"Asıl mesele şu ki ülke her yönden talan edilmiş durumda, burada ve orada ufak çaplı pogromlar düzenleniyor ve el-Kaide artık Şam’da yönetimi ele almış durumda."
YDH - El-Ahbar gazetesi yazarı Amir Muhsin, Suriye'deki savaşın Lübnan üzerindeki derin yansımalarını ele alıyor. Suriye'deki yönetim değişikliğinin Lübnan'daki toplumsal, siyasi ve mezhepsel dengeleri etkilediğini vurgulayan yazar, bu değişimlerin çoğunlukla Lübnan’ın kendi iç dinamiklerinden kaynaklandığını ifade ediyor. Lübnanlıların Suriye'ye olan düşmanlığı, geçmişteki siyasi çatışmalar ve destek ayrılıklarıyla ilişkilendirilirken, bu düşmanlık kişisel özgürlük arayışlarıyla şekillenmiş durumda. Ancak Muhsin, özgürlük adına hareket eden bazı kişilerin el-Kaide gibi gruplara destek vererek büyük bir çelişki oluşturduğuna işaret ediyor.
Yıllar önce, Suriye savaşının başlangıcında, Nusra Cephesi ve IŞİD gibi gruplar sahneye çıkmaya başladığında, beraberinde getirdiği etkilerle birlikte, bir Lübnanlı arkadaşımın içindeki muhaliflere şöyle dediğini hatırlıyorum: “Tamam, açıkça söyleyeceğim: Sizinle IŞİD arasında bir seçim yapmam gerekirse, ben IŞİD’den yanayım.” (Bu, daha sonra Semir Caca’nın benzer bir açıklama yapmasından öncesine denk geliyordu.)
Bu tutumu o dönemde politikada sıkça rastlanmayan bir tür dürüstlük ve açıklık olarak görmüştüm. Şöyle ki: “Beni, IŞİD’in eylemleri veya vahşetleriyle ya da bir Hristiyan olarak hilafet yönetimi altında yaşayamayacağımla tehdit etmeye çalışmayın. Ben düşmanımın kim olduğunu çok iyi biliyorum -bu doğrudan sizsiniz- ve IŞİD’in doğasını da biliyorum. Bunu bana hatırlatmanıza gerek yok. Ama önce sizinle hesaplaşmam gerekiyor, ondan sonra gerisini düşünürüz.”
Lübnan’da Şam’daki yönetimin, politikalarının ve kimliğinin tarihi etkisini hatırlatmaya gerek yok.
Suriye’deki yönetim değişimiyle birlikte “Lübnan’da her şey değişti” demek abartılı olmaz. Bu değişim, Lübnanlıların birbirleriyle olan ilişkileri üzerinden şekillendi; Suriye’nin kendisiyle doğrudan bir ilgisi yoktu.
Bu nedenle, yukarıdaki tutumu benimseyen kişileri ikiyüzlülükle suçlamadım, aksine duygularının samimi olduğunu düşünüyorum.
Gerçekten de “özgürlük” istiyorlar ama bu özgürlükten kastettikleri, kişisel olarak Suriye rejiminden kurtulmak. Lübnan’daki bu rejimi kendi düşmanları olarak görüyorlar, sebepler ne olursa olsun.
Bu düşmanlık geçmişten gelen bir miras, rakiplerine verilen destek ya da politik işlevlerinin karşı kampta yer alması gibi nedenlere dayanabilir. Fakat sonuç değişmiyor.
Bu noktada samimi olan kişi, özgürlük anlayışının Suriye halkının özgürlüğüyle ya da onların çıkarlarıyla bir ilgisi olmadığını açıkça kabul eden kişidir.
Bu özgürlük uğruna ödenmesi gereken bedel de bu kişiler için önemli değildir. Asıl sorunlu olan, kendini liberal olarak tanımlayan ve savaşını devrim, demokrasi ve kadın hakları adına verdiğini söyleyen ama aslında el-Kaide’ye destek veren Lübnanlıdır.
Suriye’nin Lübnan’daki varlığı tamamen Lübnan’a dair bir mesele olmuştur. Bu yazının ilk bölümünü, Lübnan’da Suriyeli mülteciler konusunun tartışıldığı bir yıl ya da daha uzun bir süre önce yazmıştım. Bu, iki ülke arasındaki karmaşık meselelerin iç politikada tartışıldığı başka bir aşamaydı.
Bu tartışma, Lübnanlılar arasında, tamamen Lübnanlı nedenlerle yapılan bir tartışmaydı ve Suriyeliler bu tartışmada bir taraf değildi. Lübnanlıların Suriye ile olan ilişkisi, toplumsal düzeyde bile karmaşık. Suriye savaşına en fazla ilgi gösteren Lübnanlı aktivistlerin birçoğu, hayatlarında bir kez bile komşu ülkeye gitmedi.
