Terör ve orman kanunu

img
Terör ve orman kanunu YDH

"Durum, 'Önce Amerika' sloganının sahibi Trump ile farklılaştı. Bu, 'Ben körüm, görmüyorum!' tarzında uygulanan keyfi slogandır."




YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Sadullah Mezraani, "uluslararası kararların" aslında Batı, özellikle de ABD ve İsrail tarafından dikte edildiğini bir kez daha anımsastıyor. Rusya ve Çin'in yükselişiyle ABD'nin BM üzerindeki tekeli kırılsa da, Trump yönetimiyle birlikte Orta Doğu'da İsrail üzerinden doğrudan müdahale, tehdit ve dayatmaların arttığını belirtiyor. Bölgesel medyanın da bu Amerikan-İsrail anlatısını yansıttığını ifade eden yazar, bu durumu "orman kanunu" olarak nitelendiriyor ve halkların direnişinin geçmişte olduğu gibi yine başarılı olacağını vurguluyor.

"Uluslararası karar" dendiğinde, bu üstü kapalı olarak Batı kararı anlamına gelir. "Batı kararı" dediğimizde ise bu zımnen Amerika'nın kararı demektir.

Bu genel olarak böyledir ve Güvenlik Konseyi ile yardım kuruluşları da dahil olmak üzere Birleşmiş Milletler'in (BM) tüm kurumlarının işlevsizleştirilmesinden bu yana en azından yaklaşık yüzde 90 oranına ulaşmıştır.

Genel olarak Orta Doğu'ya, özel olarak da Arap ülkelerine geçtiğimizde, bu denkleme dördüncü oyuncu eklenir. Buradaki "uluslararası karar", mecburi olarak Batı'nın kararıdır. Sonra, bu sıfatla, mecburi olarak aynı zamanda Amerika'nındır. Ve bu niteliğiyle de kaçınılmaz olarak İsrail'in kararıdır!

Rusya ve Çin'in birlikte veya ayrı ayrı kullandığı veto hakkı, Washington'un Güvenlik Konseyi'ni dış politika amaçları ve hedefleri için kullanma kabiliyetini sekteye uğrattı.

Bu politikalar, ahtapot gibi kolları olan ve etkisindeki farklılıklar bir yana, dünyadaki hiçbir ülkenin gücünden kurtulamadığı politikalardır.

Durum, Soğuk Savaş döneminde ve Washington lehine Amerikan-Sovyet çift kutupluluğunun çöküşünden hemen öncesine kadar böyle değildi.

Yaklaşık otuz yıl boyunca Washington, BM kurumlarını tekeline aldı ve büyük ölçüde kendi hedeflerine hizmet etmek için kullandı.

Bu durum, Devlet Başkanı Putin liderliğindeki Rusya'nın yükselişiyle değişmeye başladı; Moskova önemli adımlar attı ve bir kez daha uluslararası düzeyde, çeşitli alanlarda itiraz etme ve etkileme kabiliyetine sahip büyük güç hâline geldi.

Bu durum, Rusya liderliğinin Amerikan tekeline dayalı uluslararası politika yönetimine karşı çıkma sloganını yükseltmesiyle birleşti.

Moskova'nın bu tutumu, başta Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere yükselen büyük güçlerin pozisyonlarıyla etkileşime girdi ve kesişti.

Çin rejimi, siyaset ve ekonomide, dolayısıyla iç ve dış ilişkilerde bazı sosyalist özelliklerini korumaya devam etti. BRICS ittifakı her bakımdan etkili güç olarak ortaya çıktı.

Rusya, silah geliştirme ve ihracatında Washington'dan sonra ikinci sıraya yerleşti. Pekin, Tokyo ve Berlin'i geride bırakarak ekonomide Washington'dan sonra ikinci sıraya yükseldi ve iletişim, yenilenebilir enerji ve yapay zekâ gibi en öncü ve modern alanlar da dahil olmak üzere dünyanın fabrikası ve birincilik yarışında rakip oldu.

Bu yeni gelişmeler, Washington'da yakın tehlike hissi uyandırdı.

Demokratların tepkisi, alışılagelmiş askeri, güvenlik ve ekonomik araçlarla karşı koyma açısından gelenekseldi.

Durum, "Önce Amerika" sloganının sahibi Trump ile farklılaştı. Bu, "Ben körüm, görmüyorum!" tarzında uygulanan keyfi slogandır.

Trumpçılığın özelliği; izolasyonizm, ırkçılık, dayatma, dizginsiz genişleme, tehdit, boykot, abluka... Neredeyse dost ile düşman arasında ayrım yapmadan!

Açıklanan hedefleri ise; yönetiminin her türlü taahhüdünü ve harcamasını azaltmak (USAID'den BM'ye kadar); nüfuzu, gücü, kârları ve haraçları maksimize etmek; içe kapanma ile dışa doğru her yolla genişlemeyi birleştiren ikili yaklaşımı benimsemek; kendisini "büyük" lider olarak ABD'nin en zengin, en kontrolsüz ve hırslı isimlerinden oluşan taburla çevrelemek.

