YDH- Merkezi İngiltere’de bulunan İslami İnsan Hakları Komisyon IHRC, 22 günlük Gazze savaşından sonra bölgeye iki üyesini gönderdi. Musthak Ahmed ve Fahad Ansari adlı IHRC üyelerinin Gazze izlenimlerini anlattıkları günlüklerinin Türkçe tercümesini yayımlıyoruz. “NETİCE: 22 Gün Savaşı’ndan Sonraki Günlerde Gazze” ismiyle IHRC tarafından kitap haline getirilen günlüklerden Musthak Ahmed’e ait olan bölümünü Zeynep Dursunoğlu çevirdi.
YDH- Merkezi İngiltere’de bulunan İslami İnsan Hakları Komisyon IHRC, 22 günlük Gazze savaşından sonra bölgeye iki üyesini gönderdi. Musthak Ahmed[1] ve Fahad Ansari[2] adlı IHRC üyelerinin Gazze izlenimlerini anlattıkları günlüklerinin Türkçe tercümesini yayımlıyoruz.
“NETİCE: 22 Gün Savaşı’ndan Sonraki Günlerde Gazze” ismiyle IHRC tarafından kitap haline getirilen günlüklerden Musthak Ahmed’e ait olan bölümünü Zeynep Dursunoğlu çevirdi.
Teşekkür
Yazarlar; Nazia Ahmad, Şeyh Azmi, Mwilwa Kapansa, Arzu Merali, Usame Mezui, Samira Kureyş, Mesud Şecere, Ahmed Uddin ve İslami İnsan Hakları Komisyonu’ndaki herkese bu raporu oluşturmadaki yardım ve destekleri için teşekkür eder.
Yazarlar; özel teşekkürleri Mısır’da kalmalarını kolaylaştıran ve sınırı geçmelerine yardım eden herkese, Dr Abid, Dr Abdul-Sami, Dr Eyad, Umm Salahuddin ve Arap Tıp Birliği’ndeki herkese ve Şaban, Hanni ve İrlanda Büyükelçiliği’ne genişletmek ister.
Yazarlar özellikle Gazze’deki şu insanların misafirperverliği ve desteğinin minneti altında kalmıştır: Abdullah, Ayman Abu Al Enien, Dr Abuelaish ve ailesi, Dr Awni Abu Harbeid, Dr Nafiz Almadhoun, Ibrahim Muhammed Al ‘Athannah, Sundhud Al ‘Athannah, Ahmed Asmar, Umm Ayman, Anwar Halil Balusha, Alaaddin M. El Batta, Bilal, Muhammed Salah El-Ghoal, Hanni, Abu Islam, Kaid Mustafa Jabower, Ibrahim Joudah, Fethi Kader, Dr Kaşif, Muhammed, Faiz Salha, Halid Hilmi al-Samouni ve ailesi, Yusuf ve Adil Zorib.
Son olarak, yazarlar Gazze’nin halkına onlara kardeşliğin gerçek anlamını öğrettikleri ve dünyaya yılmayan ruhlarıyla ilham verdikleri için teşekkür etmek ister.
Giriş
2008 sonu ve 2009 başlarında Gazze’deki 22 günlük taarruzun travmasını izleyen günlerde, IHRC[3] ekibinden iki kişi Gazze’yi ziyaret etti. Çeşitli ülkelerden başka pek çok, pek çok STK çalışanı gibi, amaçları kısmen hücumun sayısız kurbanından; ailelerini, evlerini ve işlerini kaybeden ya da sakatlanan ve psikolojik hasar gören insanlardan detaylı beyan elde etmekti.
Sonuçta elde edilen beyan değil, ikisinin de kısa gezilerinde tuttukları günlükler oldu. Bazı raporların özetleri kamuoyuna açılmıştır. İfadelerin çoğunluğu ise ileri bir tarihte Gazze halkı için adalet arayışında kullanılacaktır.
Bu anlatının yanında ikili tarafından çekilmiş, tahribat ve yıkıma daha ileri bir tanıklık taşıyan bazı fotoğraflar bulunmaktadır.
Stil üzerine birkaç not. (…)[4]
Yazarlara yolculukları esnasında destek olan bazı bireylerin kimlikleri; güvenlikleri ve korunmaları için değiştirilmiştir.
Ölüm ve yıkımın neticesine tanıklık etmenin yanında, bu raporlar Gazzelilerin ruhunun cömertliğini de yansıtmaktadır –kendi yoksunluk ve darlıklarına rağmen pek çok yemek, barınak ve misafirperverlik teklifi geldi. Hepimize birçok yönden bir ders.
Bu yayın kamuoyuna açık da olsa lütfen genç okurlar için sarsıcı ve uygunsuz sayılabilecek sahneler bulunduğunun da bilincinde olun. Daha büyük okuyucular için bile son derece elem vericidir. En azından bizim ıstırabımız yalnızca metindeki raporlardan ileri geliyor.
Adil barış için daha çok dua ile.
İslami İnsan Hakları Komisyonu
Musthak Ahmed
Birinci Gün: Bir polis devleti
Bir yıllık Kahire havalimanına yerel saatle yaklaşık 23.30’da vardık. Ben daha varır varmaz, sivil bir havalimanı olması gereken bir yerde bulunan askeriyenin o katışıksız varlığıyla sarsıldım. Çoğu bu konuda pek olumlu gözükmese de, askerler tepeden tırnağa kadar silahlanmıştı. Bazıları diğerlerine çay götürürken etrafta amaçsızca koşturuyorlardı.
Giriş vizelerimizi ödedikten sonra, pasaport kontrolüyle ilginç bir kavga yaşadık. Bu, gezimizin geri kalanında Mısırlı otoritelerle ilişkimizin nasıl açığa vuracağı üzerine bir tecrübeydi.
Ben çok sıkıntı yaşamadan doğruca geçtim, yine de Arap göçmen bürosu yetkililerinin İngiliz gibi –ya da en azından onların bir İngiliz’in nasıl göründüğü üzerine algıları gibi- görünmeyen bir İngiliz vatandaşıyla karşılaştıkları zamanki adı çıkmış sorgulama cümlelerine maruz kaldım. Şaşkın suratıyla soruyordu: ‘Asl? (köken?)’
