''Hiç kimsede, dostları uğruna canını veren insanda olduğu gibi bir sevgi yoktur.''
YDH- El-Meyadin'de yer bulan Meryem Şerabati imzalı makale, Küresel Güney'de ötekileştirilmiş toplulukların karşılaştığı adaletsizliklerin ele alınmasında daha eşitlikçi bir yaklaşıma duyulan ihtiyacın altını çizmektedir. Arap Hıristiyanların Direniş'e olan bağlılıklarını vurgulayan makale, Katolik Kilisesi tarafından terk edildikleri duygusu içinde kültürel ve dini kimliklerinin korunması için Arap Hıristiyanların bölgedeki Direniş'in gerekli olduğunu düşündüklerini belirtiyor. Meryem Çarabati'nin makalesinde, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki beyazların mücadelelerine kıyasla beyaz olmayan insanların mücadelelerine gösterilen ilgideki eşitsizliğe dikkat çekilirken, kendini Hıristiyan Siyonist olarak tanımlayanların soykırımdaki rolüne eleştiri getiriliyor.
Biz Arap Hıristiyanlar uzun yıllar boyunca varlığımızın -kiliselerimizin, çan kulelerimizin, ailelerimizin, rahiplerimizin, rahibelerimizin, haçlarımızın ve kültürel mirasımızın- koruyucusu olduğu için Direniş'in yanında yer aldık. İslami Direnişe destek veriyoruz çünkü Katolik Kilisesi ve liderliği tarafından terk edilmiş hissediyoruz. Toplum temel ihtiyaçlarına cevap bulmakta zorlanırken, ibadet yerlerimiz giderek sadece müze haline geliyor. Bu durum Hıristiyanların inançlarını terk ettikleri anlamına gelmiyor; daha ziyade, bu belirsiz zamanlarda kilisenin rolüne ilişkin sorgulamaları yansıtıyor.
Şimdi, Vatikan'a karşı suçlama ya da ithamda bulunma zamanı değil. Binlerce Arap'ın ölümünden Kilise'yi sorumlu tutan bir iddianame de değildir. Bu yazı Arap Hıristiyanların umutsuzluktan değil, adalet talebinden kaynaklanan çağrısıdır. Tanrı'nın Oğlu İsa Mesih bugün burada olsaydı, hiç şüphesiz Arap dünyasının ezilen halklarının yanında yer alırdı.
İşte bu yazı da adalet inancına sahip bir çağrıdır.
Dinler çatışması değil kurtuluş: Çatışmanın gerçek doğasını ortaya çıkarmak
Batı propagandası, Filistin'in kurtuluşunu “İslamcı Araplar” tarafından yürütülen bir çatışmaymış gibi yanlış tanıtıyor. “İslamcı Araplar” kavramı, etik açıdan, sözde Yahudi kimliği nedeniyle İsrail'i tehdit eden genel bir İslami ideolojiymiş gibi Direniş hareketlerini aşağılayıcı bir şekilde kullanılıyor.
Ancak Aksa Tufanı'ndan bu yana, mücadelenin gerçek doğası inkar edilemez bir şekilde netleşti. Direniş'in çok daha karmaşık olduğu ve sadece dini/mezhepsel temelli anlatılara indirgenemeyeceği ortaya çıktı. Çatışma basit etiketlerin ötesine geçerek daha derin siyasi, sosyal ve tarihi boyutları yansıtarak daha geniş bir gerçekliği gözler önüne serdi.
Ne İsrail bir Yahudi ülkesidir ne de Araplar -özellikle de son on yıllarda ortaya çıkan Direniş hareketleri- Filistin, Levant ya da Arap dünyasının tamamındaki Hıristiyan ve Yahudi mirasını yok etmeyi amaçlayan “barbar İslamcılar”dır.
Bir bariyer rejim olarak İsrail, Batı olarak adlandırılan ABD'nin, Ortadoğu'daki en gelişmiş vekili olarak hizmet veriyor. Yıllar içinde, sözde Yahudi kimliği, Arap ve İslam dünyasındaki binlerce Yahudi tarafından çürütülmüştür; Batı dünyasında on yıllardır Siyonizm'i ve İsrail'in eylemlerini reddedenlerden bahsetmeye de gerek bile yoktur.
