YDH- Merkezi İngiltere’de bulunan İslami İnsan Hakları Komisyon IHRC, 22 günlük Gazze savaşından sonra bölgeye iki üyesini gönderdi. Musthak Ahmed ve Fahad Ansari adlı IHRC üyelerinin Gazze izlenimlerini anlattıkları günlüklerinin Türkçe tercümesini yayımlıyoruz. “NETİCE: 22 Gün Savaşı’ndan Sonraki Günlerde Gazze” ismiyle IHRC tarafından kitap haline getirilen günlüklerden Fahad Ansari’ye ait olan 2. bölümü Zeynep Dursunoğlu çevirdi.
YDH- Merkezi İngiltere’de bulunan İslami İnsan Hakları Komisyon IHRC, 22 günlük Gazze savaşından sonra bölgeye iki üyesini gönderdi. Musthak Ahmed ve Fahad Ansari adlı IHRC üyelerinin Gazze izlenimlerini anlattıkları günlüklerinin Türkçe tercümesini yayımlıyoruz.
“NETİCE: 22 Gün Savaşı’ndan Sonraki Günlerde Gazze” ismiyle IHRC tarafından kitap haline getirilen günlüklerden Fahad Ansari’ye ait olan 2. bölümü Zeynep Dursunoğlu çevirdi.
Birinci Gün: 29 Ocak 2009
Bana kardeşim deme
Kahire’ye 23.30 gibi vardık. Bayağı heyecanlıydım, sadece Kutsal Topraklar’a girme düşüncesi bile başımı döndürüyordu, hâlbuki girip giremeyeceğimiz bile kesin değildi, yine de sırf girmek için çaba harcama düşüncesi bile buna değerdi; ama tüm bunlardan önce, girdiğimiz yerin kutsal toprak falan olmadığı sert bir şekilde hatırlatıldı.
Daha pasaport bürosunda sorunlarla karşılaştım. İrlandalı olduğumu kabul etmeyi reddetmesini bir kenara bırakırsak, pasaportuma göz atarken, memur 2000 yılından kalma Amerikan vizemdeki parlak sakalsız gülümseyişimi fark edip alarma geçti. Pasaportu tarayıp diğer vizelerime bakmaya başladı. Bakışlarını durmadan pasaportumdan bana kaydırırken ikisinin aynı kişi olduğunu düşünmediği kafama dank etti.
Gözlüklerimi çıkarttırıp tekrar tekrar boş bir kâğıt parçasını imzalamamı istedi. İmzamın aynı olduğuna inanmadığı için benden başka bir kimlik belgesi istedi. Ona ehliyetimi gösterdim; ama bu, kafasını daha da karıştırdı. Sonunda, yeni bir pasaport edinmemi tavsiye edip vizemi mühürledi. Ama son bir soru: ‘sakalın sünnetten mi?’ Bu, Mısır’da, İslam’ı yaşamanın açık işaretlerinin uygun görülmediğini ve cezalandırılabilir kabahatlerden olduğunu öğreneceğim pek çok zamandan ilki olacaktı.
Bavullarımızı beklerken, kendisini havaalanının karşılama ekibinin başkanı olarak tanıtan, bize yardımcı olmayı dileyen bir beyefendi tarafından sıcak bir şekilde karşılandık. Hemen onu iyi olduğumuza ve bizi karşılamaya hazır birinin olduğuna ikna ettik. Neden bizden daha kayıp ve mekânın dışında görünen beyaz Batılılara asla yaklaşmıyordu merak ediyorum. Benim zevkim için oldukça tetikte duran düzinelerce silahlı polisin de pek öyle hoş geldin dediği yoktu.
Bağlantımız, Şaban, bizi havalimanının dışında, şoförü Hanni’yle birlikte karşıladı. İhvan’ın bir üyesi olan Şaban ilginç bir tipti. Otoparka giden üç uzun dakikalık adımlama Mısır toplumu hakkında bana çok şey öğretti. Şaban bize kuralları hızlıca açıklayıverdi: ‘İslam üzerine konuşmayın. ‘Müslüman’, ‘Kardeş(ler)’, ‘Kardeşlik’, ‘İhvan’, ‘Gazze’ sözcüklerini anmayın. Sakalınızı tıraş edin ve kimseyle arkadaş olmayın. Kimseye Kardeşlik’ten olduğunuzu söylemeyin. Ama değiliz. Fark etmezdi. Birisini iyi bir kardeş olarak övmek bile bu yerde bütünüyle farklı bir çağrışım yapıyordu.
Görünüşe göre tavsiyeler boşa değildi. Otoparktaki konuşmamız Muhaberat’ın dikkatini çekti, gelip Hanni ve Şaban’ı beş dakika kadar sorguladılar.
Nil Nehri’nin yanında, Giza’daki otelimize götürüldük. Selahaddin Eyyubi’nin hisarının, Amr ibni As Mescidi’nin (Afrika’da inşa edilen ilk mescit!) ve düzinelerce başka mescidin yanından geçtik. Bu yerin nasıl Beni İsrail’in Firavun tarafından boyun eğdirilip kendisine karşı konuşamaz hale getirildiği ve Musa’nınki (as) gibi bir annenin Allah’a, yeni doğmuş çocuğunu koca Nil Nehri’ne bırakabilecek kadar hudutsuz tevekkül duymaya zorladığı yerle aynı olduğunu merak ediyordum. Bu, Musa’nın, zorbanın sarayında büyümesine ve sonunda da Firavun’un ölümüyle Beni İsrail’in özgür kalışına kadar gidecek bir dizi olayı tetiklemişti. Hangi tevekkül bugünün Firavununun alaşağı oluşuna giden yolu açacaktı? Ve kim bunu yapmaya hazırdı?
Otelimize 23.00 gibi vardık, yemek için çok geç. En iyisi yatıp 7.30’ta kahvaltıya kalkmak ve sıradaki güne erken bir başlangıç yapmak.
İkinci Gün: 28 Ocak 2009 Çarşamba
İrlandalı Gözler Gülümserken
Erken bir başlangıç hevesle planlanmışsa da, 2.30 civarında uyuduktan sonra fazla iyimser kalıyordu. Kendimizi kahvaltı için aşağı kata sürükledikten sonra, Şaban bizimle irtibat kurarak 20 dakika içinde bizimle buluşacağını söyledi. Şaban çok sevgili bir kardeşimiz ve çok misafirperver – bir gün erken dönmemizi istedi ki kısa zamanımıza rağmen bize piramitleri ve diğer turistik yerleri gösterebilsin. Onu Gazze’de mümkün olduğunca çok zamana ihtiyacımız olduğuna ve inşallah tüm bunlar için Mısır’a tekrar geleceğimize ikna etmeyi başardık.
Önce, Arap dünyasının her tarafında tıbbi yardım sağlayan ve Gazze’deki yaralı ve mağdurlara yardım etmekle yoğun bir şekilde ilgilenen büyük bir örgüt olan Arap Tıp Birliği’ni ziyaret etmeye karar verdik. Başkan, Dr Seyyid Zananiri, istatistikî malumat sağlamak için bizimle buluşmayı kabul etti. Ama 20 dakika kadar bekledikten sonra, o bazı arkadaşlarla gevşerken Şaban gitmemiz gerektiğine karar verdi. Fakat ayrılmadan önce sekreter Ümmü Salahuddin’e, AMU’dan, AMU’ya birlikte çalıştığımızı belirten resmi bir mektup hazırlattı ve başka çeşitli malumatlar verdi. O sırada bu konuda şakalar yapsak da mektubun paha biçilmez olduğu kanıtlanacaktı.
Sıradaki durak: İngiliz Elçiliği… Buradaki güvenlik beklediğimiz kadar sıkı değildi. Benim, Mısır havalimanına İrlanda pasaportumu gösterdikten sonra hiç soru sorulmadan girebildiğim gerçeği bakışlardan belli oluyordu. Elçilik personeli üyesine Gazze’ye girmek istediğimizden bahseder bahsetmez ne istediğimizi anladı. Mısır’dan Gazze’ye geçmek isteyen herkesin; kendi elçiliğinden, şahsın Gazze’ye girmek istediğinin ve tehlikeler konusunda uyarıldığının bilincinde olduklarını ve bütün bireysel sorumluluğu kendi üzerlerine aldıklarını belirten bir mektuba ihtiyacı vardı. “Bu mektuplardan daha fazla yazmamamız için Londra’dan talimatlar aldık.” “Ne zamandan itibaren?” “2-3 gün öncesinden.” Daha sonra Mesud ağabeyden (İslami İnsan Hakları Komisyonu Başkanı) bunun tamamen doğru olmadığını öğrendik, iki İslami Yardım çalışanı bizim Kahire’ye indiğimiz gün bu mektuplardan edinmişlerdi. Bununla beraber, biz mektubu bugün almayacaktık.
Arabaya atlayıp İrlanda elçiliğinin yolunu tuttuk, iyimserce, Musthak İrlandalı olmamasına rağmen ikimiz için de o mektupları yazabileceklerini düşünüyorduk. Çok daha az meşgul bir elçilik ve daha basit dizayn, personel de daha gevşek, dost canlısı ve teklifsizdi.