Suriye savaşı öncesinde, dünyayı gezip otuz yaşına gelmiş bir arkadaşımın Şam’ı hiç görmediğini öğrenmek benim için şaşırtıcıydı. Şam, Beyrut’tan sadece 100 kilometre uzaklıkta olmasına rağmen...
Biz, “diğer Lübnanlılar” ise en az yılda bir ya da iki kez Suriye’ye giderdik. Benim Suriye’deki son ziyaretim 2000 yılında, ailemle birlikte geçirdiğim son tatilimdi.
O yaz bir ay boyunca Şam, Lazkiye ve Tartus dağlarında vakit geçirmiştik. Ondan sonra Suriye’ye bir daha gitmedim. Eğitim hayatıma devam ettim ve pasaportunda Suriye damgası görmek istemeyen ülkelere seyahat ettim.
Sonra savaş başladı. Bugün ise Akdeniz’de ilk “selefi devleti” ile karşı karşıyayız. Bir arkadaşımın dediği gibi, böyle bir yapının Libya’da ortaya çıkmasını beklerken, yanı başımızda oluştu.
Bu da Usame bin Ladin’in takipçilerinin, 11 Eylül saldırılarından yaklaşık çeyrek asır sonra, nihayet bir ülkede iktidara gelmesiyle tarihin garip bir cilvesidir.
Şam'da Velid Canbolat ile Ebu Muhammed el-Colani/Ahmed eş-Şaraa arasında gerçekleşen görüşmenin fotoğrafını bir “maşrık tablosu” olarak düşünebilirsiniz. Hasan el-Halef’in dediği gibi, Şam bölgesi tarih boyunca genelde “ülkesinden daha büyük” kabiliyetlere sahip olan, karmaşık ve küçük bir alanda olağanüstü liderlik özellikleri gösteren siyasi liderler yetiştirmişti.
Bu, karmaşık, çeşitli ve zorlu bir toplumdur; bu toplumda liderliğe ulaşan bir kişi mutlaka olağanüstü zekâ, kurnazlık ve sertlik gibi özelliklere sahip olmalıdır, her ne kadar faaliyet alanı küçük olsa da.
Nebih Berri’yi ele alalım; dünya genelinde, demokratik bir seçim sistemi içinde, kendi alanında bu denli büyük bir hâkimiyet kurmuş bir siyasetçi bulmak oldukça zordur. Bu durum, onu bir tür modern XIV. Louis gibi gösterir.
Dahası, Lübnan siyasi sistemi içinde Berri’nin onlarca yıl boyunca kaybettiği bir mücadeleye şahit olmak neredeyse imkânsızdır. İstediği her şeyi almayı başarmıştır.
Ancak onun asıl etkileyici yönü, siyasi kariyerinden önce bambaşka bir “meslek hayatına” sahip olmasıdır. İç savaş yıllarında, milis dönemlerinde ve sayısız cephedeki çatışmalar sırasında kendisini kanıtlamış bir liderdir.
O dönemde Emel Hareketi'nin zirvesine çıkmış ve savaşın sona erdirilmesi sürecini yönetmiştir. Yani, bir yandan milis liderliği yaparken, diğer yandan Talleyrand düzeyinde bir siyasetçi olarak kendini göstermiştir.
Aynı durum Velid Canbolat için de geçerlidir. Onun geleneksel bir aileden mirasçı olduğunu düşünebilirsiniz ama bu mirası devraldığı koşulları biraz daha düşünmek gerekir. Onun da savaşlarla dolu bir geçmişi var.
Bu dönemde Şuf Bölgesi’nde bir tür “özerk yönetim” kurmuş, burada bakanlıklar, idareler ve kamu hizmetleri organize edilmiştir (örneğin, Şuf yolları savaş döneminde, barış dönemine kıyasla daha fazla gelişmiştir).
Canbolat, Lübnan siyasetinde niceliksel temsilinden çok daha fazla güç elde etmiş ve zekâsı hakkında pek çok hikâye anlatılmıştır. İlginç bir şekilde, Canbolat ile Berri arasında, ideolojileri ve toplumsal mirasları farklı olmasına rağmen, onlarca yıldır süregelen derin bir dostluk ve ortaklık var.
Colani ile Ahmed eş-Şaraa da aynı maşrık geleneğinin birer ürünü olarak görülebilir. Bazı çevreler Colani’nin yeteneklerini küçümsemiş olsa da, gerçekler bunun aksini söylüyor.
Şam’da gerçekleşen bu görüşme, diplomasi kavramının maşrıktaki farklı boyutlarını sergileyen etkileyici bir örnek. Burada diplomasi yalnızca devletler arasında değil, mezhepler ve topluluklar arasında da yürütülüyor. Her yerel lider, kritik anlarda birer dışişleri bakanına dönüşebiliyor.
Colani veya eş-Şaraa, sahnede yeni bir figür değil; onun hocalarını, ideolojisini ve siyasi mirasını zaten biliyoruz. Uzun bir yönetim tecrübesine ve muhaliflerle başa çıkma konusunda köklü bir geçmişe sahip.