Orta Doğu, Trump döneminde bir kez daha fırtınanın merkezinde yer alıyor. Yüzyılın başında Oğul Bush tarafından Afganistan ve Irak'ın işgali maceraları ve hayal kırıklıklarından sonra ve ilk dönemindeki İbrahim Anlaşmaları'nın ardından Trump, Orta Doğu mücadelesini doğrudan İsrail kapısından yürütüyor.

Bu durum, Avrupa, Kuzey Amerika, Orta Amerika, Grönland... Ve Gazze'ye yönelik büyük macera başlıkları veya projeleriyle eş zamanlı olarak gerçekleşiyor.

Trump'ın Orta Doğu durağında, İsrail'deki faşist katiller hükümetini Gazze'deki direnişle yapılan anlaşmayı bozmaya ve soykırım harekatını yeniden başlatmaya teşvik etmesiyle eş zamanlı olarak, Washington'un direnişe daha önce hiç görmediği cehennemi yaşatma tehditleri savurması belirginleşiyor.

Bu, Sanaa'ya karşı geniş çaplı savaşın başlamasıyla ve Tahran'a, askeri cephaneliğine, bölgesel nüfuzuna, rolüne ve müttefiklerinin Filistin halkıyla yıkım, tehcir ve soykırım planlarına karşı dayanışmadaki rolüne karşı savaş tehdidi ve uyarısıyla birleşiyor.

Trump, tehditlere, müzakerelere, şartları dikte etmeye ve dayatmaya kişisel ve doğrudan müdahil oluyor.

Bu durum Lübnan'daki vaziyet için tamamen geçerli: Siyasi, güvenlik ve ekonomik otorite piramidinin tamamında politikaları belirlemede ve isimleri dayatmada bariz ve küstahça müdahale...

Bölgesel yandaşlar ve her dış dönüşümü, aşırılıkçı ırkçı hizipçiliğe ve izolasyonist bağımlılığa dayanarak içeride değerlendirme fırsatı kollayan yerli figüranlar buna yardımcı oluyor.

Bu bağımlılık, hâlâ hizipçi amaçlarla veya sömürgeci hatta İsrail faturalarını (1982) ödemek için "egemenlik" satmaya devam ediyor!
İşte Lübnan'daki "uluslararası karar" budur.

Yani girişte işaret ettiğimiz denklemin ta kendisi: Uluslararası / Batılı / Amerikan / İsrail... Tüm bunlar, düşmanın terör, suikast, yıkım ve genişlemeye devam ettiği, Lübnan'a yardımları engellediği ve bunu direnişin ve silahlarının tasfiyesi şartına bağladığı ve hepsinden önce, Ortagus'un emrettiği gibi: Düşmanla derhal normalleşme!

Bu "uluslararası" kararın bölgesel uzantısı, özellikle soykırımın başlangıcından bugüne kadar Suudi Arabistan'ın alıştığı üzere aynı Amerikan-İsrail çizgisinde hareket etmesinde kendini gösteriyor.

Resmi Suudi gazetesi Şark el-Avsat, geçen pazar günü, 1. sayfasındaki ana haberinde, güneyden atılan üç füzeyle ilgili olarak şunu yazdı: "Kimliği belirsiz füzeler Lübnan'ın istikrarını sarstı!" Bu başlıkta ne kadar çok hata ve yanıltma var!

Birincisi: Bu ilkel füzeler, İsrail'in saldırıları, yıkımı, katliamı ve suikastları genişletmek için kullandığı ölçü dışında "sarsma" kabiliyetine sahip mi?

İkincisi: Lübnan'da "istikrar" mı var? Gazete yönetimi, güneydeki ve genel olarak Lübnan'daki durumu, savaşın tek taraflı olarak ve Amerika'nın örtüsü altında tüm bölgelerde yeniden başlatılması üzerinden takip etmedi mi?

Üçüncüsü: Profesyonellik ve objektiflikten "az da olsa" nasibini almış herhangi medya kuruluşunun bu füzelerden, fırlatılma amacından ve kimin yararlandığından şüphe etmesi gerekmez miydi?

Dördüncüsü: Peki ya İsrail'in altmış günlük süre boyunca, uzatmayla, yeni işgal edilen beş mevziyle ve düşman liderlerinin işgali sürdürme konusundaki açık ısrarıyla devam eden ihlalleri ne olacak?

Yine "uluslararası" ve aynı gazeteden başka örnek, geçen çarşamba günü, yine birinci sayfasının başında ve aynı en belirgin köşede: "Gazze... Hamas'a karşı savaşın durdurulması çağrısı yapan protestolar!"

Yıkım ve soykırım harekatını yeniden başlatan ve anlaşmayı bozan İsrail değil mi? Bazılarının teslimiyet talep ettiği daha doğru değil mi?

Soykırım harekatı nedeniyle veya istihbarat çabalarıyla birkaç yüz (hatta binlerce) kişinin hareketi, Gazzelilerin yaklaşık bir buçuk yıl süren efsanevi direnişini ve acılarını gölgeleyebilir mi?

İşte bize teslim olmamız istenen kötü denklem budur.

Bu, Amerika ve İsrail'in orman kanunudur, "uluslararası karar" değil. Çağdaş bunlara tarih tanıklık ediyor ve bu "uluslararası" şahsiyetler çok iyi biliyor ki halkımız buna direndi, onlara direndi ve zafer kazandı!

Çeviri: YDH