Cevabım kafa karışıklığını hafifletmişti, ama neden sorma ihtiyacı hissettiğini ya da hala merakla not ettiğini anlayamıyordum. Bu hususi soru pasaport kontrolü ve askeri kontrol noktalarıyla karşılaşmalarımızda düzenli bir demirbaş oldu.
Ben önce geçtim, sonra Fahad’in pasaportunu cam ekrandaki küçük açıklıktan geçirişini izledim. Memur, onun pasaportundaki sakalsız resme -ki Hacc sırasında Suudiler tarafından kıyımdan geçirilirdi- göz attı, sonra da Fahad’a döndü. İkisinin aynı kişi olduğuna ikna olmamıştı. Resmin eski olduğunu açıklayıp imzayı tekrarlamaya giriştikten sonra Fahad’in geçmesine izin verildi; ama sakalının ‘sünnet’ten dolayı olup olmadığı sorulmadan değil.
Tanıdıklarımız Şaban ve şoförü Hanni tarafından karşılandık. (Tanıdıklarımızın isimleri kimliklerini korumak amacıyla değiştirilmiştir). Daha arabaya varır varmaz Mısır Gizli Servisi Muhaberat görevlilerinin gelişiyle rahatsız edildik. Hanni arabadan atladı ve nüfuz cüzdanını gösterdi. Mısır’ın günlük dilinde hızlı bir konuşmadan sonra ajanlar ayrıldılar. Şaban arabaya çöktü, dönüp gülümseyerek, ‘Mısır’a hoş geldiniz’ dedi.
Şaban bizi Nil açıklarında lüks bir otele götürdü. Bize bir Mısır telefonu verdi ve ayrılmadan önce bazı tavsiyelerde bulundu. İslami politikalardan, İhvan-ı Müslimin’den, Mübarek’ten ya da kimseyle ilgili herhangi bir meseleden konuşmak yok. Ayrıca sakallarımızı kesmemizi de tavsiye etti ki İslamcı olmakla suçlanıp işimizden alıkoyulmayalım.
Bütün bunlar sistem için epey bir şoktu. Bu realiteler üzerine ikinci elden bilgi sahibi olmak başka şeydir, bunları yaşamak çok başka şeydir.
Arap dilindeki tüm kelimeler sansürlenmişti ve sakalla ilgili geçerli bir fıkhî görüş benimseme özgürlüğü sınırlandırılmıştı. Şükür ki, Arapçada kardeş yani ‘akhi’ kelimesi için seçilebilecek iki çoğul var; ihvan ve ihva. İkincisi kâfi olmak zorundaydı.
Sakalım mı? Kesmeyi reddettim.
Canım sıkılmış bir şekilde, farklı bir Mısır’a uyanmayı umarak yatmaya gittim.
İkinci Gün: İrlandalı olmak için iyi bir gün
Mübarek hala iktidardaydı, biz kahvaltı için erkenden uyandık ve Katar Basketbol takımı da bize katıldı.
Kahvaltıdan sonra, Şaban ve Hanni’yle buluştuk, bizi doğruca Arap Tıp Birliği (Arab Medical Union- AMU) genel merkezine götürdüler. Diğer şeylerin arasında AMU, Gazze’deki tıp uzmanlarıyla etkin iletişim hatları sağlamanın yanında Arap Doktorları’nın Gazze’ye güvenli geçişini koordine ediyor.
Kısa bir toplantının ardından, büyükelçiliklerimize gidip Gazze’ye girmenin tehlikelerinin bize açıklandığını doğrulayan bir mektup edinmemiz tavsiye edildi. Ayrıca Filistin halkı için yardım sağlamak amacıyla AMU’yla birlikte çalıştığımızı ifade eden kısa bir mektubun da AMU tarafından gönderileceği konusunda mutabık kalındı.
Ben bu mektubun nasıl bir yararı olacağı konusunda şüpheli (ve hatta alaycı) idim; ama önemi kısa sürede oldukça açığa çıkacaktı. Bu mektup olmasaydı, Gazze hala bir rüya olarak kalacaktı.
İngiliz Büyükelçiliği’ne kısa yolculuğumuzu yaptık; ama hayal kırıklığı içinde ayrıldık; bana, artık bu mektuplardan yazılmaması için Londra’dan talimatlar aldıkları söylenmişti. Diğer taraftan İrlanda, Fahad’a bir mektup için sorun çıkarmakla zaman harcamadı. Adil değil.
Şaban bizi Hanni’nin gözetimine bırakarak işine geri döndü. Telefon kontörü satın alıp para bozdurduk, sonra da Refah Kapısı yakınındaki bir sınır kasabası olan El-Ariş’e doğru yola koyulduk. Hanni altı saatlik yolculuk için bir turist aracı ve yardımcı şoför tuttu.
Görevimizin üzerinde asılı duran bir belirsizlik bulutu ile yola çıktık. Görünüşe göre Fahad sınırı geçmede biraz sıkıntı yaşayacaktı. Diğer taraftan benim girişim neredeyse kesin olarak reddedilecekti. Mısırlılar kendi gözetimleri altındayken Batılıların yaralanma, kaçırılma, hatta öldürülme ihtimalinden ölesiye korkarlar. Bundan dolayı Gazze’ye seyahat edişteki risk ve tehlikelerin açıklandığını doğrulayan büyükelçilik mektubu konusunda ısrar ediyorlar.
Bu, birbirimizden ayrılmak zorunda kalacak olmamızın çok büyük bir ihtimal olduğu anlamına geliyordu. Ne var ki şefimiz IHRC Başkanı Mesud Şecere, bize sınırın iki tarafında da güvenilir insanlar tarafından eşlik edilmediğimiz sürece ayrılmamamız talimatını vermişti.
Sorunların daha da çetrefilleştiğini, yolda iken, İsraillilerin Han Yunus’taki bir direniş mücahidini hedef alıp Mısır sınırı boyunca tünelleri bombaladığıyla öğrendik. Bu tüneller Gazze’ye hayati malzemelerin nakliyesi için kullanılıyordu.