Başpiskopos Atallah: Ya Hristiyansınızdır ya da Siyonist
Siyasi bir proje olarak Siyonizm ile dini bir grup olarak Yahudilik arasındaki çizgiyi çizmek gerekiyor. Siyonizm karşıtlığını antisemitizmle bir tutan Batılı anlatıya rağmen, Siyonizm sadece bir Yahudi siyasi hareketi olarak görülmemelidir.
''Antisemitizm ve Siyonizm karşıtlığı eşittir'' iddiasına çok sayıda Yahudi Haham tarafından karşı çıkılmış ve hem akademik hem de siyasi tartışmalarda bu iddia derinlemesine incelenerek çürütülmüştür.
Siyonizm yaklaşık bir asırdır kurumsallaşmış ve daha sonra Hıristiyan Siyonist kiliseleri olarak bilinen Hıristiyan okullarını da bünyesine katmıştır.
Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi'nden Arap Sebastia Başpiskoposu, Facebook'ta yaptığı bir paylaşımda “Hıristiyan Siyonizmini” alenen geçersiz kılmıştır:
“Hıristiyan Siyonist diye bir şey yoktur. Ya bir Hıristiyansınızdır ya da bir Siyonist.''
Filistin savaşını tamamen dini bir savaş olarak çerçeveleyen anlatıya çok fazla girmeden, bu savaşın Arap ve Filistinlilerin kurtuluşuyla ilgili olduğunu yeniden teyit etmek önemlidir.
Aksa Tufanı ve sonrası, Arap dünyasındaki tüm dini mezheplerin dahil olduğu bir mücadeledir zira kolektif varoluşları ve gelecekleri bir yol ve kader birliği içinde iç içe geçmiştir.
Kendini Hıristiyan ilan eden Siyonistlerin ve sözde Hıristiyan Siyonistlerin İsrail'i savunmak için öne sürdükleri argümanlar, Hıristiyanlığın terk edildiği siyasi bir arka planda, Siyonist ajandayı Hristiyanlığın ilkelerinin önüne koymaya hizmet etmektedir.
Ancak en önemlisi, son birkaç ay içinde Adil Savaş Doktrini'nin, Katolik Kilisesi'nin merkezi yönetim organı olan Vatikan'ın devam eden soykırımdaki rolünü ele alan tartışmalarda bir kez daha ön plana çıkmış olmasıdır.
Adil Savaş Doktrini ve argümantasyonu
İsrail işgalinin, başta Gazze Şeridi olmak üzere Batı Şeria'yı da etkileyen Filistin halkına yönelik soykırım savaşı yıkıcı sonuçlarla devam ederken ve Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen'e yönelik ABD destekli ve zaman zaman ABD öncülüğündeki saldırılar sürerken, Hıristiyanlar için Adil Savaş Doktrinine başvurmak giderek daha acil hale gelmiştir.
Bu doktrin, askeri eylemin meşruiyetini değerlendirmek için ahlaki bir çerçeve olarak hizmet etmekte ve adalet, ölçülülük ve ciddi askeri eylem tehdidi altındaki mazlum halkların savunulması ilkeleriyle uyumlu bir yanıt verilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Katolik Kilisesi İlmihali, jus ad bellum [haklı savaş, Lat.] olarak bilinen bir savaşın adil sayılabilmesi için dört temel koşulun ana hatlarını çizmektedir.
İlk olarak, saldırganın bir ulusa veya uluslar grubuna verdiği zarar kayda değer, kalıcı ve kesin olmalıdır.
İkinci olarak, çatışmanın çözümüne yönelik diğer tüm seçenekler tüketilmiş veya pratik ve etkili olmadığı kanıtlanmış olmalıdır.
Üçüncü olarak, savaş çabalarında makul bir başarı şansı olmalıdır.
Son olarak, askeri güç kullanımı, önlemeye veya ortadan kaldırmaya çalıştığı zarardan daha büyük zarar ve düzensizliğe yol açmamalıdır.