İrlandalılığımın daha ileri bir kanıtı olarak yanıma bir paket Tayto[1] almıştım ancak gerek kalmadı. Bir saat kadar sürdü ama bana mektubu sağladılar, yalnız Musthak için de yazmayı reddettiler, çünkü o, bir İngiliz’di. Konsolos, sorumluluğunu yerine getirerek bana şöyle dedi: “tehlikeli olduğu ortada işte biz de sana bir daha düşünmeni tavsiye ederiz, ama ne de olsa, zaten yine de gideceksin.” İrlandalı olmak için harika bir gün –nasıl şükrediyorum Allah’a, Hindistan’ın geri kalanı yan kapıya yerleşirken benim annemle babamı İrlanda’ya gönderdiği için.
Kahire’den Kaçış
Arabanın arkasında Hanni’yle birlikte, saat bir civarıydı şimdi. Biraz para bozdurup Refah’a gitmemiz gerekiyordu. Sadece sürücümüz Hanni hakkında kısa bir not; işini çok ciddiye alan harika bir adam ve çeşitli durumlarda, bizi sınırdan güvenle geçirebilmeyi garantilemek için kanını verebileceğini söylemişti. Bize Mısır’da araba sürmenin Altın Kural’ının “Yanlış olan her şey doğrudur” olduğunu söyleyen çok komik bir adam; bunu hatırladığımız sürece bir şey olmazmış. İş Mısır’da hayata gelince sadece sürücülükle kalmadığını öğrendiğimiz Aklın İncileri.
Hanni ve başka bir şoförle birlikte bir turist minibüsüne geçtik. Hanni’nin arabası kontrol noktalarında şüphe çekerdi ve turist minibüsü çok daha az zorlukla karşılaşırdı. Sınır kasabası El-Ariş’e doğru altı saatlik yola çıktık. Şimdi, Musthak’ın mektubu reddedildiği için ikimiz de biraz gergindik. Şaban bize yine de denememizi söylemişti ama bu şartlar altında Musthak’ın geçmesine izin verecekler gibi durmuyordu.
AMU’dan, bizi el-Ariş’te karşılayacak ve geçişimizi kolaylaştıracak olan Dr Abid’i aradım –bizimle buluşmayı dört gözle bekliyordu. Ne yapabileceğimiz üzerine seçeneklere odaklanmaya başladık –ayrılmalı mıydık, yoksa hem Gazze’de ben hem Mısır’da Musthak için çok mu tehlikeli olurdu? Mesud Ağabey bize asla yalnız olmamamızı tavsiye etmişti. Ayrılmaya zorlanırsak en azından AMU’yla ya da Malezyalı heyetle birlikte olmalıydık ki onlar da en sonunda bizimle bağlantıya geçip gelmeye davet ettiler.
Şeyh Azmi’yle konuştum, bana Malezya heyetinde olduklarını, Malezya elçiliğinden mektuplarını alıp 17.00’da Kahire’den ayrılacaklarını söyledi. Eğer Malezyalılardan bazıları geçemezse belki Musthak onlarla kalabilirdi? Şaban Kahire’ye geri dönmesini istiyordu; ama tek başına bu çok tehlikeli olurdu ve zaten onun da misafirperverliğinden dolayı sadece, Musthak’ı turistik yerlere götüreceğini hissediyorduk, ama bir görevimiz ve yerine getirmemiz gereken amaçlarımız vardı.
Yolculuk esnasında ve özelikle varacağımız yere yaklaştıkça kontrol noktalarının sayısı artıyordu. Herkes kim olduğumuzu ve neden El-Ariş’e gitmek istediğimizi bilmek istiyordu. Kenara çek! Sonra Hanni’ye ve ahbabına yönelen bir dizi soru başlıyor, kimliğimizi ve görevimizi doğrulamak için Dr Abid telefonla aranıyordu. Yarım saat kadar sonra yolumuza devam etmemize izin veriliyordu.
Yolculuk upuzun ve yorucuydu ve el-Ariş’e vardığımızda bize sınır kapısının kapandığı, bu yüzden geceyi El-Ariş’te geçirip ertesi sabah gitmek zorunda olduğumuz söylendi. AMU’dan Dr Abid, Dr Abdul Sami ve Dr Eyad tarafından oldukça sıcak karşılandık. Bize kasabanın ortasında, Sinai Stars denen bir otelde, oldukça basit ancak rahat bir oda için, rezervasyon yaptırdılar. Üç doktor da iyi İngilizce konuşuyordu ve maşallah oldukça teklifsiz, rahat ve dost canlısı kardeşlerimizdi. Onlara elçiliğin Musthak’a mektup vermeyi reddettiğini söylediğimizde sınırdan geçme ihtimali konusunda epey şüpheye düştüler. Bizi yarın alacaklarını ve onlarla birlikte geçeceğimizi söylediler. Ona Malezyalı heyetten bahsedince onlara yardımcı olabilmek için elinden geleni yapacağını söyledi.
Allah: En İyi Planlayıcı
Peki, şimdi nasıl olacaktı da yarından önce Azmi’nin ekibiyle buluşacaktım bakalım? Saat beşte çıkacaklarsa on bir-on ikiden önce varamazlardı ve dürüst olmak gerekirse ben çok yorgundum. Uyanık kalabileceğimi sanmıyordum. Neyse, bir şeyler yemeye ve biz ayrılıp o Mısır’da kalmak zorunda kalırsa diye Musthak’a telefon almaya çıktık.
Aziz diye küçük bir yerde yemek yedik; yer bize, Müslüman olup olmadığımızı (dini anlamdan ziyade politik manada) ısrarla sorunca sonunda telefonunu almayı reddettiğimiz üçkâğıtçı bir cep telefonu satıcısı tarafından önerilmişti. Mekânın müdürü gelip bizimle muhabbet etmeye başladı. Endişelenmememizi, kendisinin de Müslüman olduğunu ve bizi görmekten mutlu olduğunu söyledi. Birden Şaban’ın kimseye güvenmememiz ve kimseyle arkadaş olmamamız yolundaki tavsiyesini hatırladım.
Biz oraya sadece tatile gelmiş iki arkadaştık. Ama neden El-Ariş? Bir şekilde bu sorudan kaçınıp konuşmayı sürdürdüm. Tam kalkmaya hazırlanırken yedi-sekiz Malezyalıdan oluşan bir grup restorana girdi. Bu Azmi olabilir miydi? Kesinlikle hayır. Numarasını aradım, çaldı. Adamlardan birinin telefonunu çıkardığını görünce yaklaşıp sarıldım. Sübhanallah, ne rastlantı, hiç ihtimal var mıydı? Allahuekber!! Birkaç masayı birleştirip yarın için bir strateji kurmaya başladık. Bizim o ana kadar öylesine tedbirli davranmamıza karşın; Azmi bariyerleri kırıyor, Gazze, Hamas ve İsmail Haniye gibi isimleri tekrar tekrar yüksek sesle anıyordu. Mekânın müdürü bizim için ne düşünmüştür hiç bilmiyorum ama maskemiz artık uçmuştu.
Azmi bana Malezya mektubunu gösterdi, İrlandalısından çok daha iyiydi. Mısırlı yetkililerden Gazze’ye girişlerini kolaylaştırmasını rica ediyordu. Dr Abid’i arayıp Azmi’yle konuşturdum –yardım etmeye çalışacaktı; ama bizimki gibi bir mektupları olmadığı için ciddi bir şekilde zor olacaktı.
Üçüncü Gün: 29 Ocak 2009 Perşembe
Duanın Gücü
Şaşırtıcı şekilde Gazze’deyiz, ikimiz de. Gazze şehrindeki Gazze International Hotel’de (Gazze Uluslararası Oteli) kalıyoruz. Kutsal Topraklara gelmek için on yılı aşkın süredir yanıp tutuştuktan sonra sonunda burada olduğuma hala inanamıyorum.
Sınırı geçerken yaşayacağımız engin zorlukların bilincinde olarak, gecenin ortasında uyanıp namaz kılmaya ve tek tek her şeye hükmedene niyaz etmeye karar vermiştik. Çok bitkin olsak da son geceki namazın öneminin farkındaydık ve kendimizi yataklarımızdan çektik.
Yasin Suresi’nin ünlü ayetini hatırlamıştık - Biz önlerinde bir set, arkalarında bir set çektik. Böylelikle onları örtüverdik, artık görmezler. (36:9) – Peygamberimiz Hz Muhammed’in (Allah’ın selamı ve rahmeti üzerine olsun) ona zulmedenlerin gözlerinin önünden kaçarken tekrarladığı ve ayrıca tüm dünyadaki Mücahidlerin düşmanın kontrol noktalarını ve karakolları geçmek için kullandığı ayet. İkimiz de sonraki birkaç saati her fırsatta bu ayeti okuyarak geçirdik.
Duşa veya kahvaltı yapmaya zaman yoktu ve Dr Eyad bizi 09.30’da taksiyle aldı. Refah kapısına doğru yola çıktık. Sina çölünü geçerken, Hz Musa ve İsrailoğullarının itaatsizliklerinden dolayı kırk yıl bu çorak toprakta nasıl dolaştığı üzerine derinlemesine düşündüm. Günahları, Kutsal Topraklara girmelerini önlemişti. Benim günahlarım da aynı sonuca gitmesin diye Allah’a istiğfar ve tövbe etmeye başladım.