Annem öğrenmiş. Gazze’ye girmememi rica eden bir mesaj aldım. Ne annemi reddedebildim ne de bu kadar yaklaştıktan sonra eve dönmek istedim. Ona, büyükelçilik mektubu olmadan girişimin zaten muhtemelen reddedileceğini söyledim.
Kafamda bin bir senaryo uyduruyordum. Ya ikimiz de reddedilirsek? Ya sadece birimize izin verilirse? Ya ahbaplarımıza izin verilmezse? Alternatif giriş yolları bulsak mı?
Ya? Ya? Ya? Akla gelebilecek çok ihtimal vardı ve gözden geçirmesi çok daha iç karartıcıydı. Fahad ve ben Gazze’ye girebilmek için gerekli olabilecek her yolda var gücümüzle çabalamaya ve Allah’a (c.c) güvenip ne takdir ederse razı olmaya karar verdik.
El-Ariş’e giden yolumuzda birçok kontrol noktasından geçtik, bunlar sınıra yaklaştıkça sıklaşmaya başladı. Hanni’nin bir turist aracı kiralamak konusundaki zekice kararı bu kontrol noktalarının çoğunda dikkatli incelemelerden kurtulmamıza yardımcı oldu. Ne var ki, zaman zaman durduruluyorduk, askerler Hanni’ye milliyetlerimizi ve nereye gittiğimizi soruyordu. O zaman onlara pasaportlarımızı gösteriyorduk. Hanni ve yardımcı şoför kendileri hakkında kişisel detaylar vermek zorundaydı. Bunun bizim kendi güvenliğimiz için olduğunu açıkladı, çünkü böylece Batılılar kaybolursa ordu bizi götürenin kim olduğunu bilecekti.
El-Ariş’e çarşamba akşamı geç saatte vardık ve Dr Abid ve Dr Eyad tarafından sıcak bir biçimde karşılandık. Nazik yemek önerilerini reddedip otelimize götürüldük. Ayrılmadan önce, Dr Abid endişeyle büyükelçilik mektubunu edinmenin önemini tekrar vurguladı. Durumumuzu açıklayınca, üstesinden gelebileceğimden şüphe etti ama ben yine de deneyeceğimi belirttim. Yine de sınırı geçmekte başarısız olursam desteğini tavsiye edecek kadar nazikti.
Odamıza kayıt yaptırdıktan sonra küçük El-Ariş kasabasında dolaşmaya ve yerel mutfaktan bir şeyler tatmaya karar verdik. Ayrılmaya zorlanma ihtimalimizden dolayı bir Mısır telefonu daha almaya karar verdik.
Küçük bir restoranda oturup lezzetli bir şiş kebap yiyerek mekânın genç sahibiyle, evet doğru tahmin ettiniz, evlilik hakkında konuştuk.
Tam Gazze’ye birlikte girmeye anlaştığımız Malezya heyetiyle nerede ve nasıl buluşacağımızı düşünürken bir grup Malezyalı restorana girdi. Birbirimize merakla bakmadan edemedik. Fahad ahbabımızı aradı ve telefonlarının çalmasını bekledi. Şaşırtıcı şekilde çaldı ve Malezya’dan Şeyh Azmi ve hepsi de çeşitli Malezya İnsan Hakları gruplarının temsilcileri olan altı kişilik maiyetiyle tanıştık.
Bunlardan biri de kardeşimiz Nur’du. Nur’un neredeyse göğsüne kadar inen bir sakalı vardı!! Biz de tutup kendi sakallarımızın uzunluğundan endişe etmiştik!
İşbirliği ve Gazze’ye birlikte giriş yolları üzerine görüştük. Fahad ve ben Dr Abid’i arayıp Şeyh Azmi’nin grubunun Gazze’ye girişine yardım edip edemeyeceğini sormakta mutabık kaldık. Dr Abid sabah Refah kapısındaki girişimizi kolaylaştırmak için meslektaşlarını göndermeyi onayladı.
Otel odamıza dönüp gece boyu dinlendik.
Üçüncü Gün: Kur’an 36:9
“Biz önlerinde bir set, arkalarında bir set çektik. Böylelikle onları örtüverdik, artık görmezler.” (Yasin Suresi 36:9)
Refah kapısına kısa yolculuğumuzu Dr Eyad’la perşembe sabahı erken saatte yaptık. Kalan kontrol noktalarından kolaylıkla geçtik.
Sınır kapısı tam beklediğimiz gibiydi, kalabalık ve tepeden tırnağa kadar silahlanmış. Girip Filistin halkıyla dayanışma göstermeye çalışan, İslami Akımlar Partisi’nden bir grup Mısırlı milletvekili vardı. Bu, onların sınırdaki üçüncü günüydü. Sınırı geçmekte yine başarısız olarak ayrılmadan önce heyetteki kardeşlerden biriyle kısa bir röportaj yapmayı başardık.
Koşturmaca başlamadan girebilme umuduyla erkenden gelen Malezyalılarla buluştuk. Dr Eyad bizim adımıza muhafızlarla irtibat kurmaya gitti, biz de iki saat bekledik, ta ki bir dahaki seferde sadece Fahad ve bana izin verilene kadar. Maalesef, Malezya birliği geçemedi.
Dr Eyad bizi, büyükelçilik mektubu fakslayana kadar bana izin verilmeyeceği ve –hala endişeliydi- Muhaberat’ın Fahad’la konuşmak istediği konusunda bilgilendirdi. Neden? Diye sorduk. Dr Eyad’ın verecek cevabı yoktu.
Sınır kapısının faks numarasını aldık ve yetkililere mektubu göndermesi için Londra’daki iş arkadaşımızı aradık. Oturup gergin bir şekilde şaibeli bir herifin gelip Fahad’i sorguya çekmesini bekledik.
Bir saat geçti, ne büyükelçilik mektubu ne de Muhaberat gelmişti. Londra’daki arkadaşımız elçiliği aradı, mektubun fakslanması temin edildi. Numarayı iki defa kontrol ettik ve bize yanlış numara verildiğini fark ettik! Arkadaşımız doğru numarayı alıp elçiliği aradı, ona da sorumlu olan adamın ofisten ayrılmak üzere olduğu ve elçiliğin de bir daha pazar günü açılacağı söylenmiş, eve dönmeyi kararlaştırdığımız gün! Arkadaşımız mektubu yeniden göndermeyi kabul edene kadar adamı sıkboğaz etmiş.