Bu koşullar, savaşa başvurulmasının son çare olmasını ve zararı en aza indirecek ve adaleti koruyacak şekilde yapılmasını sağlamayı amaçlamaktadır.
Adil Savaş Doktrinine başvurmayı haklı çıkarmak için, Filistin'e ve daha geniş Arap dünyasına yönelik soykırım çatışmasının yalnızca önemli değil, aynı zamanda kalıcı ve kesin olup olmadığını eleştirel bir şekilde değerlendirmeliyiz. Mevcut saldırganlığa direnmenin kaçınılmaz olarak saldırgana daha fazla zarar vereceği gerçeğiyle yüzleşmeliyiz, ancak bu zarar şu anda halkımıza verilen feci yıkımdan daha yüksek bir standartta değerlendirilecek mi?
Bu durum, Avrupa ve Kuzey Amerika kökenli beyazların durumuna çok daha az hoşgörü gösterirken, beyaz olmayan insanların acılarına karşı genellikle endişe verici bir sabır sergileyen bir dünya düzeninde özellikle aciliyet arz etmektedir. Ele alınması gereken pek çok konu arasında, Arap halkımızı ve Küresel Güney halklarını tarihsel olarak zayıflatmış olan bu özel çifte standart biçimi de yer almaktadır.
Bu değerlendirme, çatışmanın derin ve kalıcı etkisi ile tavır almanın potansiyel sonuçlarını tartmalı ve tepkinin daha fazla acıyı en aza indirmenin ahlaki zorunluluğu ile uyumlu olmasını sağlamalıdır.
Bu doktrine başvurma çağrısı, dünya, Arapları Filistin'den etnik olarak temizlemeyi açıkça amaçlayan tarihin en çok televizyonda yayınlanan soykırımını izlerken geliyor. 42 binden fazla Filistinlinin şehit olduğu, on binlerce kişinin yaralandığı, enkaz altında kaldığı ve ailelerin ölümlerini kaydedecek kimselerinin kalmadığı Gazze Şeridi'nde başladı.
Kısa bir süre sonra, yerleşimlerin genişlemesiyle savaş Batı Şeria'ya da sıçradı. İsrail işgal ordusunun çeşitli şehirlere yönelik saldırıları daha da şiddetlendi ve sadece Batı Şeria'da bir yıl içinde 11 bin 200'den fazla Filistinli gözaltına alındı. Batı Şeria'da İsrail işgal güçleri ayrıca keskin nişancı ateşi, hava saldırıları, suikastlar, çarpışmalar ve diğer birçok şiddet yöntemiyle yüzlerce kişiyi öldürdü.
Filistin'de de Filistinli erkek, kadın ve çocukların istismar edildiği, dövüldüğü, tecavüze uğradığı, psikolojik ve fiziksel işkence gördüğü, günlerce aç ve susuz bırakıldığı, tıbbi olarak ihmal edildiği ve aklın her zaman kavrayamayacağı şekillerde zarar gördüğü İsrail'in dehşetengiz toplama kamplarını asla unutmamak gerekir.
İsrail işgalinin çeşitli bahanelerle Lübnan'a savaş açmasıyla birlikte, birçok İsrailli yerleşimci ve lider Lübnan, Suriye, Ürdün, Mısır ve hatta Suudi Arabistan'ın yeniden işgal edilmesi gerektiğini ima etti. Bunların sonuncusu, bir belgeselde kendisine İsrail'in Ürdün Nehri'nin ötesine uzanıp uzanmayacağı sorulan İsrail Maliye Bakanı'nın uzun vadeli hedefin ’kesinlikle” bu olduğunda ısrar etmesi üzerine yaptığı açıklamalardı. Maliye Bakanı İsrail'in Kudüs'ten Şam'a kadar” uzanması gerektiğini söyledi.
Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen'de de şehit sayısı binleri aştı, yaralı sayısı da öyle.
Tüm bunlar 70 yıl süren müzakerelerin, barışçıl protestoların ve hatta Filistin halkını korumak amacıyla imzalandığı iddia edilen Oslo Anlaşması'nın ardından geldi.
