«ABD ile İsrail arasında ayrım yapmak hatalı: Biri bağışlar için Siyonist paraya, diğeri de varlığını sürdürmek için Washington'un desteğine bağımlıdır.»
YDH- Amerika Birleşik Devletleri ile İsrail şu anda, özellikle de 7 Ekim’in ardından hakimiyetlerine meydan okuyan bölgede ‘topyekün zafer’ hayalinde birleşmiş durumda. Siyasi analist Robert Inlakesh, el-Meyadin için kaleme aldığı ‘’Understanding US and 'Israel' as the same entity in West Asia’’ başlıklı analizinde, Batı Asya’da ABD/ İsrail kaderlerinin iç içe geçtiğinin altını çizerek hedeflerinin kritik karşılıklı bağımlılığını Direniş Ekseni karşıtlığı bağlamında gözler önüne seriyor.
ABD/Siyonist varlığın yaklaşımı, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun da defalarca açık bir şekilde belirttiği gibi, topyekûn zaferdir.
Hamas liderliğindeki Aksa Tufanı Operasyonu, Batı Asya'daki ABD/İsrail hakimiyeti imajını yerle bir etti.
ABD/İsrail varlığı da kendince üstünlüğünü yeniden canlandırmak için hızlandırılmış bir bölgesel terör kampanyasına odaklandı. Bu gündem ABD olmadan mümkün olamaz, İsrailliler tarafından da tek başına tasarlanamaz.
İster Suriye'de, ister Lübnan'da, ister Filistin'de, ister Irak'ta, ister Yemen'de ya da İran'da olsun, Amerikalılar bu komplonun bel kemiğini oluşturuyor. Bu dinamiğin tanınması, hem İsrail'in hem de ABD'nin eylemlerinin yorumlanması için elzemdir.
Tarihsel olarak, ABD ile Siyonist varlığın çıkarlarında bazı farklılıklar olmuş olabilir; ancak 7 Ekim 2023 bu iki ülkenin hedeflerini tamamen aynı hizaya getirdi.
Bu analizde iki kritik faktör göz önünde bulundurulmalıdır: Siyonist finansal gücün ABD siyasi çerçevesi içindeki etkisi ve Amerikan liderliğinin stratejik hırsları.
ABD/İsrail müttefikliğini çevreleyen çok sayıda analiz göz önüne alındığında, Amerikan ve Siyonist çıkarların çatıştığı bir örnekle başlamak yerinde olur. Bu çıkar uyuşmazlığının önemli bir örneği, ABD'nin kritik kararlarla karşı karşıya kaldığında kendi bölgesel hedeflerini destekçilerinin çıkarlarına nasıl önceliklendirdiğini gösteren İran'dır.
ABD'deki en güçlü İsrail yanlısı lobi grubu olan AIPAC'in İran İslam Cumhuriyeti'nde rejim değişikliği istediği açık, bu hedef Washington'daki çoğu politika yapıcı tarafından da paylaşılıyor. Bununla birlikte, bu hedefe ulaşmaya yönelik stratejik yaklaşımda önemli farklılıklar oldu.
ABD Obama yönetiminin 2015 İran Nükleer Anlaşmasını onaylaması, AIPAC lobisinin taleplerinin ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'nun doğrudan etkisinin zaman zaman başarısız olacağını göstermiştir.
Trump yönetimi altında İran'a yönelik yaklaşım değişti ancak yine de İran'a karşı doğrudan bir saldırıyla sonuçlanmadı.
Biden yönetiminin birincil dış politika hedefi olan Suudi Arabistan ile Siyonist rejim arasında normalleşme anlaşmasının imzalanmasına giden yolda, 2023 yılında bile İran'a bazı tavizler verilmeye çalışıldığını gördük. Aynı yıl, iki taraf arasındaki esir takası anlaşmasının bir parçası olarak İran'ın dondurulmuş yaklaşık 20 milyar dolarlık mal varlığı serbest bırakılacaktı.
Biden Beyaz Saray'ınınsa nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılmasının - büyük ölçüde Siyonist Lobi'nin müdahalesi nedeniyle - mümkün olmadığını bildiği, ancak ödüllü Suudi-İsrail anlaşmasını imzalamadan önce her türlü tırmanışı önlemeye çalıştığı bir sır değil.
Amerikan rejimi İran'la ilişkilerinde daha hesaplı bir strateji benimsedi, bunu da daha saldırgan bir tutumu destekleyen İsrail yanlısı lobinin arzularına karşı çıkarak gerçekleştirdi. Nihai hedef benzer olsa da ABD bazen kendi kararını ortaya koyar ve en iyi hareket tarzı olarak gördüğü şeyi izler.