Bütün bu sinir törpüsü süre zarfında, Fahad ve ben devamlı Kur’an’ın yukarıda anılan ayetini okuduk. Bu, Allah’ın aziz Resulünün (sav) Arabistan’ın putperestleri göz alıcı ışığını söndürmeye karar verip evinin etrafını sardıklarında okuduğu ayetti. O (sav), havaya toz serpmiş, ayeti okumuş ve bir şey fark etmeyen kalabalığın içinden geçip gitmişti.
Dr Eyad bize Mısırlıların Gazze’ye girmeye razı olduğumuzu ve 05 Şubat 2009’da, yani tam bir hafta içinde ayrılmaya söz verdiğimizi deklare eden bir beyan imzalamamızı istediklerini söyledi. Beyanı imzaladık, Dr Eyad’la vedalaştık ve sınıra kadarki kısa yolculuğumuz için saçmalık derecesinde yüksek otobüs ücretini ödedik.
Filistin.
Elhamdülillah.
Sınırın Filistin tarafı güzeldi, insanları gibi. Yeşillik ve serin meltem, buraya kadar gelebilmiş olmaktan duyduğumuz mutluluğu ikiye katladı, nefesimizi kesti.
Birkaç dakika dikildik ki bir muhafız yaklaştı. Herhalde taksiyi yalnız başına geri gönderip otuz iki dişini göstere göstere gülen iki yabancı delikanlının görüntüsü ilgisini cezp etmiş olacak. İyi olup olmadığımızı sorup yardım teklif etti. Bu, Mısır tarafındakilerin davranışının taban tabana zıddıydı. Ona Gazze’deki ahbabımızın adını verdik ki hemen tanıdı; hatta cep telefonunda numarası kayıtlıymış!
Bu kardeşimiz bizi bekleme salonuna doğru götürüp karşılama komitesiyle tanıştırdı. Filistin Hükümeti için çalışan Dr ‘Alaa ve Eymen Abu El Ayneyn tarafından sıcak bir şekilde karşılandık. Sınıra yerleşip çeşitli heyetleri Filistin’e varışlarından sonra karşılıyorlar.
Dr ‘Alaa bize Filistin’de mevcut politik ve insani durumdan bahsederken ben de bir taraftan tatlı Filistin hurmalarından atıştırdım. Sözlerini kayda almamıza izin verecek kadar nazikti. Gazze Üniversitesi’nde son sınıf İngilizce öğrencisi olan Eymen, Dr ‘Alaa’nın sözlerini nezaketle tercüme etti.
Filistin’de neye ulaşmak istediğimiz üzerine özet bir profil verdik. Dr ‘Alaa bize işimizi kolaylaştırıp sahip olduğumuz kısa zamanda mümkün olduğunca çok şey yapmamızı sağlayabilecek, Gazze’deki Dr Avni Al Harbeid’le tanışmamızı önerdi.
Dr ‘Alaa bizi namaza götürdükten sonra ilginç bir ulaşım biçimi olan ambulansa kadar dışarıda eşlik etti. Sınırdan ayrılan yolun İsrail sınırına son derece yakın olduğunu ve ‘zannaana’ veya insansız uçak kullanılarak birçok suikastın gerçekleştirildiğini açıkladı. Sanırım ambulanstayken bunun ihtimali daha düşüktü, ancak yine de tamamen yok sayılmazdı.
Eşyalarımızı ambulansın arkasına yığıp gülümseyip durumun ironisine gülerek birbirimizin yanına oturduk. Annemin en büyük korkusu kısmen gerçek olmuştu; haykıran sirenlerle trafikte zikzaklar çizerek Filistin’in caddelerinden aşağı koşturan bir ambulansın arkasında ben.
Araçtayken etrafa bakınca bariz ekipman yetersizliğini fark ettim. Dolaplar tamtakır duruyordu ve teknoloji miadını doldurmuştu. Acil tıbbi yardım ve ekipman ihtiyacı ortadaydı. Daha iyi donanmış çok daha fazla sayıda ambulansla bir sürü hayat kurtarılabilirdi.
Gazze şehrindeki bilinmeyen bir mekâna vardığımızda güneş henüz yeni batmıştı. Sakin bir delikanlı tarafından karşılandık, bizi selamlayıp uzun bir binaya götürdü. Asansörle üst katlara çıkıp hepsi de hükümet için çalışan Maruf kardeşimiz, Dr Avni ve Hani kardeşimizce karşılandık.
Görevimizin amaç ve hedefleri üzerine odaklandık, sonra yurtdışındaki Müslümanların Filistin halkı için böyle çabalar harcamalarından duydukları mutluluğu dile getirdiler. Dr Avni bize bir otelde yer ayırtmayı ve Hükümet’le birlikte çalışan legal bir danışmanla toplantı ayarlamayı önerdi.
Yer ayırttığımız Gazze Uluslararası Oteli’ne kadarki kısa mesafeyi alıp lobide Nafiz Beyle tanıştık. Nafiz Bey kendisini, İsrail savaş suçlarının soruşturulması için Hükümet’in yeni kurulan komitesinin resmi danışmanı olarak tanıttı. Kendisi, otelde ‘İnsan Hakları Tabipleri’ organizasyonunun parçası olan bir tıp uzmanları heyetini bilgilendirmekteydi.
Nafiz Bey bu komitenin lideri Abu İslam’la bir son dakika toplantısı ayarlayabildiğinden mutluydu. Başka bir araba bizi on dakika uzaklıktaki bir binaya götürüverdi, orada Nafiz Bey, Abu Islam, Fahad ve ben kısa bir toplantı yaptık.
Fahad, IHRC’nin çalışmasının ve Gazze’ye yolculuk amacımızın kısa bir tanıtımını vermekle başladı. Sonra Abu İslam bu komitenin amacını açıkladı, şöyle ki, muhtemel savaş suçları mahkemeleri için İsrail hücumunun bu basamağının organize ve koordineli bir belgelendirmeyle izlenmesini sağlamak.