Sonunda Dr Abid’in bize Gazze’ye doğru eşlik etmeyeceği ortaya çıktı. Ne de Dr Eyad, o da sadece bizi geçirmeye çalışıp sonra Kahire’ye dönecekti. Peki, bize kim eşlik edecekti? Kendi kendinizesiniz. Ne yapacağımı ya da girişte kiminle bağlantı kuracağımı bilmeden tek başıma içeri gireceğimi düşündükçe belirsiz endişe hisleri yüreğime girmeye başladı.
Aynı zamanda, eğer geçemezse Musthak’ın Sina’da yalnız kalmasıyla ilgili de çok kaygılıydım. Musthak’ın Refah’ta ya da El-Ariş’teki hastanelerde tedavi gören hastalarla röportaj yapıp yapamayacağını sordum, ama hastaların etraflarının buna izin vermeyecek muhafızlarla çevrili olduğunu söyledi; Musthak geçemezse ne yapabilirlerdi? Kalmalı mıydım yoksa tek başıma gitmeli miydim? Mesud Ağabey ayrılmamamızı tavsiye etmişti ama görevi de kurban etmek istemiyorduk. Hadi okumaya devam edip ne olacak görelim.
Refah’a gittiğimizde, dışarıda sıraya girmiş düzinelerce yardım kamyonu gördük. Azmi ve arkadaşları oradaydılar, girme şansını elde edememişlerdi. Girip çıkan insanlar doktorlardan, ambulanslardan, hekimlerden ve bazı Filistinlilerden ibaretti ve bu bile çağlar alıyordu. Sonraki üç saati sınır kapısının dışında dışarıda dikilip tüm olayları izleye izleye bekleyerek geçirdik – aileler kapıların bir yanından diğer yanına el sıkışıp öpüşerek geçti, gazeteciler ve yardım çalışanları çıktı, İhvan’dan bir grup milletvekilinin girişi reddedildi; ama sonra Ürdünlü bir mühendis grubunun geçişine izin verildi. Zamanımızı, bizden para isteyen iki Mısırlı çocukla Arapça pratiği yapmak için kullandık.
Bekleyiş sonsuza dek sürecek gibiydi ki sonunda Dr Eyad elinde bazı kâğıtları tutup adıma seslenerek bana doğru koştu. Onu izlememi işaret etti.
“Seninle konuşmak istiyorlar.”
“Kim?” diye sordum.
“İstihbarat” dedi gülümseyerek.
“Neden?”
“Nedeni yok” (hala gülümsüyor)
“Musthak’la da mı?”
“Yo, sadece sen.”
Mısır gizli servisi dünyadaki en acımasızlardan biridir ve benim ne zaman olursa olsun onlarla çene çalmak için hiçbir arzum yoktu, şimdi bir de yalnız olarak. Pasaportumdaki vizelerden hangisi sorun oluyordu, merak ediyordum? Lübnan? ABD? Fas? Çin? Dr Eyad kendisinin de orada olacağına beni temin edip Musthak’a da gelmesini söyledi. Eh, en azından yalnız gitmiyordum.
Hala bekleyen yüzlerce kişinin kıskançlığı altında kapıya girdik ve belgelerimizin işlem gördüğü sevk ve idare merkezine doğru 50 metre kadar yürüdük. Daha çok bekleyiş. Bu kez daha büyük bir gerginlik –bir şeyler ters giderse, öylece gidip bir taksiye atlayamazdık. Şimdi onların nezareti altındaydık, hareketlerimizi kontrol ediyorlardı. Ortamı ısıtmak için espriler yaparak kıvranma içinde bekleyerek oturduk.
Dr Eyad diğerlerinin girişini açıklığa kavuşturmaya çalışarak bir aşağı bir yukarı koşturup duruyordu. “MUSTHAK AHMED”. Çağırıldı. Sorumsuzluk mektubunu elde etmek için pasaportunun bir kopyasını Kahire’deki İngiliz konsolosluğuna fakslamak istiyorlardı. Eninde sonunda sadece bir sürü bürokratik formaliteye düşeceğimizden korkarak Londra’da IHRC’deki Ahmed’i arayıp durumu açıkladık. Ahmed mektubu sınıra göndermelerini sağlamak için konsolosluğu aramaya başladı.
Bir faks numarası alıp ona verdim. Gergin bir şekilde saatin tik taklarını izleyerek bekledik – 12.30, 12.40, 12.50… her saniye sonsuzluk gibi geliyordu. Ahmed’i tekrar aradım –faks numarasını ona yanlış okuduğumu fark ettik. Kahire’deki Elçilik, sorunun ne olduğunu anlamak için onu veya sınırı geri aramaya zahmet etmemişti. Ahmed onları geri aradı. Biz sessizce okumaya devam ettik. 13.05 – telefon çaldı. Ahmed’di. Faks gönderilmişti ama inanılmayacak ölçüde talihliydik. Elçilik o aradığında kapanmıştı ve pazar gününe kadar açılmayacaktı. Ahmed, o sırada gitmek üzere olan kalan tek görevliye çıkmadan faksı göndermesi için yalvarmıştı. Subhanallah, Allah’ın iradesi. İnanamıyorduk.
Musthak elçiliğin gönderdiği izin formunu imzalamaya gitti. Kullanılan dil tiksindiriciydi. Bir kısmı şöyle diyordu:
“Şiddet tehdidine ve ağır insani duruma ek olarak, terörist grupların yabancıları kaçırma kast ve imkânını korumayı sürdürdüğüne inanmaktayız.”
İsrail, endüstride bilinen en ileri teknolojiye sahip silahları kullanarak üç haftalık bir süre zarfında bin üç yüz kişiyi, kadınları, erkekleri ve çocukları katletmişti. Birkaç yıl önce gerçekleşen BBC muhabiri Alan Johnston’ın kaçırılmasından beri (ki kurtarılmasına Hamas yardım etmişti) Gazze’de hiçbir yabancı kaçırılmadı. Şüphesiz ki, bir İsrail füzesi tarafından öldürülme tehdidi, kaçırılma sorunundan daha çok şey söylemeyi gerektiriyordu. Bu mektubun söylemi, zalimi mazlumla aynı kefeye koyarak, çatışmaya dair resmi İngiliz politikasının orantısız doğasını yansıtıyordu. Musthak’ı, eğer durum kötüleşirse kendi başına kalacağı konusunda uyaran mektuba rağmen, tereddütsüz imzaladı.
Hala, Gazze’ye girebileceğimiz söylenmeden önce bir saat kadar daha beklemek zorundaydık. Sonunda, Dr Eyad gülümseyerek ve girebileceğimizin müjdesini getirerek koşup bize doğru geldi. Allahuekber. İnanamıyordum. Dr Abid’in, İngiliz elçiliğinden gelen mektup olmadan girebildiğimizi duyunca şok olduğunu söyledi Dr Eyad (görünüşe göre fakslaşmalar alışılmışın tamamen dışındaydı) ve Allah’ın galiba Musthak’ı gerçekten çok sevdiğini söyledi çünkü içeri girebilmesine imkân yoktu. Ama eğer Allah, mutlak güç sahibi evrendeki her bir atomu kontrol eden, bir şeyin olmasını irade ederse hiç kimse ve hiçbir şey onun önüne geçemez.
Bizi Gazze’ye doğru yirmi metre geçirsin diye bir otobüse bindik (oraya yürümek nedense yasak) ve riski üstlendik. Kapıları geçince otobüsten atladık. Gelmiştik. Gazze’ye yalnız yürürken, yalnızca ikimiz, nereye gideceğimizi hiç bilmeden ve boş arsayı en yakın binaya doğru geçerken, kulağımda Büyük Kaçış (The Great Escape) filminin tema müziğinin yankılandığını duymaya başladım. Nasıl olmuştu da geçebilmiştik ki?
Kutsal Topraklara Giriş: Ehlen ve Sehlen
Filistinli göçmen bürosu memuru tarafından selamlandığımız andan itibaren her şeyin iyi gideceğini anladım. Aniden bir aidiyet duygusuna kapıldım, burası benim topraklarımdı, benim evim, benim insanlarım. Mısırlı otoritelerin sert ve şüpheli görünüşlerine taban tabana zıt, bu yoğun sakallı adam bizi gözlerinin içi gülerek karşıladı: Ehlen ve Sehlen, haya ka Allah (kelimesi kelimesine çevirirsek, siz benim ailem gibisiniz, rahat olun, Allah size ömür versin). Gazze’de karşılaştığımız her bir insan tarafından bize tekrarlanacak olan sözler. Pasaportlarımızı Filistin Otoritesi Refah Sınır Kontrolü mührüyle şereflendirdi ve resmi olarak Gazze’nin içinde olmuş olduk.
Dışarı çıkıp havanın tatlılığını soluyup atmosferi içimize çektik. Sade giyimli bir polis memuru yaklaşıp iyi olup olmadığımızı ve şehre gidecek bir taksi veya otobüs tutmak isteyip istemediğimizi sordu. Ona bir arkadaşımızın bizi alacağını söyledik. Merakla kim olduğunu sordu. Şaban’ın bize verdiği bağlantının ismini verince onu tanıdığını söyledi. Biz beklerken cep telefonundan aradı, sonra bizi özel bir resepsiyon bölgesine geçirdi.