O dönemin ABD ile Siyonist rejimi iki farklı varlıkmış gibi görülebilir. Nitekim, Washington'daki birçok düşünce kuruluşunun Siyonistlerden fon almasına, çoğu milletvekilinin dış politika konularında İsrail yanlısı lobicilerden etkilenmesine ve bazı hükümet yetkililerinin Siyonizmi açıkça desteklemesine rağmen bu doğrudur da.
Siyonist rejime karşı Hamas liderliğindeki operasyondan sadece birkaç hafta önce Biden yönetimi, Riyad ve Tel Aviv'in Suudi-İsrail normalleşme anlaşmasının neredeyse hazır olduğu sinyalini verdiği bir ortamda, Hindistan-Ortadoğu-Avrupa ekonomik koridoru vizyonunu açıkladı.
Filistin mücadelesinin fiilen öldüğü ve bölgenin şu anda gittiği yönü değiştirecek kadar önemli bir şey yapamayacakları varsayımı gibi büyük bir yanlış hesaplama yapılmıştı.
İkinci İntifada'dan bu yana Batı Şeria'da ilk kez silahlı direnişin yükselmesine ve 2021'deki 11 günlük Gazze savaşının büyük uyarı işaretlerine rağmen, ABD/İsrail birleşik varlığı duvardaki yazıyı göremedi. Aksa Tufanı, İsrail'in güvenliğini, caydırıcılığını ve buna bağlı olarak Amerika'nın bölgesel güç projeksiyonu illüzyonunu yok etti.
Savaş, BAE, Suudi Arabistan, Ürdün ve ardından işgal altındaki Filistin'den geçecek olan ABD'nin arzu ettiği ticaret yoluna ulaşma umutlarını yıktı.
Aksa Tufanı şu soruyu gündeme getirdi: Eğer Hamas tek başına bunu yapabiliyorsa, kim bilir beyni İran olan Direniş Ekseni ne kadar güçlüdür?
Birdenbire, bir gecede, ABD'nin Batı Asya'daki hâkim güç rolü gözlerimizin önünde çöküyor, Siyonist rejim yıkılıyor ve İran bölgesel olarak hakim güç haline geliyor: ABD bu sonucu kabullenemedi.
Savaşın gidişatını sadece İsrail merceğinden analiz etmeye çalışırsanız, ne yaptıklarını asla anlayamazsınız.
Esasen, ilk birkaç aydan sonra soykırıma devam etme kararı rejimi felç etti. Yaklaşık bir milyon yerleşimci ülkeyi terk etti, güvenlik duyguları ellerinden alındı, zaten bölünmüş olan toplum daha da parçalandı, siyasi sistemleri kargaşa içinde, ekonomileri çöküyor ve “uluslararası meşruiyetleri” yok oldu; sadece en yakın Batılı müttefikleri tarafından ayakta tutuluyor.
Yine de mücadele bu şekilde okunmamalı: Gerçek güç Tel Aviv'de değil Washington'da yatıyor. ABD'nin ekonomik, diplomatik ve askeri desteği olmasaydı, İsrail diye bir şey olmazdı. Aslında eski İsrail'in bugün de var olduğu pek söylenemez.
Bugün, topyekûn zafer fikri ABD tarafından yönetiliyor, Amerika'nın aracı da Netanyahu'dur.
Yazılan pek çok analizi okuduğunuzda, Netanyahu'nun aşırılık yanlısı bir koalisyonu yöneten irrasyonel bir aktör olduğu ancak ABD tarafından ehlileştirildiği yönünde bir anlatı görürsünüz. Bu, Bob Woodward'ın çok satan son kitabı Savaş'taki gibi olayların kurgusal bir şekilde sunulmasından başka bir şey değil.
Biden yönetimi Gazze'ye yardımı kolaylaştırarak ve bölgede büyük bir çatışmayı önlemek için diplomatik çabaları sürdürerek gerilimi azaltmak için ‘çok çalışıyor’ olarak tasvir edilirken, sözde bağımsız eylemleri için de suçu İsraillilere atıveriyor.
Eğer durum böyle olsaydı, ABD rejimi Yemen’deki Ensarullah'ın ablukasıyla mücadele etmek için Kızıldeniz'de “Refah Muhafızı Operasyonu”nu sürdürmezdi. Lübnan'daki çağrı cihazlı terör saldırılarına ve Hizbullah'ın Beyrut'taki üst düzey liderlerine karşı düzenlenen hedefli suikastlara izin vermezdi.
Ayrıca İsraillileri Gazze'ye yardım girmesine izin vermeye zorlar, Refah'ın işgali konusunda “kırmızı çizgisini” uygular ve Batı Şeria'nın ilhakına giden yolu doğrudan engellemeye çalışırdı. Eğer ABD rejimi gerçekten Siyonist varlığı korumak doğrultusunda hareket etseydi, 2024'ün başında, hatta İsrail'in Refah'ı işgalinin ardından Mayıs ayında bir ateşkesi zorlayabilirdi.