Hükümetin, davanın tüm gücünü sağlamak için hayati olan bu çalışmayı merkezileştirmeye ve organize etmeye ihtiyaç duyduğunu açıkladı. Bu yüzden düzgün işbirliği olmadan, kanıtlar etrafa saçılmış ve çeşitli STK’lar arasında dağıtılmış olurdu.
Ayrılmak zorunda kalmadan önce Gazze’de son derece kısa bir zamanımız olduğunu açıkladık. Abu İslam ve Nafiz Bey bir günde maksimum sonuçlara ulaşmamıza olanak sağlayacak bir ajanda düzenlemekte mutabık kaldılar. Yarın saat 8.00’de ana vakalar üzerine rehberli bir tur için İnsan Hakları Tabipleri heyetine katılacaktık.
Otele geri döndük ve kafeteryada akşam yemeği söyledik. Yemeği beklerken, kardeşimiz İbrahim Jouda’yla röportaj yapma fırsatımız oldu. Dr Avni ondan uğraşımızda bize yardım etmesini istemişti, çünkü İngiliz diline iyi bir hâkimiyeti vardı. Ondan savaş deneyimlerini ve savaşın kendisi ve ailesi üzerindeki etkisini bize anlatmasını istedik. İbrahim işyeri olan içişleri bakanlığının bombalanmasında kurtulmuştu. Bombardımandan kaynaklanan dâhili yer değişikliği genç İbrahim’in sadece ailesini değil, başka pek çoğunu da koruması anlamına geliyordu. Baskı ve ıstırap sesinden, yüzünden ve hatta yer yer grileşen saçlarından belli oluyordu.
Yemeklerimizi bitirip uyuyakaldık.
Dördüncü Gün: Netice
Erkenden uyandık, kahvaltıdan çok daha önce; nasıl olduysa saati yanlış okumuşum. Üzgünüm Fahad.
Ne var ki, kahvaltının hazır olmasını beklerken otelin bir çalışanı olan Bilal’le konuşmaya başladık. Bize otelin İsrail’e ait bir savaş gemisi tarafından nasıl vurulduğunu ve komşu binanın bir F-16 tarafından nasıl tamamen imha edildiğini anlattı. Bize tahribatı göstermeyi teklif etti.
İsrail’in bunu nasıl karıştırdığını anlayamıyorduk. Gazze Uluslararası Oteli farklı ülkelerden gazeteciler de dâhil yabancılar tarafından sıklıkla ziyaret edilen, iyi bilinen bir oteldir. Eğer İsrailliler dünya basınını Gazze şeridine girmekten alıkoymasaydı, bu otel gazetecilerin çoğuna ev sahipliği yapmış olacaktı. İsrailliler otelin yerini kesinlikle bilmekteydiler.
Odaya götürüldük. Tam bir enkazdı. İskeleti binanın dışı ve ana pencereyle bağlantılı olarak patlamıştı. Allah’tan o sırada o odayı kimse kullanmıyormuş.
Dışarı bakıp bir F-16 savaş uçağı tarafından yerle bir edilmiş bir evin kalıntılarını gördük. Çalışan, bize bunun bir konut olduğunu ve neyse ki o sırada boş olduğunu söyledi.
Merdivenlerden aşağı indik, kahvaltımızı yaptık, sonra Nafiz Bey’le Kuzey Gazze’ye, Cibaliya Kampı’na gittik. Cibaliya Kampı, Gazze şeridindeki en büyük mülteci kampı ve yoğun nüfuslu. Arabada kampa doğru giderken çocukların ve gençlerin bariz çokluğunu fark ettik. Açıktı ki bunun gibi bir yere bomba düşecek olursa, çocuk ölü ve yaralılarının sayısı devasa olacaktı.
İsrail’de çalışan bir Filistinli doktor olan Dr Abu Alaysh’ın evini ziyaret ettik. Evi İsrail Ordusu’nca bombalanmıştı, sonra da ordu bir taş atımı mesafedeki ambulansların ölü ve yaralılara ulaşmasını engellemişti. Dr Abu Alaysh üç kızı Bisan (20), Mayar (15), Aya (13) ve yeğeni Nur’u (17) kaybetmişti.
Tüm bunlar ordunun Dr Alaysh’in evinin yerini bilmesine rağmen oldu. Dr Alaysh’in İsrail televizyonuna yaptığı yürek burkan telefon araması için (YouTube’dan ulaşılabilir – http://www.youtube.com/watch?v=OLUJ4fF2HN4) uzun bir zamandır Filistinlileri gözünde canavarlaştıran İsrail halkının vicdanını tek başına sızlattığı söylendi.
Ayakta durup katliamın sonuçlarını kaydederken, gözüme etrafta yere dağılmış kız eşyaları ilişti: Kur’an, dergiler, (belli ki kurgusal) barış üzerine romanlar, oyuncak ve giysiler. Duvarlar ve tavana bulaşmış insan kalıntıları bile vardı. Abu Alaysh’in erkek kardeşi bize saldırıda aldığı şarapnel yaralarını gösterdi.
Oradan sonra Balusha ailesini ziyaret ettik. Aile hemen İmad Ekel Camii’nin yanındaki küçük bir apartmanda oturuyordu. Cami 29 Aralık 2008 saat 01.00’da bir füze saldırısına uğramıştı. Füze aynı zamanda Enver Halil Balusha’nın karısı ve dokuz çocuğuyla birlikte yaşadığı evini de imha etti. Kızlarından beşi uyurken öldürüldü. Bunlar Tahrir (18), İkram (14), Sammar (11), Sema (10) ve Cevahir’di (4). Çöken enkaz, alttaki yaralılara ulaşmayı imkânsız kıldı. Beş kızını kaybetmiş olmanın acısı Enver’in zihinsel sağlık problemlerini ağırlaştırdığından bariz bir şekilde aklını kaybetmişti.
Binaya çok dar bir açıklıktan girdik. Kalıntının yapısal bütünlüğü hayli tartışılırdı ve her an çökecekmiş gibi geliyordu.
İmam ateşli bir hutbe okudu ve namazdan sonra cemaati bağış için teşvik etti. Zaten ekonomik ablukadan muzdarip olan Filistinli insanlar verebildikleri kadar verdiler.