Biz rahat kanepelere otururken önümüze taze hurma ve su konuldu. Ehlen ve Sehlen, Haya ka Allah. Resmi Heyet Karşılama Komitesi’nin üyeleri tarafından selamlandık. Gözlerinin içi gülerek bizi kucaklayıp bizi gördükleri için ne kadar mutlu olduklarını söylediler. Gazze’deki son olayları sık sık soykırım ve Filistin’in, işgalin ve ıstırabın tüm yılları boyunca hiç tecrübe etmediği bir katliam olarak tanımlıyorlardı.
Onları İngiliz halkının İsrail konsolosluğu önünde nasıl günlük mitingler düzenlediği, ünlülerin BBC’ye nasıl boykot yaptığı ve insanların İsrail’i destekleyen şirketleri boykot etmeye başladığı konusunda bilgilendirdiğim zaman yüzleri mutlulukla aydınlandı. Direniş’i ve dünya halklarını selamladılar.
İngiltere sokaklarında ve tüm dünyada onları destekleyerek yürüyen yüz binlerce eylemcinin görüntülerini gördüklerini; bunun, mücadelelerinde yanız olmadıklarını fark ettikleri için kendi kararlılıklarıyla gurur duymalarına yardım ettiğini söylediler. Bu beni düşündürdü –neredeyse on yıldır her kıyımın ardından eylemlere katılmış biri olarak şahsen eylemlerden hayal kırıklığına uğramıştım, ama o an, o dayanışma hareketlerinin ehemmiyeti beni kendime getirdi.
Kendime bir daha asla eylemlerin kastını sorgulamayacağıma dair yemin ettim –bizim için ne kadar küçük bir hareket ama sürekli olarak üstlerine yağan bombaların dehşeti altında yaşayanlarda böylesi bir etki yaratabilen bir şey. Ancak, diye eklediler, eylemler yeterli değildi –para ve yardıma ve siyasi bir çözüm yoluyla işgale bir son vermeyi sağlamaları için kendi hükümetlerine baskı yapacak insanlara da ihtiyaçları vardı.
Onları aynı zamanda İngiltere’deki seksen iki Yahudi lideri tarafından imzalanan İsrail hücumuna karşı çıkan açık mektup ve Yahudi hahamlarının kendi İsrail pasaportlarını yakacak kadar ileri giderek İsrail’i nasıl protesto ettiklerini konusunda da bilgilendirdim. Gülümseyişlerinin daha fazla büyüyebileceğini sanmıyordum ama yanılmışım –bu, bunun Yahudilerle değil Siyonistlerle yapılan bir savaş olduğunu gösteriyor, diye hevesle bilgilendirildim.
Bir savaş komutanıyla, Hamas’ın askeri kanadı olan el-Kassam Tugayları’ndan Dr el-Batta’yla tanıştırıldık, bize Batılı medyanın propagandasına inanmamamızı tavsiye etti. Hamas elliden fazla İsrail askeri öldürmüş ve üç tanesini esir etmişti. İsrail’in, kendi askerlerinden, söylentiye göre bir Filistin evini üs olarak ele geçirmiş olan dördünün öldürüldüğünü kabul ettiği olay doğru değildi; dört asker bir üste değildi, Hamas tarafından esir edilmişti ve İsrail, dört Gilad Shalit daha olmalarına izin vermektense onları öldürmeye daha istekliydi.
Dinlenip namaz kıldıktan sonra bize şimdi kuzeydeki Gazze şehrine götürüleceğimiz söylendi. Ulaşım biçimi: Bir ambulans. Görünüşe göre o esnada bölgeye seyahatin en güvenli yoluydu, ancak yine de, o akşam daha sonra el-Şifa hastanesine varınca fark ettiğimiz gibi, bunlar bile zaman zaman hedef alınıyordu.
Gazze kentine girdiğimiz zaman hava kararıyordu, bu yüzden o akşam çok kayıt yapamadık. Bunun yerine bize istatistiksel bilgi sağlayabilecek ya da ertesi gün yardımcı olabilecek başka STK’lar ya da memurlarla toplantılar düzenlemeye çalışmaya karar verdik. Önce Enformasyon Bakanlığı’ndan bir temsilciyle ve sonra Heyet Karşılama Komitesi’nin başkanıyla tanıştık. İkisi de çalışmamızın remitini bilmek ve IHRC hakkında bir şeyler öğrenmek istedi. Benzer remitlere sahip olan başka avukatlarla ve yeni kurulmuş Savaş Suçlarını Belgelendirme ve Soruşturma Komitesi’nin üyeleriyle tanışmamızın iyi bir fikir olacağını düşündüler. Bu komite Gazze katliamlarını müteakiben gelecekte İsrail’e yasal bir dava açma fikriyle kanıt ve beyanat belgelendirme amacıyla kurulmuştu. Tüm dünyadan STK’lara saldırının kurbanlarına ulaşmalarını kolaylaştırarak yardımcı oluyordu.
Sonunda otelimize saat on gibi vardık. Gazze International Hotel denize nazır ve Batılı gazeteciler, doktorlar, avukatlar ve başka uzmanlar tarafından sıklıkla ziyaret edilir. Sadece kırık odası olan basit bir otel, şu an burada çok fazla kişi kalıyor gibi durmuyor. Odalar basit ancak çok soğuk. Önceki gün saat dört civarından beri bir şey yemediğimizi fark edince restorandan yiyecek bir şeyler aldık. Çevirmenimiz İbrahim de bize katıldı ve yatmadan önce ondan şu beyanı aldık. Hikâyesi, bizi dehşete düşüren pek çoğu gibi.
Bize İsrailli askerlerin saldırı esnasında nasıl herkesi ve her şeyi hedef aldığını anlattı –hiçbir şey ve hiç kimse ayrılmamıştı; erkekler, kadınlar, çocuklar, hükümet binaları, okullar, hastaneler, fabrikalar –hepsi meşru hedef sayılıyordu. Kara saldırısı sırasında hayvanat bahçesindeki hayvanlar bile vurulup öldürülmüştü. Ama İbrahim’in tavrı direnmekti – Ona göre İsrail Filistinlilerin boyun eğmesinin daha iyi olacağına ve ne kadar sert vurursa o kadar çabuk teslim olacaklarına inanıyordu. Ama İbrahim cüretkârdı –şehit olana kadar mücadele edecekti, ondan sonra ise yeni bir nesil mücadele edecekti ve bu, onlar özgür olana dek devam edecekti.
Gazze’de olduğuma inanamıyorum.
Dördüncü Gün: 30 Ocak 2009
Bu sabah 04.30 civarında uyandığımız için yakındaki camiye sabah namazına gidebildik. Otelin resepsiyon görevlisinin yakınlarda oturan bir arkadaşı bizimle otelin dışında buluşup camiye götürmeye söz vermişti. Söylediğine göre 04.45’te orada bekliyormuş, sonra soğukta sessizlik içinde camiye doğru yürüdük. Huzur ve sükûnet içerideki atmosferi doldurmuştu. Bombalar ve füzeler içeride ibadet eden insanların üzerine yağarken ortamın ne kadar farklı olduğunu merak ettim. Toplamda, İsrailliler tarafından yıkık bir cami tamamen imha edilmiş ve elli üç tanesine kısmen hasar verilmişti. Bazılarına içeride insanlar namaz kılarken saldırılmıştı. Bize, savaş sırasında çoğu insanın öldürülme korkusuyla evlerinden dışarı namaz kılmak için çıkma riskinden dehşete kapıldığı söylendi.
Namazdan sonra Ahmed Asmar adında bir gençle tanıştık. Bize “insanlık tarihinde eşine rastlanmamış vahşetlerden” bahsetti. Bize Filistinli sivillerin ve hatta Gazze Hayvanat Bahçesi’ndeki hayvanların bile nasıl özellikle hedef alındığına dair hikâye üstüne hikâye anlattı. Kendisi bizzat İsrail askerleri tarafından çok kısa mesafeden öldürülen hayvanları görmüştü.
Ahmed bize IDF (İsrail ordusu) askerlerinin sivillere evlerini boşaltmalarını nasıl emredip sonra da sadece onları öldürüp evlerini yıktıklarını anlattı. Bize İsraillilerin sivil evlerini nasıl işgal edip, cinsel şiddet ve ırkçı bir dil kullanarak duvarlara Arap karşıtı yazılar yazıp pornografik resimler çizdiklerini anlattı. Ahmed yine de, bunun Müslümanlar ve Yahudiler arasında bir savaş değil Siyonist işgalci ve suçlularla zulme uğrayan Filistinliler arasında bir savaş olduğu konusunda son derece katıydı.
Ahmed bize İsraillilerin onlardan Gazze’yi terk etmelerini istediklerini ama kendisinin asla gitmeyeceğini söyledi. İngiltere halkına çok sayıdaki yürüyüşleri için teşekkür etti ancak bunun yeterli olmadığını belirtti – insanların evlerini tekrar inşa edebilmeleri ve çatışmaya siyasi bir çözüm getirilebilmesi için Direniş’e doğrudan desteğe müthiş ihtiyaçları vardı. Ahmed’in, çok zayıf olduğuna inandığı ve kınama söylemleri kullanmanın ötesinde pek de bir şey yapamayan Müslüman ve Arap dünyası liderleri için söyleyecek pek bir şeyi yoktu.
