MK Bhadrakumar 29 yıl Hindistan Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış bir diplomattır. Bu süre içerisinde Özbekistan (1995-98) ve Türkiye’de (1998-2001) Büyükelçi olarak görev yapan MK Bhadrakumar’ın 13 Nisan 2006 tarihli yazısını asiantimes.com’dan arkadaşımız Seyfeddin Kara çevirdi.
YDH- MK Bhadrakumar 29 yıl Hindistan Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış bir diplomattır. Bu süre içerisinde Özbekistan (1995-98) ve Türkiye’de (1998-2001) Büyükelçi olarak görev yapan MK Bhadrakumar’ın 13 Nisan 2006 tarihli yazısını asiantimes.com’dan arkadaşımız Seyfeddin Kara çevirdi.
***
Gabriel Garcia Marquez’in yazdığı ‘Önceden Bilinen Ölümün Günlüğü’ isimli öyküsünde kasabada yaşayan herkes romanın kahramanı Santiago Nasar’in öldürüleceğini bilmekteydi. Buna rağmen kimse bu cinayeti durdurmak için bir şey yap(a)mıyordu. Cinayet güçlü bir motivasyona dayanmakta ve önlenemez gibi görünmekte ise de zengin ve pervasız bir genç olan Santiago Nasar’in neden ölmesi gerektiğini kimse bilmiyordu.
Öyküdeki bu durumla Başkan George Bush’un önlenebilinecek gibi görünmeyen İran’la savaşa girme sevdası arasında benzer bir durum vardır. Çok dikkatlice örülmüş olan ve tansiyonu yüksek tutmaya çalışan birden fazla boyuta dayalı yaratıcı bir komploya dayalı Bush’un İran’la savaşı Marquez’in gizemli metafiziksel cinayet öyküsünün sayfalarından fırlamış gibi görünmektedir.
The New Yorker isimli dergide araştırmacı gazeteci olarak görev yapan Seymour Hersh, Bush’un aceleci davrandığı İran savaşıyla ilgili detayları ifşa etmiştir. Verdiği engellemez hissine rağmen Bush’un öyküsünde bazı boşluklar var gibi görünmektedir. Gerçek, bir gün daha fazla yaşamaya çalışan bukalemunun gözden kaybolması gibi sürekli olarak saklanmaktadır. İç içe geçmiş üç halka, altı yıllık Bush başkanlığı dönemindeki “İran sorusunu” şekillendirmektedir. Bush yönetiminin bürokratları şimdiye kadar başarılı bir şekilde bu çemberleri güçlendirmekle uğraşmışlardır. Bu bağlamda tartışılan soru daha az temel hedefte yoğunlaşmış bunun yerine asıl ağırlık merkezi zamanlama ve yöntemin detayları olmuştur.
Bu üç halkadan en dışarıda olanı, Bush yönetiminin hesaba katmak zorunda olduğu ABD içindeki faktörlerle ilgili bölümü oluşturmaktadır. En dıştaki halkanın içindeki ikinci halka, Ortadoğu’daki Araplarla ilgili faktörleri oluşturmaktadır. Merkezde bulunan ve en önemli bölümü teşkil eden üçüncü halkayı ise ABD’nin bölgeye hâkim olma niyeti oluşturmaktadır. Bu durumu başka bir deyişle ifade edersek merkez halka “Yeni Ortadoğu’da” İsrail’in hâkim güç olmasının garanti altına alınması amacından oluşmaktadır.
Bu bağlamda Hers’in New Yorker’daki makalesindeki en önemli bilgi ne Amerikan ajanlarının İran topraklarında yürüttüğü faaliyetlerle ilgili detaylar, ne Pentagon’un İran’a karşı düzenlediği hayali saldırı tatbikatları, ne de akla çok kötü çağrışımlar getiren Bush yönetiminin yeraltındaki İran nükleer tesislerini yok etmek için taktik nükleer silah kullanabileceği olasılığıdır. Bunların yerine en önemli bilgi, ürkütücü bir realite olan; İran’a karşı yapılacak olan herhangi bir askerî saldırının Amerika tarafından “iki partili” bir mesele olarak yürütüleceği mesajıdır.
