedeniyle büyük ölçüde destek kaybettiğini hatırlamakta fayda var. Bu süreç devam etmektedir.

Bir kol uzaklığı daha iyi

Şimdilik Washington'un İsrail-Filistin çatışmasını yakından takip etmesi ve çatışma çözümünü diplomatik olarak ilerletme fırsatlarına uyum sağlaması elzem olacaktır. Ancak ABD'nin Gazze krizi sonrası bölgeye yönelik vizyonunu, ilerletmek ya da sürdürmek için yeterli donanıma sahip olmadığı, mantıksız bir büyük pazarlığa dayandırması ihtiyatsızlık olacaktır.

ABD'nin İsrail'in güvenliğine yönelik taahhüdü, karşılıklı mutabakat gereği, bağlayıcı değildir veya onaylanmış herhangi bir belgede yer almamaktadır. ABD'nin İsrail'de kriz nedeniyle geçici olarak artırılmış çok küçük bir askeri varlığı bulunmaktadır.

Yönetimin, ABD kurumlarının planladığı gibi, ABD askeri bileşeni olmasa da, barışı koruma ya da barışı uygulama düzenlemesinin bir parçası olarak Gazze'ye asker sokması hata olacaktır. Pratikte ABD'nin bu tür bir barışı koruma misyonunun parametreleri üzerinde çok az kontrolü olacaktır ki Lübnanlı militanların 1983'te Beyrut'ta barış gücü askerlerinin kışlasını bombalayarak 241 ABD deniz piyadesi ve 58 Fransız askeri personelini öldürmesinden bu yana haklı olarak kaçındığı bir durumdur.

Suudi Arabistan doğal olarak İran'ın güç projeksiyonuna karşıdır ancak İran'ı barışçıl yollarla kontrol altına almak istemektedir; İran'la diplomatik ilişkilerini normalleştirmiş, görüşmelere başlamış ve işbirliğini ilerletmek için büyük bir yatırım paketi sunmuştur.

Riyad'ın motivasyonu ABD baskısından ziyade kendi çıkarlarından kaynaklanıyor. Suudi Arabistan'ın akla yatkın başka bir güvenlik garantörü olmadığından, Washington olumlu bir destek sağlamak ve Riyad'ı makul ölçüde yakın tutmak için bu şekilde hizmet etme olasılığını değerlendirebilir.

Ancak bu tür bir düzenlemenin zaman içinde ya da beklenmedik bir durumda ABD'yi önemli ve sorunlu bir askeri varlık taahhüt etmeye zorlayıp zorlamayacağı önemli bir endişe kaynağıdır.

Genel olarak, bugüne kadar ABD-Suudi ilişkilerini düzenleyen işlemselcilik devam etmelidir. Bu bağlamda, son birkaç yönetimin ABD'nin bölgedeki nispeten küçük askeri ayak izini kalıcı olarak arttırmaktan kaçınmış olması cesaret vericidir.

Buna Biden'ın ekibi de dahildir. Bu durum, söz konusu pazarlığın büyüklüğüne rağmen, spekülatif doğasını fark ettiklerini ve reklamı yapılan stratejik kazanımları sağlayıp sağlamayacağı konusunda şüpheler taşıdıklarını göstermektedir.

Büyük pazarlık arayışının sona ermesi ve güvenlik garantisinden vazgeçilmesi, ABD'nin Suudi Arabistan'a silah satışlarını kaybedebileceği anlamına gelebilir, ancak bu risk, ABD'nin Yemen savaşına daha büyük bir taahhüdün muazzam dezavantajlarının ipuçlarını vermiş olması nedeniyle, Riyad tarafından başlatılan ve ABD'nin karşılaştırılabilir bir çıkarının olmadığı bir çatışmaya karışmaktan çok daha az ciddidir.

ABD, devam eden Husi tehdidi nedeniyle Kızıldeniz'de bir uçak gemisi saldırı grubunu tutmalıdır, ancak Irak'taki küçük ABD eğitim misyonu ve Suriye'deki terörle mücadele birliği, bölgedeki daimi üsleri ve rotasyonel güçleri, İran'ın provokasyonlarına veya IŞİD olarak da bilinen İslam Devleti terör örgütünün yeniden dirilişine karşı yeterli hızlı müdahale kabiliyetine sahip olduğu göz önüne alındığında, ABD'nin çıkarlarını ciddi şekilde tehlikeye atmadan önümüzdeki birkaç yıl içinde geri çekilebilir. Ancak ABD'nin bunu çözmek için zamanı var.

Her ne kadar mevcut kriz ciddi bir bölgesel çöküşü yansıtıyor olsa da, aynı zamanda bölgedeki Amerikan gücünün sınırlarını ve ABD'nin bölgedeki büyük ve kalıcı varlığının yarattığı riskleri de açıkça ortaya koymuştur.

Durumdaki ironi, ABD'nin Tahran'da Kudüs'ten daha fazla etkiye sahip olmasıdır. Amerikan gücü ve etkisi meselesini bir kenara bıraksak bile, Washington'un doldurması gereken bir güç boşluğu yok. Bölgedeki büyük devletler, özensiz ve olasılıksız da olsa, sorunlarını kendi başlarına nasıl yöneteceklerini bulmaya çalışıyorlar. Bu kendi kendini düzenleyen bir sistem. Bu açıdan bakıldığında Washington, Orta Doğu'daki çıkarlarını en iyi uzaktan koruyabilir.

 

 



Makaleler

Güncel