El Zeytun bölgesine giderek Al Somouni ailesiyle tanıştık. Bütün aşiret dışarıda, üzerinde ölülerinden bazılarının resmi bulunan kocaman bir afişin altında sandalyelere oturmuştu.
Bu, savaş sırasında IDF (Israel Defence Forces- İsrail Savunma Kuvvetleri, İsrail ordusu) tarafından işlenmiş en kötü canavarlıklardan biriydi. IDF bir çiftçi ailesi olan Samouni ailesine bir binaya taşınmasını söylemişti. Ailenin bir üyesi akıcı şekilde İbranice konuşabiliyordu ve IDF’yle bir uzlaşmaya vardı. Ne var ki günler yiyecek ve su olmadan geçiyordu. Ailenin erkeklerinden üçü yiyecek getirmeye gitti ve IDF’nin saldırısına uğradı. Binaya geri koştular, ancak bu orada hedef alınmalarından başka bir kazanç getirmedi. IDF acımasızca bebek taşıyan ve beyaz kıyafetler sallayan kadınlar da dâhil olmak üzere önlerine gelen herkesi katlediyordu. Aynı ailenin 29 üyesi öldürüldü.
Diğerlerinin arasından karısını ve iki oğlunu kaybeden Halid Hilmi Al Samouni’yle tanıştık. Bize, ölen iki oğlunun resimlerini gösterdi: Muhammed ve Mu’tasim billâh. Biri göğsünden, diğeri şakağından kurşunlanmıştı.
O an bir şey hissettiğimi sanmıyorum. Beni sonra vurdu.
Hani komşu binaya kamp yapan IDF’yle uzlaşmaya varmışlardı? Beyaz bayrak ve bebek taşıyan kadınların neresi kurşun yağmuruna tutacak kadar ‘düşman’ sayılıyordu?
Elbette IDF muhariplerle sivilleri ayırmak için elinden geleni yapmıştı? Hayır. Gerçek, sorumlu olan askerlerin bıraktığı duvar yazıları tarafından her şeyi kesinlikle açığa kavuşturacak biçimde ifşa ediliyordu. Bu askerler bütün Araplardan nefret ediyorlardı. Savaş kurallarını azıcık bile kale almıyorlardı ve insan hayatının kutsallığını hiçe sayışlarının orduları tarafından cezalandırılmayacağını biliyorlardı.
IDF’nin kullandığı binaya girdik ve girer girmez, her yere sıvalanan duvar yazılarıyla serseme döndük. Şunlar vardı: Davud Yıldızı, ‘bütün Arapları öldür’, ‘Araplara ölüm’, ‘kahraman Araplar yeraltına gidecek’, ‘sadece İsrailliler arasında barış’ ve ‘Güney İsrail İsrail’e ait’. Diğerleri duvarda tek başına duran bir kurşun deliğinin etrafında, Filistin kadınlarına karşı pis hakaretler karalamıştı; delik vajinayı temsil ediyordu.
Ayrıca ailesinin infazını kendi gözleriyle gören 13 yaşındaki bir kızla tanıştık. Kendimizde daha fazlasını sorma cesaretini bulamadık. Bu kızın, hayatının geri kalanını birlikte yaşamak zorunda kalacağı dehşeti bir hayal edin.
IDF Filistin sivil halkı üzerinde beyaz fosfor kullanmakla suçlanıyordu, biz de kanıt görüntülemek için bir olanak rica ettik. Gazze’deki bütün hastanelerin başkanı olan Dr Kaşif’e götürüldük. Evine bir fosfor bombasıyla saldırılmıştı. Mobilyalarının bazılarını eritmiş ve dairesini ateşe vermişti.
Dr Kaşif kimyasal silahla yanmış bir delikanlının evine kadar bize eşlik etti. Bedeninde baştanbaşa olan yanıklar korkunçtu ve sol bacağı, sağ omzu ve sol eli kısmen etkilenmişti.
Biz evden çıkarken hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı, biz de günün etkinliklerini bitirmeye karar verdik. Sahip olduğumuz kısa zamanda elimizden geldiği kadarını yapmayı başarmıştık. Şahit olduğum katliam; en iyi bakış açısıyla ordu saldırganlığının umursamaz bir sergilenişi, en kötüsüyle ise esir edilmiş bir halkı soykırıma boyun eğmeye mecbur bırakmak için hesaplı bir girişimdi.
Gazze Uluslararası Oteli’ne dönerek hesabımızı kapattık. Dr Avni’ye veda ettikten sonra İbrahim’in ayarladığı bir arabayı kullanarak Refah’a gittik. Refah’ta biraz daha para bozdurduk, hızlı bir yemek yedik ve Eymen ve Abdullah’la buluşmayı planladığımız, en yakın camiye gittik. Namaz kılıp geceyi geçireceğimiz Eymen’in evine doğru yola çıktık.
Zifiri karanlıktı. Şabura Kampı’na doğru giderken ne umacağımı bilmiyordum. Eymen bizi dar bir sokaktan geçirdi, sonra da evinin kapısını açtı. Mütevazı evde etrafıma bakarken aynı dışarısı kadar soğuk olduğunu fark ettim. Ev hava tuğlalarından yapılmıştı ve odaların bazılarından ayrıydı; dışarısı sayılırdı.
Eymen bizi üst kata çıkardı, orada (zorla) çay ve bisküvi yedirdi. Bizi annesiyle tanıştırdı. Anlaşılır bir kaç Arapça sözcük söylemeyi her başardığımızda yüzü aydınlanıveren tatlı bir hanım.
Ne zaman iki ya da daha fazla bekâr adamı bir odada tutsanız, konuşma kaçınılmaz olarak evliliğe ve özellikle benim şimdi bir Filistinli eş olması beklenen (mitsel) arayışıma döner. Ümmü Eymen o kadar hevesliydi ki neredeyse ürkütücüydü. Bunu bizim gelecekte Filistin’e dönmemizi garantilemenin bir yolu olarak görüyordu. Kendisi, evlenmemiş oğlu hakkında konuşurken, Filistinli olmayan birini tercih edeceğini ifade etti. Bunu, geleneğin dışında bir durum olarak açıkladı.
Ekmek, humus, falafel ve çeşitli peynir ve kremaları içeren mütevazı bir akşam yemeği ikram edildi.