Tüm bunlar olurken dünya seyretti.
Tüm bunlar olurken Katolik Kilisesi savaşı sona erdirmeye çalıştı ve şu an itibariyle ne yazık ki başarısız oldu.
Filistin, Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen'deki farklı dini mezheplere mensup mazlum Arap halkları Siyonizmi kınadı. Bu zulme karşı direneceklerini ve sessizce ve hiç ses çıkarmadan öldürülmeyi ve topraklarından yok edilmeyi reddedeceklerini ilan ettiler.
İşte bu bölgedeki Direniş budur.
Bu yılın başlarında Vatikan Devlet Sekreteri Kardinal Pietro Parolin, işgal altındaki Filistin'deki savaşla ilgili olarak gazetecilere yaptığı açıklamada “savaşın asla adil bir savaş olmadığını” vurguladı. Özellikle savunma açısından “haklı savaş” kavramı üzerinde süregelen tartışmalara değinen Parolin şunları söyledi:
“Bugün bir savunma savaşı olarak ‘haklı savaş’ kavramı üzerinde çok fazla tartışma olduğunu biliyoruz. Ancak günümüzde mevcut olan silahlarla bu kavram çok zor hale geldi ve inanıyorum ki kesin bir pozisyon yok ve bu kavram gözden geçiriliyor.”
Şunu sormak gerekir: Modern silahlar mazlum Arapların bedenlerini parçalamaya devam etmiyor mu? Bu gelişmiş cephanelik, on yıllardır, askeri hakimiyet, pazarın genişlemesi ve Beyaz olmayan halkların yaşamlarını kâr ve lükse ikincil kılan kapitalist çıkarlar uğruna halkımızın, Arap halkının, hayatına mal olmadı mı?
Arap Hristiyanlar kendilerini terk edilmiş hissederken Arap savunusu: Vatikan umarız siz de bizi duyarsınız
Batı sık sık gerçek İslamcıları, yani dini ya da etnik kökeni ne olursa olsun tüm Arapları savunan özgürlük savaşçıları olarak silaha sarılanları Hıristiyanlığa karşı bir tehdit olmakla suçluyor. Oysa Hristiyanlar bu mücadele boyunca neredeydi? Küresel Hıristiyan toplumu biz Arap Hıristiyanlara sırtını mı döndü? Ve ne için? ABD'nin emperyal etkisini ve İsrail işgalini savunmak için mi? Adalet arayışının adaletsiz bir küresel düzeni desteklemeye dönüştüğü nokta bu mudur?
2000 yılında Papa 2. John Paul, Roma'daki Aziz Petrus Bazilikası'nın mihrabında durdu. The Guardian tarafından 2000 yıllık “şiddet, zulüm ve hatalar” nedeniyle “Roma Katolik Kilisesi'nin ruhunu arındırma” çabası olarak tanımlanan tarihi bir özür diledi. Bugün Kilise, Arap dünyasında ezilenleri ve zulme uğrayanları savunmak için Adil Savaş Doktrinine başvurarak başka bir tarihi adaletsizliği ele almak için yeni bir fırsata sahiptir. Benim görüşüme göre böyle bir deklarasyon, Kilise'nin bu bölgedeki geçmiş hatalarını telafi etmesi için bir şans sunmanın yanı sıra daha güçlü Hıristiyan-Müslüman bağlarını da teşvik edebilir.
Dünya, Yaratıcı merkezli bir değer sistemi olarak tanımlanabilecek potansiyel yeni bir düzene doğru geçiş yapıyor.
Bu yeni duruş, İsa Mesih'in Kilisesi'nin sadece Arap Dünyası'ndaki insanlar için değil, Küresel Güney'deki tüm insanlar için, bu duruşa en çok ihtiyaç duyanları terk etmediğini yeniden teyit edecektir:
''Benim buyruğum şudur: Sizi sevdiğim gibi birbirinizi sevin. Hiç kimsede, dostları uğruna canını veren insanda olduğu gibi bir sevgi yoktur.'' [Yuhanna 15:12-13]
Çeviri: YDH