Irak konusunda safsatalar ve gerçekler

Irak’taki siyasi yönelimleri, etnik ve mezhebi mensubiyetlere göre tanımlayıp, Irak’taki siyasi aktörleri Şiiler, Sünniler ve Kürtler diye sınıflandıran bu algının Irak’ın sadece siyasi gerçekliğini değil, toplumsal gerçekliğini de doğru okuduğu şüpheli gözükmektedir.

Saddam rejiminin kitle imha silahlarına sahip olduğu, uluslar arası terörizme destek olduğu ve dünya barışı için bir tehdit oluşturduğu, ABD’nin Irak savaşı konusunda öne sürdüğü gerekçelerdi.

 

Irak işgalinin üstünden 3 buçuk yıl geçmesine rağmen ABD bu gerekçelerinin haklılığı konusunda hiçbir delil ileri süremedi, tersine kitle imha silahları ve el-Kaide terörüne destek konularında istihbarat hataları yapıldığı en yetkili ağızlar tarafından itiraf edildi.

 

Irak savaşını gerekçelendirme konusunda başarısızlığından söz edilen ABD’nin, geçen üç buçuk yıl içerisinde Irak’ta kalışıyla ilgili olarak son derece başarılı bir propaganda ve kamuoyu yönlendirme faaliyeti yürüttüğü söylenebilir.

 

20 Mart 2003’te başlayan Irak savaşı, 9 Nisan 2003’te Bağdat’ın Firdevs Meydanı’ndaki Saddam heykelinin devrilmesiyle fiilen sona ermişti.

 

ABD, Irak savaşını 11 Eylül’le başlattığı “terörle mücadele”nin aşamalarından biri olarak tanımlıyor ve Irak’ta oluşturulacak yeni devlet modelinin Ortadoğu’daki tüm rejimler üzerinde bir domino etkisi yaratacağını ve bölgeyi, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yeniden şekillendireceğini ifade ediyordu.

 

Nitekim ABD Başkanı Bush, Abraham Lincoln uçak gemisinde düzenlenen bir törende “Irak Savaşı, 11 Eylül 2001'de başlayan ve halen devam eden teröre karşı savaşta bir zafer olmuştur” diyerek 1 Mayıs 2003’te savaşın resmen sona erdiğini duyuruyor ve bu yeni sürecin başlamış olduğunu ortaya koyuyordu.

 

ABD verilerine göre oluşan algı: Şiiler, Sünniler, Kürtler

Irak’ta kurulması öngörülen yeni devlet modeli, Iraklı siyasi aktörleri etnik ve mezhebi mensubiyetlerine göre tanımlayan bir algıyla şekillendirilmek istendi. Binaenaleyh, Irak içinde de bölgede de Irak’ın gelecekteki siyasi yapısı konusunda takınılan tavırlar, ABD tarafından oluşturulan bu algıya göre belirlendi.

 

Irak’taki siyasi yönelimleri, etnik ve mezhebi mensubiyetlere göre tanımlayıp, Irak’taki siyasi aktörleri Şiiler, Sünniler ve Kürtler diye sınıflandıran bu algının Irak’ın sadece siyasi gerçekliğini değil, toplumsal gerçekliğini de doğru okuduğu şüpheli gözükmektedir.

 

Zira Şiilik, Sünnilik ve Kürtlük, Irak’ın sosyolojik yapısına özgü etnik veya mezhebi gerçekliklerse de Irak’taki siyasi aktörlerin siyasi ve toplumsal tutumlarını bu etnik veya mezhebi gerçekliklere göre belirlediği söylenemez.

 

Örneğin nüfusunun büyük bölümü Sünni olmasına rağmen ne Kürtlerin ne de Baas ideolojisine sahip Arapların Sünni teolojiye dayalı bir siyasal hedef gütmediği bilinmektedir.

 

Aynı şekilde Şii mezhebi mensubiyetine rağmen İyad Allavi, Ahmed Çelebi ve şu an İçişleri Bakanı olarak görev yapan Cevat Bolani gibi isimlerin de Şii teolojiye dayalı bir siyasi hedef peşinde olmadığı bilinmektedir.

 

İslamcı Şiiler olarak nitelendirilen Birleşik Irak İttifakı da 17 grubun bir araya gelmesiyle oluşan hedef ve ideoloji birlikteliğine dayalı bir blok değil, bir seçim ittifakı bloğudur. Binaenaleyh, bu blok içerisinde Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi, Dava Partisi ve Mukteda Sadr grubu gibi İslamcı görüşleriyle temayüz eden güçlü ve etkili siyasi gruplar varsa da bu ittifakı oluşturan tüm grupların Şii teoloji doğrultusunda bir Irak kurmak gibi ortak bir hedefi de bulunmamaktadır.

