"Tüm taraflardan pek çok aktör, komplonun elinde birer oyuncaktı ve komplonun büyük hedefine hizmet edecek şekilde yönlendiriliyorlardı."

YDH - Dünya Direniş Âlimleri Birliği Başkanı Mahir Hammud, el-Ahbar gazetesinde kaleme aldığı makalede, Lübnan İç Savaşı'nın 50. yıl dönümü vesilesiyle savaş anlatısını eleştirel bir şekilde değerlendiriyor. Hammud, savaşta suçlu görülen bazı kesimlerin kendilerini kahraman gibi göstermesine karşın, Filistin direnişiyle işbirliği yapanların özür dilemesinin çarpık bir durum yarattığını savunuyor. Hammud, savaşın köklerini tarihteki dini ve siyasi dinamiklere, yabancı müdahalelere ve Siyonist komplolara dayandırarak, Lübnan'ın geleceğinin bu gerçeklerin açıkça kabul edilmesiyle inşa edilmesi gerektiğini vurguluyor.
Ayn er-Rummane otobüsü olayının ellinci yıldönümü hakkında okuduklarımız ve duyduklarımız bizi dehşete düşürdü.
Bir şekilde Siyonist düşmanla, yani büyük komployla bağlantılı olan saldırgan taraf, yaptıklarıyla övünüyor ve kendisini direnişe ve kararlılığa nispet ediyor.
Öte yandan, hatalar ve sapmalar ne olursa olsun, taşıdığı ilkeler ve yüce ideallerle Filistin direnişine katılanlar ise özür diliyor ve sanki Lübnan Savaşı'nın suçluları, mücrimleri ve müsebbipleri kendileriymiş gibi savaşa katılmaktan kaçınıyorlar.
Burada durup bazı konuları açıklığa kavuşturmak ve taşları yerine oturtmak gerekiyor:
Birincisi: Lübnan Savaşı'nın kökleri tarihin derinliklerine uzanır. İlki, Marunilerin yeni İslam yönetiminden kaçarak Halep, Humus ve Hama'dan Lübnan dağlarına göç etmesine dayanır.
Bu, Hicri 50 (Miladi 670) yılında gerçekleşti. Burada tarihçi Kemal es-Salibi'nin bu dönem hakkında yazdıklarına bakabiliriz.
İslam'ın onları koruduğu, İmam Evzai'nin o meşhur fetvasıyla kanıtlanmıştır. Abbasi Valisi Salih bin Ali, bazıları İslam ordusuna saldırdıktan sonra Ceracime'yi kökten yok etmeyi amaçlayan büyük bir sefer düzenlemeye kalkıştığında, İmam Evzai ona kesin bir dille hitap eden bir mektup gönderdi:
"Muhtelifin günahları yüzünden geneli sorumlu tutamazsın. Allah, 'Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez' buyuruyor."
Vali, İmam Evzai'nin fetvasına uydu ve bu seçkin duruş, Lübnan kimliğinin köklerini oluşturdu. Bu, ilkokullarda öğretilirdi ve biz bunu küçüklüğümüzden beri ezberledik.
"İslam"ın Hristiyan varlığını koruduğu ikinci olay ise 1860 katliamları sonrasıdır. Emir Abdülkadir el-Cezayiri, Beyrut ve Şam'daki Hristiyanları korudu ve Hristiyanlara saldıranların karşısına dikilmek için silahıyla ve destekçileriyle harekete geçti.
Bu iki meşhur olay aracılığıyla, İslam'ın bir miras, kültür ve bağlılık olarak ortak yaşamı vurguladığını, aksini değil, teyit etmek istiyoruz.
İkincisi: Şüphesiz, Emeviler, Abbasiler, Eyyubiler, Memlükler ve ardından Osmanlılar olmak üzere İslam adına hükmeden tüm yönetimler herkese karşı birçok hata yaptı.
Ancak Hristiyanlara karşı yapılan hatalar mezhepçi bir arka planla okunuyor. Eğer İslam'a mal edilen bu hatalar olmasaydı, ortak yaşam konusu çok daha iyi durumda olurdu.