Akşamın gerisini geveze Eymen’i dinleyerek geçirdik, o kadar ki adı ‘laklak kutusu’na çıkmıştı. Bu halimiz, Filistin’deki İngilizce edebi gelişimine en güzel katılımımız değildi.
Abdullah çok daha sakindi, bununla beraber çok etkileyiciydi. Bir polis memuruydu ve telsizinin ara sıra vuku bulan çatırdayışları sık sık dikkatini dağıtıyordu. Abdullah, İngilizce bilmemesine rağmen İngilizce söylenen her şeyin esrarengiz bir şekilde farkındaydı. Eymen’in kendisine ne zaman laf attığını tam olarak biliyor ve bir komedyeni gururlandıracak zamanlama ve göndermeyle karşılık veriyordu.
Abdullah ilahi ve Kur’an kıraatleri koleksiyonunu telefonuma ‘blue-tooth’la gönderip İngiltere’de öğrendiğim Arapçanın birazını denemeye beni tatlılıkla ikna etti. Maşallah, Arapça diyalog kurabilen Fahad’in aksine ben tek boyutlu Arapça tecrübemden dolayı hayli uğraştım.
Arapça öğretmenimin gramer ve sözlük bilgisi arasındaki ilişki üzerine söylediği şeyi hatırlamıştım. ‘Grameri olmayan Arapça iskelet yapısı olmayan deriye benzer; ayakta duramaz. Kelime bilgisi olmayan gramerli Arapça ise derisiz iskelete benzer; çirkindir.’
Eymen bize İngiltere’de öğrenim görüp İngilizcesini geliştirme isteğinden bahsetti. Dile hâkimiyeti çok iyi olsa da, sık sık ‘mübalağa’ gibi kelimeler kullanıyordu, telaffuzun ve bu kelimelerden bazılarının kullanımının yanlış olduğunu biliyordu. Bu, kısmen Filistin’deki eğitim standartlarından kaynaklanıyordu. Eymen sık sık, büyük bir keyifle, hocasına, öğrencilerine İngilizce kelimeleri yetersiz telaffuz edişinden dolayı ‘beddua ediyordu’. Örneğin ‘youth’ (gençlik) kelimesini ‘yourth’ diye okuyormuş. Fahad ve ben gülüyorduk, fakat sonuçta Gazze’deki eğitim edinimlerinin, bir açık hava hapishanesinden farksız olduğu gerçeği göz önünde tutulursa hayret verici olduğunu biliyorduk.
Ölüm ve Filistin’in birlik ve özgürlük mücadelesi hiçbir zaman müzakeremizden çok uzak olmuyordu. Eymen bize en iyi arkadaşının resmini gösterdi. Çok genç duruyordu. Eymen, bize onun iç çatışmalar sırasında Fetih üyeleri tarafından öldürüldüğünü söyledi. Şabura Kampı’nın Fetih destekçileri tarafından yönetildiğini açıkladı. Değeri yüzde 60 olarak tahmin etti. Çoğu Filistinli, Fetih’in Gazze’deki başarısız darbesini müteakiben öldürülmüştü. Sokaktaki tansiyon, ertesi gün Fahad ve benim keşfedeceğimiz üzere, zayıf bir şekilde maskelenmişti.
Geç olmuştu. O kadar yorgundum ki gözlerimi zor açık tutuyordum. Eymen ve Abdullah yatakları açtılar, ben de başımı koyar koymaz uyuyakaldım.
Beşinci Gün: Elveda Gazze
Sabah namazı için uyandık. Çetindi. Buz gibi soğuktu ve abdest alacak sıcak su yoktu. Eymen ve mülteci kamplarındaki Filistinli arkadaşlarının bunu her gün nasıl yaptığını merak ettim.
Namazı kılıp bir iki saat fazladan uyku için geri yattık.
Üzerine sohbet edip şarkı söyleyip eğlendiğimiz o güzelim kahvaltıya uyandık. Eymen şarkıya rastgele giriveriyordu ve diktafonda da aynısını yapmaya karar verdi.
Dr Avni’den tavsiye edildiği üzere saat 15.00’i geçirmeden sınıra varma beklentisiyle eşyalarımızı bavula yerleştirdik. Daha fazla erteleyecek olursak Mısırlılar tarafından ‘kilitlenme’ riskiyle karşılaşacak ve uçuşumuzu kaçıracaktık.
Eşyalarımızı Eymen’in evinde bıraktık ve Şabura Kampı’nda rehberli bir tura katıldık. Şabura Kampı Gazze şeridindeki ikinci büyük kamp, Cibaliya’dan sonra geliyor.
Kamp boyunca eşlik edilirken Filistinliler tarafından hevesle seyrediliyorduk. Fetih’e bağlı olanlardan daha çok seyreden yoktu, onlardan bir grup da kendileriyle konuşmamız için el işareti yaptılar. Ne zamanımız vardı, ne de bunun uygun olacağını düşündük ve onları geri çevirdik. Bir başka grup biz geçerken Fetih’in marşlarını çalarak Eymen’in gözünü korkutma girişiminde bulundu. Gruplar arası tansiyon yalnızca zayıf bir şekilde hafiflemişti.
Eymen bizi önce Ebrar Camii’ne götürdü. Cami dışarıdan sağlam görünüyordu, ama yakından bakınca tamamen imha edildiği ortadaydı. Füze, açılı girmişti ve yapı dik kalsa da caminin içindeki her şey bütünüyle tahrip olmuştu. Altı kişi yaralanmıştı.
Patlama esnasında orada hazır bulunan birisiyle konuşmak istedik. Eymen caminin karşısında ikamet eden bir gözlükçü olan Dr Muhammed Salah’la bir röportaj ayarlamaya yardım etti. O ve ailesi saldırı sırasında oradaymış. Ailesi röportaj esnasında evde değildi. Kendilerine gelmek için bir süre akrabalarının yanında kalmaya karar vermişlerdi. Dr Salah’ın oğlu saldırı esnasında o kadar korkmuştu ki bilincini kaybetmişti. İyileşmiş sayılırdı; ama hala kâbuslar görüyordu.