Son olarak; insanları, Filistin’i desteklemek için İsrail ürünlerini boykot etmeye ve Gazzelilerin ciddi durumuyla ilgili farkındalık yaratmak için medya ve diğer insanlarla yakın ilişkiye geçmeye çağırdı. Direnişinse, sadece hakları olmakla kalmayıp aynı zamanda İsrail işgali ve Gazze halkına zulmetmeyi sürdürdüğü sürece Filistinlileri korumaya devam etmek için görevleri olduğuna inanıyordu.
307. Oda
Otele geri döndüğümüzde zaten sahip olduğumuz kısa zamandan dolayı uykuya geri dönmemeye karar verdik. Kahvaltı alabiliyor muyuz diye bakmak için aşağı indik. Gece bekçisi Bilal dışında pek kimse yoktu, o da bize kahvaltının saat yedide başladığını söyledi. Beklerken ona savaş sırasında hayat üzerine sorular sorduk. Bizi otelin dışına, arkasına götürüp bir İsrail F-16 saldırısı tarafından imha edilen yakındaki bir evin kalıntılarını gösterdi. Otel de vurulmuştu –gemi saldırısıyla- ve o zaman neden içerinin bu kadar soğuk olduğunu fark ettim – tüm pencere camları parçalanmış ve yerlerine plastik tabaklar yerleştirilmişti, günün akışı içinde tekrar tekrar göreceğim bir şeydi bu. Sonra Bilal yukarı çıkmamızı istedi. Bizi bir savaş gemisinin top mermisi tarafından doğrudan vurulmuş olan 307. Odaya götürdü.
Pencere parçalanmıştı, mobilya paramparçaydı ve kum parçaları ve kırık camlar bütün zemine serpilmişti. Burada bir Hamas üyesi mi kalıyordu? Diye sordum. Hayır, burası çoğu Batılı tarafından kullanılan bir otel ve saldırı için kesinlikle hiçbir sebep yoktu.
Kahvaltıdan sonra en yoğun ve en ciddi bombardımanların meydana geldiği Kuzey Gazze’ye doğru yola çıktık.
İlk durağımız Cibaliya mülteci kampıydı. Arabayla kampın içinde giderken sokaklarda bulunan çocukların sayısını fark etmeden edemedim –koşuyor, oynuyor, gözlerini bize merakla dikiyorlardı- geçtiğimiz her sokakta onlarca, yüzlerce çocuk. Elbette böyle bir bölgeye bomba düşecek olursa çocuk mağdurların sayısı devasa olacaktı. İsrail’in burnu havada bir biçimde Hamas savaşçılarının siviller arasında saklandığını iddia etmesi; 800 000’i çocuk olan bir buçuk milyon kişinin esasen bir kafes olan bir yerde esir yaşadığı dünyanın en yoğun nüfuslu bölgesi olan Gazze’de hayatın gerçekliğini bütünüyle görmezden gelmekti. Göklerden ateşlenen her ölümcül bomba kaçınılmaz olarak siviller ve savaşçılar arasında ayrım gözetmemiş olacaktır.
Barış Rüyası
Kısırlığın tedavisi üzerine ihtisas yapan ve İsrail’de eğitim görmüş ve çalışmış Filistinli bir doğum uzmanı olan Dr İzzeddin Abulaish’in imha edilmiş evini ziyaret ettik; kızlarının katlinden doğan yoğun kederi 16 Ocak 2009’da bir İsrail televizyonunda canlı yayınlanmıştı. Aynı zamanda istila sırasında bir İsrail televizyon kanalında muhabir olarak da çalışmakta olan Dr Abuelaish, telefon açıp ağlayarak ve Allah’a yalvararak, akıcı bir İbraniceyle, seyretmekte olan İsrail halkına acısını ve ıstırabını ifade etmişti.
İlk defa, hiçbir medya sansürü uygulanamıyordu ve çocukları bir tank füzesiyle daha yeni katledilmiş bir babanın duyguları. Haber spikeri bile gözleri dolarken duygularını saklayamıyordu. Bu iki saldırıda, Dr Abulaish üç kızı Bisan (20), Mayar (15) ve Aya’yı (13) ve yeğeni Nur’u (17) kaybetti.
Omuzlarında küçük oğluyla yatak odasından yeni çıkmıştı ki füze binayı vurdu; yatak odasının kalıntılarına geri koştuğunda birinin bacakları kopmuş olan kızların bedenlerini buldu. Yolun karşısında, hiç abartısız bir taş atımı mesafede bir ambulans merkezi varken İsrailli askerler onları kurbanlara yardımcı olmaya gitmekten men etmişti.
Yatak odası, aralarında hala herhangi bir genç kıza ait olabilecek sıradan eşyaların –dergiler, taraklar, oyuncak ayılar, kıyafetler, yazılmış ödevler, kurumuş kanla yaralanmış ödevler- bulunabildiği molozlarla kaplıydı. Bir kelebek çıkartması, etrafında şarapnelin sebep olduğu hasarla birlikte hala duvara yapışmış görülebiliyordu.
Hilm es-Selam (kelime anlamıyla Barış Rüyası) isimli bir kitap ironik bir şekilde talaşın altında yarı yanmış uzanıyordu. Abulaish’in kızları düzenli olarak barış konferanslarına katılıp barış arzuları üzerine sık sık açıkça konuşuyorlarmış. Daha sonra İsrail onun evinden roket ateşlendiğini iddia ettiğinde Dr Abulaish şöyle cevap vermişti: “Bizim evimizden ateşlenen tek şey sevgi, kucaklaşma ve barış davranışlarıydı, başka hiçbir şey, asla olmadı.” Trajik olarak, Dr Abulaish’in eşi Eylül 2008’de onu iki oğlu ve altı kızına bakacak tek kişi olarak bırakarak lösemiden ölmüştü.
Balusha Ailesi
Oradan sonra İmad Ekel mescidinin bitişiğindeki küçük bir dairede yaşamış olan Balusha ailesini ziyaret ettik. Cami, bir İsrail füze saldırısı tarafından 29 Aralık 2009 saat 01.00’da Enver Halil Balusha’nın eşi ve dokuz çocuğuyla birlikte yaşadığı mütevazı eviyle birlikte kısmen imha edilmişti. Evin dört duvarından üçü dik duruyor ancak caminin bir kanadının ağırlığı altında çökecekmiş gibi görünüyor. Zemin moloz dolu. Eve girmenin tek yolu kendisi de imha edilmiş bir komşu dükkandan çıkan oldukça dar bir geçit.
Saldırıda, kızlarından beşi, yıkılan caminin enkazı altında kalarak öldüler –Tahrir (17), İkram (15), Sammar (11), Sema (10) ve Cevahir (4). Çığlıkları komşuları alarma geçirmişti ve umutsuzca onları kurtarmaya çalışmışlardı ancak nafileydi. Düzgün ekipman ya da makineler olmaksızın, çığlıklar durana dek yalnızca elleriyle çabalamaya devam etmek yapabildikleri tek şeydi. Eşi ve diğer iki çocuğu da saldırıda ağır bir şekilde yaralanmışlardı.
Enver bize, Tahrir’i evlendirmeye çalıştığını ancak onun devamlı reddettiğini çünkü eğitimini tamamlayıp doktor olmak istediğini anlattı. Enver’in kendisi de şimdi travma öncesi stres bozukluğundan muzdaripti (post traumatic stress disorder- bir psikolojik rahatsızlık –çev.) ve işini kaybetmişti. Hüsran içindeydi ve şimdi nerede yaşayacağını bilmiyordu.
Arap liderlerini işe yaramaz ve beceriksiz olmakla lanetledi. Tüm medya odaklanmasına rağmen katliamların sorumlularına karşı hiçbir icraatta bulunulmadığı için öfkeliydi. Uluslararası toplumu, bunu yapan İsrail’in siyasi ve askeri liderlerine dava açmak için bir savaş suçları mahkemesi kurmaya teşvik etti.
Cuma namazından önceki son durağımız bir UNRWA çalışanı olan Faiz Salha’nın şimdi imha edilmiş olan eviydi; kendisi, 9 Ocak 2009’da saat 15.30’daki bir hava saldırısında eşi ve dört çocuğu –Ziyaruddin (14), Rana (11), Bahauddin (4) ve Ruhla (1)- de dahil ailesinden altı kişiyi kaybetmişti. Uyarı füzesinin bıraktığı işareti gördük. Maalesef aile, tam iki dakika sonra üstlerine yağan ağır toplar düşmeden evi zamanında boşaltamamıştı.
Gazze Nesli
Cuma namazı için Kuzey Gazze’de Şeyh-ül Rıdvan mahallesindeki Mescid-i Takva’da ya da ondan ne kaldıysa orada durduk.
Yine İsrail füze saldırısı; ancak Şeyh Ahmed Yasin, Dr. el-Rantisi ve Dr. Musa Ebu Merzuk gibi çok sayıda Hamas liderinin namaz kılmış olduğu camiye karşı gerçekleştirildiği için bu saldırı sembolikti. Şimdi bazı çocuklar, minareden hala cüretkarca dalgalanmakta olan yeşil Hamas bayrağının altında enkazın içinde oyun oynuyordu. Caminin arkasında; cemaatin, İsrail F-16’larının başka bir yerde namaz kılmaları talebine boyun eğmeyi reddederek namaz kılmak için toplandığı yere bir çadır kurulmuştu.