Üçüncüsü: Lübnan savaşının kökleri yabancılar tarafından 1840 yılında Kaymakamlık sistemiyle, 1860 yılında Mutasarrıflık sistemiyle, daha sonra da Büyük Lübnan Devleti’nin ilanıyla atıldı. Hıristiyanlar, özellikle Maruniler, Lübnan savaşı arifesinde durumu özetleyen iki karmaşıklığa dönüşen pek çok ayrıcalığa sahipti:
Hıristiyanlarda korku, Müslümanlarda ise adaletsizlik duygusu var. Hıristiyanlar, Müslümanların bu denizine karışmaktan korkarken, Müslümanlar ise haklarının gerçek anlamda ihlal edildiğini hissediyorlar. Örneğin, nitelikli kişiler devlette hassas görevlere gelemiyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, ilk kompleks pek de doğru değildi. Zira Hristiyanlar Arap ülkelerinde, Körfez'de ve Mısır'da (1952 öncesi) saygın ve değerli bir şekilde yaşadılar, muazzam servetler kazandılar.
Ayrıca Arap turisti, Hristiyan bölgelerine diğer bölgelerden çok daha fazla para harcıyordu... vb.
Dördüncüsü: Amerikan-Batı-Siyonist komplosunun, Lübnan Savaşı'nın seyrini en önemli dönüm noktalarında kontrol edebildiğini kabul etmeliyiz.
Tüm taraflardan pek çok aktör, komplonun elinde birer oyuncaktı ve komplonun büyük hedefine hizmet edecek şekilde yönlendiriliyorlardı.
Bu hedef; Filistin direnişini vurmak ve onu Lübnan Savaşı ile meşgul etmek, İsrail'i rahatsız eden gelişmiş Lübnan ekonomisini vurmak ve Siyonist ırkçı fikre hizmet etmek için Lübnanlılar arasındaki birlikte yaşama fikrini vurmaktı.
Bu, iki yolla gerçekleştirildi:
A) Hristiyanları, Filistinlilerin Lübnan'ı kendilerine alternatif bir vatan olarak istediklerine ikna etmek. Bunu, Nisan 1971'de Bakan Kissinger'ın elçisi Büyükelçi Dean Brown aracılığıyla teyit ettiler.
Brown, o zamanki Cumhurbaşkanı Frenciye'den Marunileri Amerikan gemilerine bindirmesini isteyerek şöyle dedi:
"Ey Lübnan Hristiyanları, iş bitti. Kaderiniz Kanada. İşte gemiler kıyılarınızın açıklarında sizi bekliyor. Siz burada geleceği olmayan bir nüfus fazlasından başka bir şey değilsiniz."
Hristiyanlar, toprağını savunmak için bir inançla ve vahşice savaşmaya başladı. Oysa bu fikir ne doğruydu ne de uygulanabilirdi. İsrail, sınırlarında Filistinlilerin iskân edilmesini kabul etmezdi ve Filistinliler de Filistin'e alternatif bir vatanı kabul etmezlerdi.
B) Filistin direnişini, İsrail'in işbirlikçilerinden sırtını korumadan İsrail'le savaşamayacağına ikna etmek. Bu yönde çokça kullanılan büyük slogan şuydu: "Kudüs'e giden yol Cuniye'den geçer."
Bu iki habis fikir, yangına körükle gitmek gibiydi.
Beşincisi: Evet, herkes hata yaptı ve herkes manipüle edildi. Fakat, hatalı olduğunu ve komplonun bir parçası olduğunu tam olarak bilenle, bir şekilde aldatılan arasında büyük bir fark var.
Nitekim Hz. Ali (r.a.) Hariciler hakkında şöyle demiştir: "Hakkı arayıp da yanılan, batılı arayıp da bulan gibi değildir."
Elbette, korunma bahanesiyle İsrail'le işbirliği yapan, taşıdığı son derece önemli sloganlarla Filistin direnişine bağlanan gibi değildir. Filistin direnişi taktikte ve pek çok uygulamada kesinlikle hata yapmış olsa da, varsayılan hedef, taşıdığı insanlık dışı fikirler ve uygulamalarla Siyonizm'e karşı koymaktı.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, İsrail'le işbirliği, iskândan ve Filistinlilerden duyulan korkunun ürünü değildi. Aksine, birçok yazı, Ketaib Partisi'nin kurucusu Pier Cümeyyil'in 1951'deki seçim kampanyasını desteklemek için İsrail'den mali katkı istediğini kanıtladı.