Ancak, Amerika sadece gerilimin daha da tırmanmasına izin verdi ve Direniş Ekseni'nin her bir üyesine darbe indirmek için komplolar kurarken soykırımı sürdürmeye çalıştı.
Mevcut durum, Eylül ayında direnişe karşı ciddi saldırılar gerçekleştirilmesine rağmen Hizbullah'ı ortadan kaldıramamasının da gösterdiği gibi, önemli ölçüde zayıflamış bir İsrail rejiminin çıkarlarıyla örtüşmüyor.
İsrail'in hem Gazze Şeridi'ndeki hem de Güney Lübnan'daki askeri stratejisine bakarsanız, aslında net bir hedefi olmadığını da görürsünüz, yıkım uğruna yıkımın ötesi nihai hedefi hariç.
Bu bölgesel terör kampanyasının başında Benyamin Netanyahu var: Siyonist rejimin bekasına yönelik her türlü ideolojik bağlılığın ötesinde kendi kişisel çıkarları ve siyasi bekası tarafından ele geçirilmiş bir adam. Netanyahu'nun sadık yalakaları ve fanatik dinci-milliyetçiler sözde ''Büyük İsrail''e ulaşmaya çalışırken, onun arkasında, eylemlerini sonuna kadar destekleyen, Washington'da onun sahip olduğu türden bir siyasi nüfuza sahip olmayan ve bölgesel bir saldırı stratejisi yürütmek için ABD ile birlikte çalışan İsrailli askeri ve istihbarat figürlerinin bir kombinasyonu var.
İsrailliler Suriye'deki tekfircileri bağımsız olarak harekete geçirme ya da Hizbullah ile etkin bir şekilde çatışmaya girme veya İran ile hava saldırıları konusunda pazarlık yapma kabiliyetinden yoksundur. Bu çaba ABD tarafından düzenlenen ortak bir girişimdir. Neden mi? Bunun arkasındaki mantık, Amerikan üstünlüğünü yeniden teyit etme çabasında ve tarihsel olarak ABD yanlısı olan Arap rejimlerine endişe aşılayarak onları bağlılıklarını Doğu'ya kaydırmaktan vazgeçirmekte yatıyor.
Bu durum sadece Batı Asya'daki jeopolitik dinamiklerin ötesine geçerek Rusya, Çin ve Küresel Güney'in gelişen ekonomik koalisyonunun çıkarlarını da kapsamaktadır.
ABD rejimi küresel hakimiyete odaklanmış emperyalist bir güçtür ve Batı Asya'yı uzun zamandır kendi arka bahçesi olarak görmektedir dolayısıyla İran'ın bölgesel bir zafer kazanmasına ya da Amerikan gücü algısının düşmesine izin verirse, stratejik kalelerinden biri olarak gördüğü bölgeyi kaybedecektir.
Amerika Birleşik Devletleri bölgede çok sayıda karmaşık ilişkiyi yönetirken İsrail'in herhangi bir çatışmanın ardından kendini üstün bir güç olarak kabul ettirebilmesinin Washington için doğrudan sonuçları var. Burada göz önünde bulundurulması gereken bir diğer husus da dünya uluslarının arzu ettiği üstün askeri araçları üretme becerisini göstermeye çalışan ABD askeri-endüstriyel kompleksinin etkisidir.
İsraillilerin bu silahlarla yaptığı katliamlar onları pazarlarken, çatışmaların sonuçları da bu endüstrinin algısını etkilemektedir.
Devam etmekte olan bölgesel çatışma bağlamında ABD ile İsrail arasında ayrım yapmak hatalıdır.
Washington, İsrail rejiminin karar alma süreçleri üzerinde tam kontrol sahibi olmuş, fiilen ona sahip olmuştur. Aynı zamanda, İsrail yanlısı lobi kuruluşları, gündemlerine sarsılmaz bir siyasi destek sağlamak için önemli mali kaynaklara yatırım yapmaktadır.
Bu durum, büyük Siyonist bağışçıların muhalefeti bastırmak için aktif olarak çalıştıklarını göstermektedir; zira İsrail, Amerikan gücünü arttıracak gerekli etkiyi uygulamak için birincil araç olarak konumlandırılmıştır.
İşte mevcut strateji, birçok cephede gerileyen ve ABD'nin desteği olmadan ayakta kalması pek mümkün olmayan Siyonist varlığın uzun vadeli olsun diye uğraşılan varlığı pahasına uygulanıyor.
ABD ile İsrail bir ve aynıdır; biri bağışlar ve yardım kampanyaları için Siyonist paraya, diğeri de varlığını sürdürmek için Washington'un desteğine bağımlıdır.
Bu birleşik varlıkla diyaloğa girmek nafiledir zira sadece askeri yenilgiler ya da gerilemeler onu saldırganlığını sona erdirmeye zorlayacaktır.
Çeviri: YDH