Öfkeli hutbede direnişe ve camilerin yıkımına odaklanılarak yerel halka camiyi yeniden inşa etmek için bağış yapma çağrısında bulunuldu. Ayrıca cemaate, Şimon Peres’in yorumlarından dolayı uluslararası bir zirveyi protesto ederek terk eden Türkiye Başbakanı Erdoğan’ı desteklemek için yürüyüş yapma duyurusunda da bulunuldu. “Keşke Arap liderlerinde de bu adamdaki haysiyetten zerre kadar olsaydı” cümlesi oradaki genel duyguydu.
Camide kendimi, neden Gazze’ye geldiğim üzerine benimle konuşmak isteyen düzinelerce çocuk tarafından etrafım sarılmış buldum. Meraklarındaki samimiyet ve bize hoş geldiniz deyişlerindeki son derece sıcak tavırla gözlerinin içi gülerek, gururla, Direniş’le ve gelecekte ona katılıp Allah rızası için cihat etmeyi ne kadar istedikleriyle övündüler. Bu çocuklar olağanüstüydü –o anda dünyadaki en ileri teknolojili silahlarla daha yeni harap edilmiş, evlerini, anne babalarını, ağabey ve ablalarını ve aziz tuttukları ne varsa kaybetmiş bir halk için hatırı sayılır şekilde olumluydular. Zafer geliyor, diye öngördüler ve “adalet hakim olacak inşallah”.
Bu çocuklar aynı zamanda başka hiçbir çocukta görmediğim bir şeye sahiptiler – acıma ya da yardım için yalvarmayı reddeden bir haysiyet ve özsaygı. Yengem bana, karşılaştığım çocuklara dağıtayım diye birkaç paket şeker vermişti. Bu çocuk grubuyla yirmi otuz dakika vakit geçirdikten sonra onlara biraz şeker sunmak için elimi cebime uzattım. Kibarca reddettiler. Resimlerini çekebilir miydim? La!! (Arapçada “hayır” –çev.) Gülümsemeye devam ederek, izin vermeyi reddettiler. Gururları vardı, haysiyetleri vardı. Sadaka istemiyorlardı. Dünyaya gösteri olmak istemiyorlardı, ne kadar anlayışlı olursa olsun. Sorunlarının çözümünün dışarıdan değil Filistin’in içinden geleceğini biliyorlardı. Yalnızca çileyi çekenler ömürlerini onun çözümüne harcayacak tutku ve enerjiye sahip olacaktır. Başka kimse bunu anlayamaz bile.
Çocukları, sahip olduğum sınırlı zamandan dolayı bu gezide Erdoğan yürüyüşüne ya da Direniş’e katılamayacağıma ikna ettikten sonra, taksiye bindim ve görevimizin devam edeceği Gazze şehrine döndük. Bu çocukların davranışını asla unutmayacağım –ne İsrail ne de dünya, eylemlerinin yalnızca, zillet içinde yaşamaktansa haysiyetle ölmekte ısrar edecek yeni bir çocuk nesli meydana getirdiğinin farkında.
Samouni Ailesi
Öğle yemeğinden sonra İsrail kara istilasının en dehşet verici barbarlıklarından birinin gerçekleştiği yer olan el-Zeytun bölgesinin Hay mahallesine, aynı aileden yirmi dokuz kişinin İsrailli askerler tarafından katledildiği yere gittik. Oraya vardığımızda, onlarca adam hüzünlü bir şekilde çember biçiminde oturuyor, eğreti bir mangalda et ızgara yapılıyordu. Ölümün varlığı hala atmosferde hissedilebiliyordu. Eşi Maha ve bebeği Muhammed’in de katliamda öldürülenler arasında olduğu Halid Hilmi el-Samouni’yle tanıştırıldık.
Bu tarla arazisinde Samouni ailesinin yüzden fazla üyesinin nasıl yaşadığını duyduk –dedeler, amcalar, teyzeler, kuzenler- bütün bir aşiret. 4 Ocak 2009 pazar günü, onlarca aşiret üyesi güvenlik için Salah Samouni’nin evinin zemin katında toplandı. Ateşi başlatan bir fişek binanın tepesine fırlatıldı.
Ambulans ve itfaiyeyi aramalarına rağmen kimse onları kurtarmaya gelmedi. Gelemediler; İsrail güçleri tarafından engellenmişlerdi. Çok geçmeden bir grup İsrail askeri ön kapıya geldi. Hepsinin sivil olduğunu kabul ettiler fakat yaklaşık yüz erkek, kadın ve çocuktan oluşan bütün aileye birkaç metre ötedeki Wael Samouni’nin evine taşınmalarını emrettiler, aile de günün geri kalanında azıcık gıda ve suyla orada kaldı.
29 Aralık 2008’de İsrail bombardımanı başladığından elektrik kesilmişti. Taşındıktan sonraki sabah erkeklerden dördü, susayan çocuklara su getirmek için binayı terk etmeye karar verdi. Kendilerine doğrudan bir fişek ateşlendi, erkeklerden ikisi hemen öldü, diğer ikisi ise yaralandı. Ev birkaç defa daha bombalandı, onlarca kişi öldü. Kurtulanların birçoğu beyaz çarşaflar ve bayraklar tutup ölenlerden bazılarının bedenlerini taşıyarak evden ayrılmaya çalıştı fakat İsrail askerleri onları da vurmaya başladı.
Aile üyelerinden bazılarının, sivil oldukları açıkça belli olmasına rağmen nasıl duygusuzca infaz edildiklerini duyduk. Bize, infaz edilmiş bir adamın cesedinin cep telefonundan videoya çekilmiş görüntüleri gösterildi. Ayakları hala bağlıydı; İsrailliler vurmadan önce bağlamışlardı. Şarapnelle değil, kasten öldürülen, yürümeye yeni başlamış çocukların bazılarının fotoğraflarını gösterdiler. Aynı küçük oyunca bebekler gibi, minicik bedenleri iki vakada kalpteki ve Halid’in oğlunda baştaki tek kurşun deliği hariç bütünüyle normal görünüyordu.
Sağlık ekibinin bölgeye girişi günlerce reddedilirken kurtulan çocuklar ölen anne ve babalarının bedenleriyle çevrelenmiş halde, gıda ve su olmaksızın oturdular. En sonunda bölgeye girmelerine izin verildiğinde çocukları ebeveynlerinin cesetlerine yapışmış buldular.
Duyduklarımla tamamen afallamıştım. Soykırım kelimesi kafamda yankılanıyordu –bunun olmasına nasıl izin verebilmiştik? Daha yeni gözlerinin önünde acımasızca katledilen ailelerinin cesetlerine yapışmış bulunan o çocuklardaki korkuyu bir hayal edin. Bu çiftçi ailesinin, “dünyadaki en disiplinli ordu”nun ellerinde tecrübe ettiği dehşeti düşünün.
Siyonizm Irkçılıktır
İsrail askerlerinin işgal edip geçici üs olarak yararlandıkları başka bir eve götürüldük. İbranice, ırkçı Arap karşıtı duvar yazıları ve Davud yıldızları her yerde, duvarları çirkinleştirmekte. Arap kadınları hakkında edebe aykırı çizimler ve yorumlar burada kamp kurmuş olan hayvanların zihniyetine bir bakış sağlıyordu.
Duvarlardan birinde, duvardaki bir kurşun deliğini işaret eden bir ok çizilmişti, altında yukarıdakinin bir Arap kadınının vajinası olduğunu ima eden İbranice sözler karalanmıştı. Diğer her yerde, ARAPLARI ÖLDÜR … ARAPLARA ÖLÜM … Davud yıldızıyla karıştırılmış halde. Daha zeki olanlar “Kahraman Araplar yeraltına gidecek” diye ifade etmişler, öldükten sonra nasıl gömüleceklerine bir gönderme. “Sadece İsrailliler arasında barış”. “Güney İsrail İsrail’e ait” Siyonizm’in dik kafalı doğasına ve bir milimlik işgal edilmiş topraktan feragat etmeyi bile reddedişine işaret ediyor.
Özellikle çarpıcı bir duvar yazısı askerlerden bazılarının ırklarını gösteriyordu: “Ben Rus’um!!! Putin.” İsrail’e ait gıda kutuları ve askeri beden ısıtıcıları hala etrafta duruyordu. Bir adamın acı acı ifade ettiği gibi; onlar gıda, su ve elektrik ya da başka kıyafetler olmadan hayatta kalmaya çalışırken İsrail askerleri kendi gıdaları ve ekstra sıcak kıyafetleriyle donanımlı gelmişlerdi. Başkaları bize kirletilmiş Kur’an nüshalarının bulunuşundan ve askerlerin, evde çalışan tuvaletler bulunmasına karşın etrafta dışkı torbalarını bırakmalarından bahsetti. Burada ne tür canavarlarla uğraşıyorduk böyle?
Çalınmış Masumiyet
Ayrıca on üç yaşında bir kızla da tanıştık ki kendisi bize ailesinin nasıl kendi gözlerinin önünde infaz edildiğini gördüğünü anlattı.