O zamanlar ne Filistin direnişi vardı ne Abdülnasır ne de büyük milliyetçi veya İslami sloganlar. İsrail, istediği on bin dolar yerine ona üç bin dolar göndermişti.
Ayrıca, önde gelen Hristiyan şahsiyetlerin bir dönem Filistin'deki Yahudi ulusal vatanına karşılık Lübnan'da bir Maruni ulusal vatanından bahsettiklerini de unutmuyoruz.
Bunların en önde gelenleri Patrik Antun Arida (1932-1955), Beyrut Metropoliti İgnatiyus Mübarek ve tabii ki Cumhurbaşkanı Emil Edde idi.
Resmin tamamlanması için şunu belirtelim: Tüm Hristiyanları veya Marunileri, hepsinin bu sömürgeci tezi onayladığıyla suçlamıyoruz.
Aksine, Emil Edde'nin hisseleri bağımsızlıktan sonra oldukça düştü, Patrik Arida Vatikan tarafından görevden alındı... vb.
Ayrıca, düşman İsrail ile bağlantılı milislerin uygulamaları geniş bir halk desteğine sahip değildi. Bunun kanıtı, General Mişel Aun'un 1989'da "İlga ve Kurtuluş Savaşı"nı ilan ettiğinde hayali bir popülerlik kazanması ve geniş kitlelerin o zamanlar adlandırdığı şekliyle Baabda Sarayı (Halk Sarayı) meydanlarında uyumasıdır.
Doğrusu biz bu duruma şaşırmıştık, zira medya Lübnan Kuvvetleri milislerini Lübnan'daki Marunilerin tek temsilcisi olarak gösteriyordu.
Altıncısı: Eğer yeni Lübnan, Siyonist tehlikenin Lübnan için, ortak yaşam formülü için, hatta Müslümanlardan önce Hristiyanlar için, her insani slogan ve değerli her hedef için bir tehlike olduğunun teyidi üzerine kurulmazsa, reformdan, yeni devletten, yeni dönemden ve büyük umutlardan bahsetmek beyhudedir.
Bugün şahit olduklarımız ise çok üzücü. Lübnanlı bir kesim, kaba ve uygulanamaz bir şekilde direnişin silahsızlandırılmasına odaklanırken, İsrail'in geniş çaplı suikastlar, yıkım, işgal ve tüm anlaşmaları, tüm uluslararası sözleşmeleri ve antlaşmaları hiçe sayarak gerçekleştirdiği günlük saldırıları hakkında sessiz kalınıyor.
Ayrıca, destek savaşından sanki Lübnan'a ve vatana aidiyetle çelişen bir suçmuş gibi bahsediyorlar. Yani, varsayılan Lübnan'ın insani duygulardan ve Araplar arasındaki gerçek ilişkilerinden arınmış olmasını istiyorlar; meğerki bu ilişkiler para ve yatırım çekme sebebi olsun.
Böylece Lübnan, onların gözünde tüm ilkeler, değerler ve insanlık pahasına sadece sermaye dilencisi hâline geliyor.
Yedincisi: Lübnan Savaşı'nı anmak, bu fikir çok net olmadıkça faydalı olmayacaktır. Burada, Lübnan Kuvvetleri'nin eski sorumlularından Esad Şaftari'nin yaptıklarının önemine ve Lübnan Kuvvetleri'nin işlediği hataların ve suçların büyük bir kısmını itiraf etmesine işaret ediyoruz.
Oysa Lübnan Ulusal Hareketi'ni ve Filistin direnişini temsil ettiklerini iddia eden ve savaşa katılımlarından dolayı özür dileyenler, olayları doğru bağlamına oturtmadıkları için adil davranmadılar.
Sekizincisi: 1948 Nekbe'sinden bu yana belki de en zor aşama olabilecek bu hassas dönemde, konuları dikkatli bir şekilde ortaya koymalıyız.
Başımıza gelen trajedilere rağmen, direnişin Lübnan'da 2000'de ve ardından 2006'da başardıkları tarihî niteliktedir.
Filistin halkının ve Gazze halkının sergilediği hayali direniş ve kahramanlıklar, bizi çevreleyen trajedilere rağmen umut verici bir gelecek hayal etmemizi sağlıyor.
Çeviri: YDH