Hersh’e göre muhalefetteki Demokrat Parti’den belirlenmiş seçilmiş bir grubu İran’a karşı yapılacak bir kaçınılmaz bir saldırı karşısında bilgilendirmeye başlamıştır. Bu nedenledir ki Demokratlar konuyla ilgili ya sessiz kalmayı seçmekte ya da Bush yanlısı tavır sergilemektedirler.
Bu bağlamda Hilary Clinton gibi üst seviyedeki bir Demokrat üyenin gecen hafta Rhode Island eyaletinde bulunan Brown Üniversitesi’nde yapılan toplantıda öğrencilerin yoğun baskısına rağmen savaş karşıtı yorumlardan kaçınması gözden kaçırılmıştır. 2008 yılında yapılacak seçimlerde Demokrat Parti’nin en önemli ümidi olan Hilary Clinton anlaşıldığı kadarıyla her ne kadar üniversite çevrelerinde pek kabul görmese de savaş karşıtı bir söylemde bulunarak kendisinin ve partisinin durumunu tehlikeye atmak istememiştir.
Siyonizm’e Destek
Kurumsallaşmış Hıristiyan guruplar arasında İsrail’e olan destek geçtiğimiz yılda büyük bir artış göstermiştir. ABD siyaseti üzerinde şimdiye kadar görülmemiş bir nüfuz kazanan Hıristiyan Evangelikler, Yahudilerin tarihi vatanlarına dönüşlerini ‘İkinci Dönüş[1]’ için bir on şart olarak görmektedirler. Cumhuriyetçi ve Demokrat taraftaki hiçbir ciddi siyasetçi Siyonistlerin ABD siyasetindeki gücünü görmezden gelemez.
Amerikan Evangeliklerinin listesinde İran, İsrail’in bir numaralı düşmanı olarak görünmektedir. Bununla birlikte İran İslam’la özdeşleştirilmiştir ki İslam da İncil devleti olan Amerika da terörizmle eşanlamlı kabul edilmektedir. Muhafazakâr Hıristiyanların ideologları, Hıristiyan ve Siyonist prensiplerine doğrudan bir tehdit olarak gördükleri İslam’ı düzenli bir şekilde eleştirmektedirler.
Birçok Amerikalı Evangelist, Filistin bölgesinin Yahudilere tanrı tarafından verildiğini ve Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde yasayan Filistinlilerin başka bir Arap ülkesine taşınmasının gerekliliğini düşünmektedirler. Bazı Evangelistler toprak karşılığı barış önerisinde bulunan ve bir suikasta kurban giden eski Başbakan Izak Rabin’in tanrı tarafından cezalandırıldığını düşünmektedirler.
Bush yönetimi enteresan bir şekilde “kazan-kazan[2]” pozisyonu içindedir. Bu bağlamda Amerikalıları Bush yönetiminin peşinden sürüklemenin en iyi yolu İran’la savaşa gitmek olacaktır. Böyle bir savaş Bush yönetiminin seçmenlerin gözünde çok düşük seviyelerde olan popülaritesini artıracaktır.
Kendi ufkundan öteye bakan Bush, Amerika ve İsrail’in gündemlerini uygulamakta daha başka fırsatlar da görüyor. Irak zaten bir sivil savaşın ortasında durmakta ve bu savaş bütün Ortadoğu’ya yayılma durumunda. Bölgede bulunan ABD yanlısı rejimler bu durumu gitgide büyüyen bir kaygıyla izlemekteler.
Bu devletlerin hayati öneme sahip menfaatleri İsrail’le örtüşmeye başlamıştır. Mısır, Ürdün ve İsrail gibi devletler bölgede bir Arap liderliğinin olmadığının farkına varmışlardır. Mısır ve Suriye geçmişteki önemini çoktan yitirmiştir. Suriye çok fena bir şekilde yalnız bırakılmıştır. Bununla birlikte 11 Eylül 2001 de gerçekleşen olaydan sonra çok sıkı olan Suudi Arabistan’la Amerika arasındaki ilişkilerde de köklü değişimler olmuştur.