Uyuşmuştum. Başka bir sürü soru daha sormak istiyordum ancak onun ölü, travmalı gözlerinin içine bakarken ağzımdan hiçbir söz çıkmıyordu. Bu, en kötüsünden bir barbarlıktı. Bu kızcağız, ömrünün her saniyesinde hangi dehşetleri yeniden yaşamak zorunda? Ne suçu vardı ki böyle bir terörü çekmek zorundaydı? Baş sağlığı dileyerek sessizlik içinde uzaklaştık.
Kimyasal Savaş
Sessizce, Gazze’deki tüm hastanelerin yöneticisi olan Dr Kaşif’in evine gittik. Gazze’nin nispeten hali vakti yerinde bir sakini, en üst kattaki dairesi daha önce hakkında çok şey duyduğumuz bir kimyasal olan beyaz fosforla bombalanmış. Füzenin çatıyı tam vurduğu noktayı görebiliyorduk ve ateşin hasarının izlediği yol tavan boyunca izlenebiliyordu. İçerisi, sanki duvarlar ve tavan siyaha boyanmış gibiydi. İki işçi duvarları onarmaya çalışırken içerisi karanlıktı. Bize dairedeki bir şiltenin kalıntısını gösterdiler, altında fosforun sonucu olarak kocaman bir krater oluşmuştu.
Dr Kaşif sonra bizi, bir İsrail pilotsuz uçağının beyaz fosfor saldırısının doğrudan kurbanı olduğunu bildiği bir hastasının evine götürdü. Yaraları dehşet vericiydi; elleri, bacağı ve omzu hep saldırıdan kalma sarı yara izlerini taşıyordu.
Evim Evim Güzel Evim
Biz onun evinden ayrılırken hava kararmıştı. Çantalarımızı almak için otele geri dönüp güneye, Refah’taki Şabura mülteci kampına bir taksi tuttuk; orada o gece evinde misafir olacağımız Eymen’le, o geceyi mülteci kampındaki evinde geçirmemiz için ısrar eden bir İngiliz dili öğrencisiyle buluştuk.
Evine girince fark ettiğimiz ilk şey şiddetli soğuktu, sadece adi beton duvarlar ki Londra’da görülse insan bina hala inşaat halinde sanır. Kapı zili yok, sadece birisini görmek istiyorsanız pencereden seslendiğiniz bir sistem var. Burada Eymen, devamlı oğlunun güvenliğinden endişe duyan yaşlı annesiyle yalnız yaşıyordu. Buradaki evler Kuzey Gazze’dekilerden daha iyi durumdaydı; (dondurucu da olsa) suları ve elektrikleri vardı. Yine de, çok az gıda ve maddi varlığa sahiptiler, yalnızca sıcak kalmak için birkaç battaniye.
Buna rağmen, misafirleri olduğumuzdan önümüze en iyi yemeklerini koydular. Geniş bir tepside, küçük tabaklarda humus, zeytin, peynir, hurma ve özel olarak bizim için satın alındığından şüphelendiğim biraz işlenmiş tavuk ikram ettiler. Aynı sahabelerin yapmış olduğu gibi, biz tam olarak doyalım diye yemeklerini ufak lokmalarla yediler.
Bize, yakın aile üyelerinin hak ettiği sıcaklık ve nezaketle muamele ettiler. Yemekten sonra, Eymen’in bazı arkadaşları uğradı ve gecenin erken saatlerine kadar mülteci kampındaki hayattan, son İsrail hücumundan ve Filistin halkının geleceğinden konuştuk. O gece, ev sahiplerimizle birlikte soğuk zemin üzerinde uyuduk; onların olağanüstü misafirperverlikleriyle ısınmış olarak. Hakkında uyarıldığımız tehlikelere rağmen, insan kendini gerçekten evinde hissediyordu.
Beşinci Gün: 31 Ocak 2009 Cumartesi
IDF: Islamaphobic Death Forces[2]
Kahvaltıdan sonra, teşekkür edip Ümmü Eymen’le vedalaştık, biz ayrılırken gözyaşları içindeydi, sonra da kalan kısa sürede toplayabildiğimiz kadar çok kanıt toplayabilmek için yola koyulduk. Bize en geç 15.00’da Refah kapısında olmamız gerektiği söylenmişti.
Önce, 15 Ocak 2009’da bir İsrailli F-16 füze saldırısına uğramış olan Ebrar Camii bölgesini ziyaret ettik. Yine, yerleşim yerinin ticari merkezinin ortasındaki büyük bir camiyi bombalama amacı açık değildi. Bu da sadece İsrail ordusu içerisindeki geleneksel İslamofobi ve ırkçılık vakalarından biri miydi?
Cami yolunun karşısında yaşayan ve burada yirmi yıldan fazla yaşamış bir gözlükçü olan Muhammed Salah’la tanıştık. Bu caminin zaman içinde küçük bir çadırdan vurulmadan önceki görkemli binaya filizlenişine tanık olmuştu. Küçük oğlu camiyi yok eden saldırının kendisine şahit olmuştu ve daha sonra günlerce tamamen şok ve korku halinde kalmıştı.
Söyledikleri üzerine derinlemesine düşünmeye başladık. Biz sıklıkla, Müslüman ve Arap dünyasında inşa edilen camileri neredeyse sanki bir gecede sihirli bir şekilde ortaya çıkıvermişler gibi imtiyazlı sanırız. Batıda bir cami inşa etmenin, planlama izni almaktan para toplamaya ve zaman içinde geliştirip büyütmeye kadar çeşitli zorluklarını biliyoruz.
Yine de, Müslüman dünyada cami yapımında bu zorlukların olmadığını farz ediyoruz. Suudi Arabistan ve İran gibi, hükümetin gösterişli camiler inşa etmek için fon ayırdığı belli yerlerde bu durum doğru olabilirken; Gazze’deki insanlar için camileri taban örgütlenmesidir. Para topluyorlar, parayı bir araya getiriyorlar ve yavaş yavaş, zaman içinde camilerini inşa ediyorlar. Irkçının biri camimizin penceresinden bir tuğla attığı zaman bizim Batıda duyduğumuz öfke ve üzüntüye göre, bir RAF pilotu camimizi F-16 füzesiyle bombalayıp tamamen yıksa kapılacağımız hiddeti bir düşünün.
Terörün Çocuk Parkı
Bize ailelerin ve çocukların her cuma oynamaya gelip toplandıkları bir yer olduğu söylenen bir aile parkı ve müze olan el-Necm’e doğru yola koyulduk; ama bu, saldırılardan önceydi. Şimdi müze, 31 Aralık 2008 saat 11.30’da atılan bir hava bombasıyla harap edilmiş durumda ve salıncakların çelik iskeletlerinden başka çocuk parkına ait hiçbir şey kalmamış.
Kaydıraklar, atlıkarıncalar, hepsi imha edilmiş. Düzinelerce çocuk şimdi etrafta amaçsızca, nasıl eğleneceklerini bilmeden dolaşıyorlardı. Bazıları parmaklarını toprağa sürüyor, başkaları birbirleriyle sessizce fısıldaşıyor, diğerleri de sadece sessizce oturuyordu. Bölge sakinleri bize, bombaların nasıl gece sırasında oradan geçmekte olan bir motosikletliyi ve müzeye bitişik bir dairede yaşayan bir kadını öldürerek düştüğünü anlattı.
Parkın yolunun tam karşısında çalışan bir esnaf olan İbrahim Muhammed el Athanna’yla tanıştırıldık. Dükkanını yeni kapatıp dükkanın üstünde altı çocuğuyla birlikte yaşadığı dairesine çıkmıştı. Tam evine girmişti ki mahalleyi sarsan, bir motosikletliyi ve evindeki bir kadını öldüren devasa bir patlama duydu. Şükür ki, ne İbrahim’e ne de ailesine bir şey olmuştu. Ama İbrahim en çok, bombaların İsrailli kuvvetler tarafından herhangi bir önceden uyarı olmaksızın düştüğü gerçeğine öfkeliydi. Acı acı, Batı Yılbaşı arifesini kutlarken, onların hayatlarını kaybetmekten korktukları yorumunu yaptı. İbrahim, bu bölgede hiçbir roket, silah veya bu türden bir şey olmadığı konusunda son derece katıydı –burası, böyle bir kasıt için stratejik olarak kullanışlı bile olmayan halka açık bir yerdi.
İbrahim, bu son harp sırasında bile İsrail’e duydukları kör aşktan ve onlara verdikleri lekesiz destekten dolayı Batılı hükümetlerin kendilerini destekleyebileceklerini sanmıyordu. Zaten nasıl hem Filistinlileri öldürsünler diye İsrail’e silah sağlayıp hem de Filistinlilere yardım edebilirlerdi ki? Onlara yardım edebilecek yegane kişiler onları bu hücuma karşı savunmakta olan Direniş’ti.
Ayrıca bölgenin yerlisi çocuklarla da konuştuk ki bize nasıl artık oynayacakları bir yerleri kalmadığından ve İsrail’in bunu, sahip olabilecekleri hangi küçük mutluluk varsa yok etmek için yaptığından yakındılar. Bize hayvanat bahçesinin bombalanması ve hayvanların vurulması konusunda söylenenleri düşündüm. Gerçekten de İsrail ordusunun niyetinin, Filistin toplumunun bel bağladığı ve katlanmaya zorlandıkları cehennemî varoluştan kaçmak için geçici bir barınak olarak kullandığı her şeyi imha etmek olduğu görülüyordu.