Bugün Suriye’yi yönetecek kişiler, İdlib’i onunla birlikte yöneten ve savaşı onunla birlikte sürdüren aynı adamlar. İlginç olan, Colani ve örgütü hakkındaki olumsuz eleştirilerin çoğunun eski rejim yanlılarından değil, bizzat Suriyeli muhalif gruplardan gelmesidir.
Bu gruplar, Colani’nin devrime ihanet ettiğini, rejimi güçlendirdiğini ve Halep’in düşmesine neden olduğunu iddia ettiler. Ona yalnızca “İran’ın ürünü” ya da “el-Esed'in kuyruğu” dediler. Bugün bu dönemi unutmayı umuyor olabilirler ama Colani’nin bu dönemi unutacağını sanmıyorum.
El-Cezire’nin Suriye’deki “kurtuluş” hikâyesine inanabilirsiniz ama bunu Lübnan’da yaşarken yapmak oldukça zor.
Zira çevrenizde, bu “kurtuluştan" kaçan on binlerce Suriyeliyi görüyorsunuz. Çoğu, siyasetten ve güvenlik meselelerinden uzak, kırsal kesimden gelen yoksul insanlardan oluşuyor.
Onlarla konuştuğunuzda, korku ya da endişe nedeniyle değil, zorla evlerinden çıkarıldıklarını, evlerinin yakıldığını ve saldırıya uğradıklarını anlıyorsunuz (bu saldırıları çoğu zaman kendi komşularının gerçekleştirdiğini öğrenmek de ayrı bir gariplik).
Arap propagandasının, Suriye üzerine olan tartışmayı nasıl “sevinme hakkı” üzerine çevirdiğini anlamak zor.
Sizin sevinip sevinmemeniz beni neden ilgilendirsin? Ve bunun neyi değiştireceğini düşünüyorsunuz?
Asıl mesele şu ki ülke her yönden talan edilmiş durumda, burada ve orada ufak çaplı pogromlar düzenleniyor ve el-Kaide artık Şam’da yönetimi ele almış durumda.
Colani’nin savaş ve yönetim deneyimi boyunca “değiştiği” fikrine inanıyorum; bu değişim, bazılarının hayal ettiği şekilde değil.
Son açıklamalarını ve röportajlarını dinlediğimde, ideolojik temellerinde ya da düşünsel mirasında bir değişiklik olmadığını görüyorum.
Asıl değişiklik, “Yahudiler ve Haçlılar” ile ilişkilere bakış açısında yatıyor. Onlarla sürekli savaş yerine, kendi yönetimini pekiştirmek için işbirliği yapmayı tercih ediyor. Colani’nin söylemlerinde ve eylemlerinde gözlemlenen tek değişiklik bu.
Bugün Washington, hem İsrail’le, hem Suudi Arabistan ve Araplarla, hem de Avrupalılar ve diğerleriyle ilişkilerinde Colani’nin yönetimini desteklemek için aracılık yapıyor.
Fakat Colani’nin İslam dünyasında birleştirici bir lider olacağını umut edenlere şu hatırlatmayı yapmak gerekiyor: Yahudiler ve Haçlılarla iş birliğini meşrulaştırma gerekçesi, muhtemelen, öncelikli düşmanın yakın düşman olduğu fikrine dayanıyor; yani İran ve Şiiler.
Colani, İsrail, ABD ve hatta Rusya’ya bile barışçıl mesajlar gönderdi; ancak ısrarla, tek düşmanının İran ve Hizbullah olduğunu vurguluyor.
Cezayirli arkadaşımız Abdullah bin Amara’nın dediği gibi, bu düşmanlık, yeni kurulan bu yapının temel bir unsuru hâline gelmiş olabilir.
Tüm bu gelişmeler, Lübnan’da, Suriye ile olan ilişkilerde, mezhepler arasındaki ilişkilerde ve hatta toplumsal yaşamın şekillenmesinde yansımalar yaratacak.
Ancak ülkede olanların ne anlama geldiğini anlayanların sayısı oldukça az görünüyor. Colani, geçmişte sadece Ebubekir el-Bağdadi ile çalışmamıştı; Bağdadi, onu Suriye’ye gönderen kişiydi ve Eymen ez-Zevahiri, örgütün “Suriyelileştirilmesini” ve yerelleştirilmesini öneren kişiydi.
Tüm bu deneyimlerden, inişler ve çıkışlarla dolu bir yolculuktan sonra, sıradan bir rakip değil.
Bazıları onu “Selefi ama İhvan tarzında siyasetçi” olarak tanımlıyor (bu, devlet ve toplumu ele geçirme hedefine ulaşmak için medeni araçları ve hatta demokratik yöntemleri kullanmaya karşı olmadığını gösteriyor).
Bu, Colani’nin etrafında inşa edilen “akılcı” imajın gerçek olduğu anlamına gelirse, bu durum onu daha az tehlikeli değil, aksine daha tehlikeli yapar. Bakalım gelecek neler gösterecek.
Çeviri: YDH