 

Kaldı ki Birleşik Irak İttifakı içerisindeki İslamcı diye nitelenen Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi, Dava Partisi ve Sadr Hareketi arasında da Irak’ın geleceğine ilişkin siyasi ve ideolojik bir homojenlikten söz edilemez.

 

Halen Kürt federasyonu ve bağımsızlığı ideallerinden dolayı ortak bir tutum içerisinde olsalar da iki büyük Kürt partiden KDP ve KYB’nin, Erbil ve Süleymaniye’deki iktidar alanları hala belirleyiciliğini korumaktadır.

 

Öte yandan şu an genel yaklaşımlarıyla iki büyük Kürt partisiyle ortak bir tutum içerisinde olsa da Cemaat-i İslami’nin Kürt ulusalcılığı konusundaki yaklaşımı etnik mensubiyetle siyasi tutumun her zaman birebir örtüşmediğine ilişkin çarpıcı bir örnektir.

 

Sünni olarak tanımlanan kesimler açısından ise durum çok daha karmaşıktır. Bir siyasi tanımlama biçimi olarak “Sünni” ifadesine en uygun parti olan Hizb-i İslami, Irak’taki siyasi sürece katılma konusundaki tavrı nedeniyle bugün “silahlı direnişle” özdeş olarak kullanılan “Sünni” kesimlerden çok farklı bir yerde durmaktadır.

 

Şu an silahlı eylemler yapan ve “Sünni direniş” olarak nitelendirilen siyasi süreç dışındaki kesimler, İhvan-ı Müslimin’in Irak kolu olan ve İslam’ın Sünni yorumuna dayalı bir siyasi ideolojiye sahip olan Hizb-i İslami’ye, siyasi sürece katılmasından dolayı fiziksel olarak bile saldırmaktan geri durmamıştır.

 

Siyasi süreç içerisinde yer alan Adnan Duleymi liderliğindeki “Irak Ehli Sünnet Genel Kongresi” Halef Ulyan liderliğindeki “Irak Ulusal Diyalog Meclisi” ve Tarık Haşimi liderliğindeki “Hizb-i İslami”nin yer aldığı “Irak Uzlaşma Cephesi”, tıpkı Şiilerin “Birleşik Irak İttifakı” gibi salt bir seçim ittifakı bloğundan ibarettir.

 

Öte yandan Sünni kesim içerisinde mütalaa edilen “Irak Ulusal Diyalog Cephesi” lideri Salih el-Mutlak ise Halef Ulyan’dan ayrılan Saddam karşıtı bir Baasçıdır.

 

Siyasal sürece katılan Sünni Arap gruplarının -Hizb-i İslami hariç tutulacak olursa- Sünniliği, salt sosyolojik bir mensubiyetten ibarettir ve “Sünnilik”, bunların siyasi tutumlarını belirleyici değil, salt “Araplık” vurgusunu tamamlayıcı ve kendilerini diğer kesimlerden ayırıcı bir etken olarak anlam kazanmaktadır.

 

Siyasi süreç dışındaki “Sünni direniş”e gelince… Irak’taki silahlı eylemlerin Saddam rejiminin 2 numaralı ismi İzzet İbrahim ed-Duri tarafından yönlendirilen eski rejimin askeri ve istihbarat unsurları tarafından gerçekleştirildiği bilinmektedir.

 

ABD’nin “uluslar arası terörizmle mücadele” adına çokça gündeme getirdiği ve kendi lehine bir psikolojik savaş malzemesi olarak kullandığı el-Kaide örgütü, Saddam kalıntıları tarafından lojistik ve istihbarat bakımından desteklenen taşeron bir örgüt olarak dikkati çekmektedir.

 

Üyelerinin çoğunluğunu Iraklı olmayan Arapların oluşturduğu el-Kaide’nin kendine özgü “Sünniliği”nin, onu Iraklı bir Sünni grup olarak tanımlamaya imkan vermediği de ortadadır.

 

Irak’taki iktidar belli bir kesimin iktidarı mı?

ABD’nin Irak’taki siyasi aktörleri Şiiler, Sünniler ve Kürtler olarak tanımlaması ve yeni Irak’ı bu siyasal tanımlamaya göre belirleyeceğinin işaretlerini vermesi, Irak içerisinde bu tanımlamaya uygun bir şekilde ideolojik ve siyasi farklılıkları bir kenara iten örgütlenmelere sebep oldu.