Sundhus adlı on iki yaşındaki bir kız çocuğu, yollar çok tehlikeli olduğundan ve artık oynayacakları bir yer kalmadığından, şimdi çocukların yapabilecekleri çok az şey olduğunu söyledi. Kendisi, arkadaşlarıyla birlikte oynamak için haftada üç dört kez el-Necm parkına gelirmiş. Salıncak ve kaydıraklarda oynadıkları gibi, Sundhus; bu çatışmanın çocuklarda yarattığı psikolojik etkiye bir kavrayış sağlayarak, “Hırsız Polis”in kendilerine ait versiyonları olan daha popüler “İsrail askerleriyle Filistin direnişi” oyununu da ortaya koydu, oynadıkları oyunlar bile onlara işgalden bir kaçış sunamıyordu.
Şimdi o ve arkadaşları için yapacak çok az şey vardı çünkü yollar çok yoğundu ama yine de orada oynayacaklardı işte, çünkü onlar çocuktu ve oynamak zorundaydılar.
Karşılaştığımız tüm çocuklar gibi, Sundhus’un hayattaki tutkuları, halkı için daha iyi bir muamele edinmek üzerineydi. Asıl, İsraillilerin Filistinlileri öldürdüğü ve diğer şekilde olmadığı gerçeğini açığa çıkarmak için bir gazeteci olmak istiyordu.
Sundhus’un İngiltere’deki çocuklara, özellikle de Müslüman çocuklara mesajı, kendileriyle dayanışma içinde olduklarını göstermeleri ve dünyadaki insanların onları bu saldırılara karşı savunmasıydı. Kendisi ve arkadaşlarının koşup oynayabilecekleri barışçıl bir çözüm istiyordu. Ona Londra’da çocukların Gazze’yi desteklemek için yaptıkları yürüyüşten bahsettiğimde küçük yüzü mutlulukla aydınlandı ve çocukları Gazze’ye gelip evlerini yeniden inşa etmelerine yardım etmeye çağırdı.
Bu küçük çocukların siyasi olgunluğuyla afallamıştım –Britanya’nın doksan yılı aşkın zamandan önce gerçekleştirdiği tarihi adaletsizliğin nasıl da tamamen farkındaydılar ve özlemleri nasıl da halklarına adalet getirmenin etrafında dönüyordu. Hala yanımda biraz şeker paketi olduğunu hatırladım ve onlara dağıtmaya çalıştım. La!! Aynı haysiyet duygusu. Hızlıca, bunun Londra’daki çocuklardan bir hediye olduğunu açıklayınca gözlerinin içi gülerek kabul ettiler. Londra’daki çocuklar, akranları, onları düşünmüştü. Bu gülümseyişleri ortaya çıkaran buydu, şekerler değil.
Gün içindeki son durağımız müze bombalandıktan sonra dairesinde öldürülen bayanın ailesiydi.
Zamanı ve saat üçe kadar Refah kapısında olmak zorunda olduğumuz gerçeğini fark edince, çantalarımızı almak için Eymen’in evine koştuk. Yolda, Fethi Kader adlı bir adama rastladık ki bize oğlunun savaş başladığından beri kayıp olduğunu anlatmak için bizimle konuşmakta ısrar etti. İsrailli askerler tarafından kaçırılmış, vurulmuş ya da enkaz altında mı kalmıştı, kimse bilmiyordu. Eve koşarken merak ettim de, Fethi’ninki gibi kaç hikâye vardı?
Gerçekliğe Dönüş
Gazze’den zamanında çıkamayıp dolayısıyla uçuşumuzu kaçıracağımızdan korkarak, çantalarımızı almaya koştuk. Eymen öğle yemeğine kalmamız için ısrar etti ve gerçekten koşmak zorunda olduğumuzu söyleyince küskün göründü. Ona, eğer geçmemize izin verilmezse kendisiyle süresiz olarak kahvaltı, öğle ve akşam yemeği yiyeceğimizi söyledim.
Bununla neşelenir gibi oldu. Gözleri yine yaşla dolan annesine veda edip sınıra gidecek bir taksi tuttuk. Eymen ve arkadaşlarıyla hediyeleşmiştik –bu ülke ve bu insanların güzel bir tarafı da diğerkâmlıkları ve Peygamber Efendimizin (Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun) kendin için istediğini kardeşin için de iste sözünü cisimleştirmiş olmaları. Sahip oldukları eşyalar, ceplerinde o sırada ne varsa, ne bulabilirlerse –Kur’an’lar, kalemler, el fenerleri, kitaplar, eşarplar- böylesine bir sevgi ile armağan ediyorlar. Sınıra vaktinde ulaştık, kardeşlerimizle aile üyeleri gibi kucaklaştık ve ayrılmak için otobüse bindik. İşte buydu: Kutsal Topraklardan ayrılıp “medeniyet”e dönüyorduk.
Yönetim merkezine varışımızdan önce bile, Gazze’nin insanın içini ısıttığı ve güzel karşıladığı kadar, Mısır’da bize soğukluk ve düşmanlık ikram edildi. İki silahlı memur sorular sorarak otobüse bindi. Bunun, tarafsız topraklarda bulunduğumuz için, yolculuğun muhtemelen en korkutucu kısmı olduğunda mutabık kalmıştık. Gazze’den çıkış vizemiz vardı ama Mısır’a giriş vizemiz yoktu. Tamamen kendi başımızaydık –Dr Eyad yoktu, Şaban yoktu, Eymen yoktu, kimse yoktu. Ama Allah’ımız vardı ve o bize yeter ve en iyi güveneceğimiz de odur.
İnsanların En İyileri
Yolculuğumuzun geri kalanı, havalimanındaki bazı dramlar hariç epey olaysızdı; memurlar beni on beş dakika kadar durdurup Gazze’den dönüşte aldığım giriş pulunun geçerli olup olmadığı üzerine bir konferans düzenlediler. Hayret verici bir şekilde, aynı puldan onda da olmasına rağmen Musthak’ın geçişine izin vermişlerdi. Onun oraya Refah kapısındaki iş arkadaşları tarafından konduğunu ve gelecekte hiç şüphesiz bana sayısız zorluk çıkaracak olan ek bir giriş pulu almak için ekstradan on beş dolar ödemeyeceğimi açıkladıktan sonra geçmeme izin verdiler.
Dönüş yolunda, Gazze ve insanları üzerine düşünmeyi sürdürdüm. Peygamberimiz (Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun) Allah’ın, insanları, onları sevdiği oranda imtihana tabi tuttuğunu söylemiş. Yeryüzünde yürümüş insanların en çok imtihandan geçmiş olanları peygamberlerdi, bu da onların Allah için ne kadar aziz olduklarını gösterir. Bugün, zamanın şu anında, hiçbir halk Gazze halkından daha çok imtihan edilmiyor –üç yıl önce İslam’a oy verdikleri için ekonomik yaptırımlarla cezalandırılıyor, bir kafese kilitleniyor ve kendilerine zulmedenlerin elinde insanlık dışı vahşeti tecrübe ediyorlar.
Bütün dünya onlara ihanet etti ve yine de dinlerinde ve inançlarında sarsılmaz kaldılar. Gözlerimi kapatınca aydınlık yüzlerini, ışıltılı gülüşlerini görüyor ve samimi kahkahalarını duyuyorum. Böyle bir zulmün çehresindeki cesaretleri esin verici. Ya zafere ya şahadete kadar mücadelelerine devam edecekler. Onlara acıma duymamalıyız, onlar ya bu hayatta ya da ahirette başarılı olacaklar.
Kendimize acımalıyız, silkinmeyi reddettiğimiz derin uyuşukluktan dolayı. Batıdaki lüks yaşam biçimimiz kalplerimizi öldürmüş ve vahşetlere karşı bir eyleme katılmak için cesaretimizi zar zor toplayabiliyoruz. Allah mazlumlara zafer sözü verdi ve zafer gelecek –hepimizin kendi kendimize sormamız gereken soru zaferin ne zaman geleceği değil, bizim onda ne rol oynamış olacağımızdır.
Peygamber Efendimizin (Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun) bir hadisiyle bitiriyorum: “Ümmetimden bir kısım hakikat üzere olacak; düşmanlarına egemen olacaklar ve Allah’ın iradesi geçene kadar kendilerine karşı çıkanlar tarafından incitilmeyecekler.” Ashaptan biri sordu: “Nerede olacaklar?” Resul (Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun) cevap verdi: “Beytül Makdis (Kudüs) ve çevresindeki bölgelerde.”
O insanlarla tanıştığıma yürekten inanıyorum.
Çeviren: İkbal Zeynep Dursunoğlu
[1] İrlanda yapımı bir cips ve patlamış mısır markası. (çev)
[2] IDF İsrail ordusunun adıdır, TSK gibi. Açılımı Israel Defence Forces –İsrail Savunma Kuvvetleri’dir. Yazar burada kelime oyunu yaparak IDF’nin açılımını “İslamofobik Ölüm Kuvvetleri” şeklinde değiştirmiş.