Söz konusu Arap rejimleri (ve İsrail) Şiilerin Irak’ta kazandığı güçlü konumdan ve durumun kendi topraklarını da yayılması olasılığından oldukça rahatsız durumdalar. Bununla birlikte bu devletler Şiilerin güçlenmesini İran’ın yayılması olarak görmektedirler. Ürdün Kralı Abdullah bölgede oluşan bir Şii hilali konusunda uyarıda bulunmuştur. Yakınlarda Mısır’ın Başkanı Hüsnü Mübarek de benzeri bir uyarıda bulunmuştur. Hüsnü Mübarek yaptığı açıklamada şöyle demiştir: “Bu ülkelerde önemli ölçüde Şii nüfusu yaşamaktadır ve Şiiler yaşadığı ülkelere bağlılık göstermek yerine İran’a bağlı durumdadırlar”.
Mübarek’in açıklaması bölgede yükselen mezhebi tansiyona dikkat çekmektedir. Fakat bu durum sadece bir yan etki. Mübarek gibi deneyimli bir politikacı sebepsizce konuşmayacaktır. Bölgedeki bütün Arap liderlerin adına yaptığı açıklamada Mübarek’in hedefi Washington’du. Bu açıklamasıyla Mübarek Arap rejimlerinin rahatsız olduğu ve Irak’ın geleceğiyle ilgili ABD ve İran arasında bu haftanın başında meydana gelmesi planlanan görüşmelerden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyordu. İsrail’in de önceden beri İran ve ABD arsında olabilecek yüz yüze görüşmelere karşı süregelen bir rahatsızlığı bulunmaktadır. Özellikle Mübarek gibi Arap liderler, Irak’ta ABD’nin kendilerini dışarıda bıraktığı bir süreçten oldukça endişeli durumdalar. 5 Nisan’da Kahire’de yapılan ve Arap ülkelerinden bakanların katıldığı toplantıda bu konuyla ilgili endişeler dile getirilmiştir. Öncesinde bu ülkelerin gizli servis başkanları da bir araya gelerek aynı meseleleri görüşmüştür. (Suriye bu gizli toplantılardan dışlanmıştır).
İsrail de Araplar rejimlerinin taşıdığı bu endişeyi paylaşmakta ve önde gelen İsrailli stratejist Asher Susser belirttiği gibi “Sünni Arap merkezi daha doğuya taşınan yeni merkezin (İran’ın) çevresi konumuna geldiği” tespitinden büyük rahatsızlık duymaktadır. Tespitlerine devam eden Asher Susser şöyle söylemektedir: “Saddam Hüseyin’in Irak’ı, bir zamanlar doğudaki Arap dalgakıranı konumundaydı, bu dalgakıranın ortadan kalkması İran’ın bölgesel hâkimiyetine zemin hazırlamıştır ve İsrail açsından bu yeni durum hiç de olumlu bir sürecin işareti değildir.”
Bu doğrultuda, Irak’ın olası bir parçalanması Güney Irak’in daha çok İran’ın etkisi altına gireceği gerekçesiyle Arap rejimleri (ve İsrail) için bir kâbus durumundadır. Böyle bir durum Arap devletlerinde meydana gelebilecek büyük sokak gösterilerine zemin hazırlarken aynı zamanda bölgedeki hâkim rejimlerin varlığını tehlikeye sokacak, öte yandan Hamas, Hizbullah ve Müslüman Kardeşler gibi radikal örgütlerin güçlerini artıracaktır. (Göründüğü kadarıyla İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’in tepkilere neden olan açıklamalarında bir metodoloji gizlidir).