 

Geleneksel Şii dini merciliğine alternatif olarak Sünni mercilik kuruldu. Her üç kesimde de ideolojik farklılıkları bir kenara bırakan etnik veya mezhebi temelde seçim ittifakları oluşturuldu.

 

15 Aralık seçimlerinden ABD’nin istediği gibi Allavi liderliğindeki laik Şii ve Sünni koalisyonunun iktidarı çıkmadı, tersine 175 sandalyeli parlamentoda 128 sandalye kazanan İslamcı Şiilerin ağırlıkta olduğu Birleşik Irak İttifakı seçimin galibi oldu.

 

İran nüfuzu kaygısıyla mevcut siyasi durumu kabul etmesi mümkün olmayan ABD açısından kolayca manipüle edebileceği bir hükümet formülünün ortaya konması gerekiyordu.    

 

15 Aralık seçimleri sonrasında oluşan parlamento tablosu, ABD’ye bu imkanı verdi. Birbiriyle çok az konuda uzlaşabilen bu üç kesime mensup siyasi aktörler, ulusal uzlaşma hükümeti kurmaya mecbur oldular.

 

Zıtlaştırılmış taleplere sahip kesimlerin kuracağı bir ulusal uzlaşma hükümetinin bir çözüm hükümeti yaratamayacağı ve sorunların çözümü konusunda hükümeti ABD’ye muhtaç kılacağı belliydi.

 

ABD, ulusal uzlaşma hükümeti formülüyle, çözüm üretemeyen ve son sözü kendisinin söylemesi için imkan yaratan böylesi bir hükümetle, kontrol edilebilir bir kriz ortamını sürdürmek ve istediği türden bir siyasi yapı kuruluncaya kadar Irak’taki askeri varlığının meşruiyetini sağlamak istedi.

 

Irak konusunda safsatalar ve gerçekler

Irak’ı ABD’nin oluşturduğu algıya göre okuyanlar, cumhurbaşkanlığı makamında Celal Talabani’nin, başbakanlıkta ise Nuri el-Maliki’nin bulunmasından dolayı, Irak’ta bir Kürt ve Şii iktidarından, bu “işbirlikçi iktidara” karşı bir “Sünni direniş”ten, gücü ele geçirmiş eski “mazlumların” “zalimliğinden” ve bir “mezhep savaşından” söz ediyor.

 

Halbuki Irak’ta tüm kesimlerin katılımıyla kurulmuş bir parlamento ve tüm kesimlerden temsilcilerin yer aldığı bir hükümet söz konusudur.

 

Cumhurbaşkanı Kürt, iki yardımcısından biri Şii diğeri Sünni’dir; Meclis Başkanı Sünni, iki yardımcısından biri Şii diğeri Kürt’tür; Başbakan Şii, iki yardımcısından biri Sünni, diğeri Kürt’tür; Dışişleri Bakanı Kürt, Savunma Bakanı Sünni, İçişleri Bakanı Şii’dir.

 

Irak’ta adına “Sünni direniş” denen ve işgalcilerden çok Iraklı sivilleri hedef alan gruplar, parlamentodan ve hükümetten uzak tutulan Sünnilerin temsilcisi değil, iktidarını kaybetmiş belli bir bölümü devletin güvenlik kadroları içinde de yer alan eski rejimin askeri ve istihbarat unsurlarıyla ülkeye dışarıdan gelen teröristlerden oluşmaktadır.

 

Bunların çoğunlukla Iraklı sivilleri hedef alan ve Irak’ta “mezhep savaşı” diye nitelenen eylemleri, hükümeti aciz ve çözümsüz bir hale getirmeye ve kendi talepleri konusunda pazarlık payını arttırmaya dönük siyasi bir savaştır.

 

BM’nin ülkedeki güvenlik yetkisini çok uluslu güce vermesinden dolayı aldığı istihbaratı değerlendirerek operasyon yapma yetkisi dahi bulunmayan, silah ve teçhizat açısından yetersiz merkezi hükümete bağlı güvenlik birimleri, kendilerini bile korumaktan aciz bulunmaktadır.

 

Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, güvenlik yetkisinin kendilerinde bulunmamasından ve silah ve teçhizat yetersizliğinden yakınıyor, terör gruplarının ağır silahlara sahip olmasına rağmen Irak güvenlik personelinin tüfeği bile nöbetleşe kullandığını belirtiyordu.