Dr Salah camide direniş tarafından hiçbir roketin depolanmadığını veya ateşlenmediğini doğruladı. Dr Salah, camiyi çevreleyen bölgenin yoğun inşa edilmiş bir ticari sektör olduğu ve roket ateşlemenin mümkün olmayacağı yorumunu yaptı. Bu, akla şu soruyu getiriyor; neden İsrail bunu ve başka birçok ibadet yerini bombalıyor? Bunu sizin hayal gücünüze bırakıyorum.
Daha sonra bir parkı, ya da en azından ne kaldıysa onu ziyaret ettik. Eymen, bu parkın ailelerin rahatlamaya geldiği çok nadir bölgelerden biri olduğunu açıkladı. Şimdi viran durumdaydı. Salıncak ve kaydıraklar imha olmuştu. İsrailliler parkın içinde bulunan küçük bir binayı hedef almışlar. Beş Filistinli polis memurunu hedef aldıkları konusunda yanlışa mahal vermeyecek şekilde bilgilendirildim. Memurlar bomba düşmeden bir iki dakika önce kaçtıkları için kurtulmuşlar. Kaynağımız bize insanların İsraillilere ihbar veren ‘işbirlikçilerden’ şüphelendiklerini söyledi. İki kişi ölmüştü: Motosikletiyle birkaç fit öteye savrulan bir adam ve çöken apartmanının altında kalan bir kadın. Mucizevî bir şekilde küçük oğlu enkazın altından sağ salim çıkarılmıştı.
Bir esnaf olan Muhammed al Athanna ve on iki yaşındaki kızıyla tanıştırıldık. Muhammed’in dükkânı parkın karşısındaymış ve kızı da arkadaşlarıyla sık sık parka uğrarmış. Daha sonra saldırıda ölen hanımın akrabaları olan Alida ailesinin evine götürüldük. Bize nazikçe evlerinin etrafını göstererek evlerine gelen hasara işaret ettiler.
Geç kalmak üzere olduğumuzu ve sınıra gitmemiz gerektiğini fark ettik. Bavullarımızı almak için Eymen’in evine doğru koşturduk. Bize hikâyesini anlatmak isteyen yaşlı bir adama, Fathi Kader’e rastladık. Bize oğlunun kayıp olduğunu söyledi. Savaş onları ayırmıştı ve artık onu bulamıyordu.
Dikkatimiz daima öldürülen ve yaralanan insanlara odaklanıyor, ama kaybolan insanların bilinmeyen sayısına çok az medya dikkati yöneltiliyor.
Eymen’in evine döndük, annesine veda ettik. Gözleri yaşardı. Rahatlaması için bir şeyler söyleyerek sınıra doğru yola çıktık. Sınırda, Filistin’in cömert ve nazik insanlarına elveda diyerek Mısır’a döndük.
Tavır ve davranışlar tamamen zıttı, özellikle kendilerini güçlü bir konumda bulanlarınki. Filistinli muhafızlar, sıcak ve güler yüzlü, o kadar ki yanlarına asılmış tüfekleri bile fark etmiyorsunuz. Öte yandan Mısırlı emsalleri soğuk ve haşindiler.
Sınırı geçip El Ariş’e taksi tuttuk. Taksi acınası durumdaydı ve Sina çölünde arızalanıp durdu, ama sonunda lüks bir restoranda Dr Abid ve Hanni’yle buluşabildik ve yemekte tecrübemizi konuştuk.
Daha Kahire’den altı saatlik yolculuğu yeni yapmış olan Hanni bizi kibarca oraya geri götürdü. Sürüş şartları son derece kötüydü. Hanni’nin farları oldukça zayıftı ve Mısır asfaltları sefilce yanıktı. Bu, Hanni’nin dönüş yolculuğunun zahmetini oldukça tehlikeli bir biçimde ikiye katladı. 6-7 saat ve aradaki pek çok arızadan sonra Kahire’ye vararak Şaban ve arkadaşıyla buluştuk. Kısa bir yemek ve hızlı bir bilgilendirmeden sonra uyuyakaldık.
Altıncı Gün: Ev
İki saatlik uykudan sonra, havaalanı için çıkmadan önce sabah namazına kalktık. Hanni ve Şaban’a veda ettik ki onlar olmadan bunların hiçbiri mümkün olmayacaktı.
Daha varır varmaz, kalkışımızın tadı göçmen bürosuyla bir başka tartışma yüzünden kaçtı. Ben olaysız geçtim, ancak Fahad’i kenara çektiler ve yarım düzine memur pasaportunda doğru vize mührü eksik mi diye görüşürken bekletildi. Sonunda yanlış alarm çıktı, ama bu bizi Yasin Suresi’nin ayetini okumaktan alıkoymamıştı!
Yolculuğun gerisi olaysız geçti, elhamdülillah.
Uzun bir tüp yolculuğundan sonra, otobüsten inip evime kadarki kısa mesafeyi yürüdüm. Evime yaklaşırken, daha yeni tecrübe ettiğim şeyin gerçekliği kafama dank etti. Etrafıma bakarak çukursuz yolları, sapasağlam evimi, canlı ve iyi olan ailemi ve sağlam ve çalışır durumdaki bedenimi gördüm.
Filistinliler bundan yoksun kalmış olabilirler, ama ya imanım, İslam’ım ve ihsanım? Günün sonunda sayılacak olanlar da işte bunlardır. Tanışma şerefine erdiğim Filistinliler, bunlara bol bol sahipti.
Çeviren: İkbal Zeynep Dursunoğlu
http://ihrc.org.uk/attachments/3549_Afteramath.pdf
[1] Musthak Ahmed bir firmada stajyer avukattır ve birkaç yıl İslami İnsan Hakları Komisyonu’nda kıdemli sosyal çalışma destek memurluğu yapmıştır.
[2] Fahad Ansari İslami İnsan Hakları Komisyonu’nda bir kıdemli araştırmacı ve Fisher Meredith LLP’de stajyer avukattır.
[3] Islamic Human Rights Commision (İslami İnsan Hakları Komisyonu)
[4] Bu kısım İngilizcede Gazze kelimesinin yazımından çıkan bir durumla ilgili olup Türkçeye çevirmeyi gerekli bulmadım (çev)