Bu bölgesel hesapların ötesinde merkezî konumdaki halka yatmaktadır ki o da Bush yönetiminin İran’a karşı stratejisidir. Bu strateji de İsrail’in bölgesel hâkimiyetini garanti altına almaktır. Burada sonuna getirilmemiş herhangi bir iş İsrail’in güvenliğine getireceği korkunç tehlikelerden dolayı kabul görmez niteliktedir. Beraberce Irak’ın işgalinden sonraki 3 yıl içersinde neler gerçekleştirildiğine bir göz atalım.
Saddam Hüseyin’in devrilmesi, Suriye üzerinde büyük bir baskıyı beraberinde getirmiş böylece Suriye zayıflatılmış ve Lübnan’dan geri çekilmek zorunda bırakılmıştır. Suriye artık Lübnan topraklarında İsrail’e kafa tutma kabiliyetini yitirmiştir. Öte taraftan Suriye’nin bölgesel gücü tamamıyla kırılmamıştır ki bu da Ortadoğu’daki haritaların yeniden çizilmesi önündeki en büyük engeldir. Irak’ın parçalanması, Suriye’nin gücünün tamamen kırılmasına önemli bir rol oynayabilir.
Ayni zamanda, Suriye artık Ürdün’ü göz ardı edecek ya da aşağılayabilecek durumundan oldukça uzaklardadır. Bu noktada İsrail hala Ürdün’le yapacağı işbirliğiyle bölgedeki stratejik çıkarlarını korumayı ümit etmektedir. Fakat Irak’ın geleceği bölgedeki stratejik dengeleri derinden etkileyecek gibi görünmektedir. Bu durum İsrail ile Ürdün arasındaki gizli işbirliğinin en verimli derecedeki kullanımını güçleşmektedir.
Teorik olarak eğer Ürdün İran’ı bertaraf edip Irak’taki Şiiler üzerine hâkimiyet kurabilirse bu durum Kral Abdullah’ı Güney Lübnanlı Şiileri de İran’dan uzaklaştırmaya zemin hazırlayacaktır. Böyle bir senaryoda Ürdün Lübnan’ı kontrol altına alarak İsrail’e büyük bir yardımda bulunabilir.
Bütün bu planlardan verim alınabilinmesinin tek şartı İran’ın durdurulmasından geçmektedir. İran nüfuzu geri püskürtüldüğü takdirde Irak’ta ve Lübnan’daki Şiiler doğal bir şekilde Ürdün’ün kontrolü altına girecektir. Böyle bir süreçte Suudi Arabistan’da bile düzenli bir dönüşüm beklenebilir.
İsrail şu anda Filistinlilerle kurallarını kendi koyduğu yeni bir ilişki metodunda bir mesafe kat etmiştir. İsrail’in Oslo Anlaşması’nın bağlayıcılığından kendisini soyutlamıştır. Buna rağmen yapılacak daha çok şey vardır. Ürdün Yaser Arafat sonrası dönemde İsrail’le işbirliği yapacak Filistinlilerin İsrail’e kazandırılması için yardımda bulunabilirdi. Bunun yerine İsrail şu an Fetih’in önceki gücünü eline geçirmiş Hamas’ın yükselişiyle (İran’ın yardımıyla) karşı karşıya kalmak durumunda. Bu noktada açık bir şekilde görülmektedir ki İran İsrail’in önündeki en büyük engeldir.
İsrail’in günümüzdeki çıkarları geçmişteki çıkarlarından radikal farklılıklar göstermektedir. İsrail şu anda Araplar arasında merkezi durumda bulunan iki ülkeyle –Mısır ve Ürdün- barış yapmış ve böylece önceki düşmanlarını kontrol altına almıştır. Buna rağmen hala Arap-İsrail çatışmasını aşarak gerçek Yeni Ortadoğu’yu kuracak, Ortadoğu tarihindeki en önemli güç konumuna ulaşamamıştır.
[1] Hz. İsa’nın yeryüzüne dönüsü ima edilmektedir. (Çev.)
[2] “win-win” iki taraflı kazanç anlamında kullanılmıştır.