 

Merkezi hükümetin güvenlik yetersizliği sebebiyle toplumsal ve siyasi grupların kendi güvenliklerini sağlama ihtiyacı, adına milis güçleri denen silahlı grupların oluşmasına sebep olmuştur. Hatta özel güvenlik şirketleri dahi, siyasi veya maddi çıkarlar doğrultusunda birer milis gücüne dönüşmüştür.

 

Sivil halka yöneltilen kör şiddet, intikam duygularının artmasına ve dini ve mezhebi disiplinin bir kenara bırakılarak karşı saldırıların düzenlenmesine, dolayısıyla da mezhep savaşı isteyenlerin arzularına hizmet etmektedir.

 

Birleşmiş Milletler, son yayınladığı raporunda yalnızca ekim ayı içerisinde 3 bin 700’den fazla Iraklı sivilin düzenlenen saldırılarda hayatını kaybettiğini açıkladı. Öte yandan Irak Göçmen Bakanlığı’nın, temmuz ayında yaptığı açıklamaya göre ülkede yaşanan iç çatışmalardan dolayı yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kalan insan sayısı 250 bine ulaştı.

 

Irak’taki toplumsal ve siyasi olayları Sünnilik, Şiilik ve Kürtlük parantezleri içinde kurdukları denklemlere göre okuyanlar, ülkedeki en adi gangster gruplarının yaptığı eylemleri bile mağdurların konumundan hareketle dini-siyasi bir araca dönüştürmektedir.

 

Irak konusunda oluşturulan bu etnik ve mezhebi algı, bölge ülkeleri tarafından belli bir jeopolitik çıkar temelinde araçsallaştırılıyor. Sünnilikle ancak Saddam Hüseyin kadar ilgisi bulunan Ürdün Kralı Abdullah, Irak’taki 15 Aralık seçimlerinden sonra bir “Şii hilali” tehlikesinden söz ediyor.

 

ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki Suudi Arabistan, Dışişleri Bakanı’nın ağzından ABD’yi Irak’ı İran’a teslim etmekle suçluyor. Yerel Kürt yönetimiyle benzer bölgesel çelişkilere sahip olan İsrail, Kuzey Irak’taki Kürt otoritesine nüfuz etmeye çalışıyor.

 

Irak’ta sivil halka yönelik saldırıların, faillerin veya mağdurların etnik veya mezhebi mensubiyetine göre sunulması, sadece Irak içinde değil, tüm bölgede ciddi husumetlerin oluşmasına sebep oluyor.

 

Irak’ta yaşanan gelişmelerin etnik veya mezhebi bağlamdaki istismarı, kısa vadeli faydalar sağlayacak olsa da Irak’ı da bölgeyi de derinden etkileyecek toplumsal düşmanlıkların oluşmasına sebep oluyor.

 

Bu ülkede yaşanan gelişmelerin siyasi olduğunun ve bu gelişmeleri siyasi terimlerle anlayıp anlatmanın hem Irak halkının hem de bölgenin yararına olduğu inkar edilmez bir gerçektir.

 

Merkezi hükümetin güvenlik yetkisine sahip olmamaktan kaynaklanan zayıflığı, sivillere yönelik saldırılara mezhep savaşı havasının verilmesi, ABD’nin milislerin silahsızlandırılmasını istemesi, ABD büyükelçiliğinin komşu ülkelerdeki Baas partisi unsurlarıyla sürdürdüğü temaslar, güneyde yeni bir federatif yapının kurulması çalışmaları, ülkenin orta kesimlerinde Sünni bir İslam devletinin ilan edilmesi, artan sivil kayıpları ve saldırılar sebebiyle Şiilerin Şii bölgelere, Sünnilerin de Sünni bölgelere göç etmek zorunda bırakılması, ülkenin üçe bölünmesinin tek makul çözüm olarak kabul ettirilmesine yönelik planlanmış gelişmeler olarak algılanabiliyor.

 

Irak’ın bölünmesinden en büyük zararı, başta Irak halkı olmak üzere tüm bölge ülkelerinin göreceği ve bundan bölge dışı güçlerle İsrail’in kazançlı çıkacağı göz önünde bulundurulduğunda, Irak’taki gelişmeleri ABD verilerine dayalı bir algıya göre değil, kendi nesnel bağlamına göre değerlendirip politikalar geliştirmek gerekli gözüküyor.

 

[email protected]

 



Makaleler

Güncel