Şehit Seyyid Hasan Nasrullah’ın siyasal ve askerî mirası

img
Şehit Seyyid Hasan Nasrullah’ın siyasal ve askerî mirası YDH

‘’Onun şehadeti, ışığı söndürmek yerine kalplerde yeni bir ateş yaktı. Lübnan’dan Filistin’e, Irak’tan Yemen’e kadar Nasrallah’ın kanı yeni bir nesle ilham verdi. İsrail, onu hedef alarak bir düşmanı yok ettiğini sandı fakat gerçekte ölümsüz bir miras inşa etti.’’




YDH- Araştırmacı-yazar Ahmet Erdem, Lübnan İslami Direnişi - Hizbullah'ın merhum Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah'ın hayatı, liderliği, direniş mirası ve şehadeti üzerinden Lübnan, Orta Doğu ve İslam dünyasında direnişin tarihsel ve güncel boyutlarının analizini sunuyor. Direnişin sürekliliğine, ideolojik derinliğine ve bölgesel etkisine dikkat çeken Erdem, temel unsur olarak Seyyid Hasan'ın karakterini ve imanî duruşunu ön plana çıkarıyor.

Güney Lübnan’dan yükselen ve dünyayı sarsan bir ses

Hizbullah Genel Sekreteri ve adı “direniş” kelimesiyle özdeşleşmiş komutan Seyyid Hasan Nasrullah, yıllar süren mücadelesi ve özgürlük yolundaki liderliğinin ardından şehitler kervanına katıldı. Onun şehadeti bir hayatın sonu değil, halkların mücadelesinde yeni bir dönemin başlangıcıdır. Beyrut'un en yoksul semtlerinden Karantina'da doğan, Güney'in mahrum semtlerinde büyüyen, Necef'te ve Tahran’da ilim öğrenen, İmam Humeyni’nin düşünceleriyle can bulan ve siyonizm ile terörizme karşı savaş meydanlarında adını en büyük direniş liderleri arasına yazdıran bir liderdi.

Nasrullah’ın kişiliği eşine az rastlanır bir bileşimdi: Sakin konuşurdu ama sözleri düşmanın yüreğine korku salardı; halkın içinde mütevazı bir surette görünürdü fakat sahada karmaşık stratejiler üreten bir lider ve kararlı bir komutandı. O, Hizbullah’ı 1980’lerdeki sınırlı bir direniş örgütünden, bugün Orta Doğu denklemleri onsuz anlaşılamayacak bölgesel bir güce dönüştürmeyi başardı.

Şehadetine verilen tepkiler, onun nüfuz alanının genişliğini ortaya koydu. Lübnan’da sokaklar ve şehirler Hizbullah’ın sarı bayraklarıyla doldu. Filistin’de halk tekbir getirerek ve sembolik mermiler sıkarak onun şehadetini andı; bu, direniş kültüründe şehide duyulan gururun ve onun yoluna yeniden bağlılığın işaretidir.

İran’da, Devrim Lideri onu “inançlı ve cesur bir lider” ve bir örnek olarak niteledi. “Sesi İslam ümmetinin umudu, düşmanların ise kâbusu idi” dedi. Irak, Yemen, Suriye’de ve hatta Avrupa ile Afrika’daki Müslümanlar arasında onun adı “Direnişin Seyyidi” olarak dillerde dolaştı.

İmam Humeyni şöyle demişti: “Eğer Müslümanlar birleşir ve direnişte sebat ederlerse, dünyada hiçbir güç onlara karşı koyamaz.” Seyyid Hasan Nasrullah bu sözü gerçeğe dönüştürdü. O, ümmetin birliği ve Lübnan’dan Yemen’e, Irak’tan Filistin’e uzanan direniş bağlarıyla artık coğrafi sınır tanımayan kapsamlı bir cephe inşa etti. 2

Nasrullah’ın şehadeti sadece kişisel veya örgütsel bir kayıp değildi; düşmanları bile bu olayın direnişe yeni bir ruh üfleyebileceğini kabul etti. Nitekim İmam Humeyni’nin dediği gibi: “Bizi öldürün, bizi öldürdükçe milletimiz daha da uyanacaktır.” Nasrullah’ın kanı da tıpkı Kerbelâ şehitleri ve direniş şehitlerinin kanı gibi, direniş mektebini daha da canlı kılacaktır.

Bu makale, onun siyasal ve askerî mirasını inceleme çabasıdır; güney Lübnan’dan başlayan ve direnişin coğrafyasında devam eden bir miras. 2000 yılında Güney Lübnan’ın kurtarılmasından 2006’daki 33 Gün Savaşı’na, Haç Kasım Süleymani ile birlikte IŞİD'in yenilgiye uğratılmasından Yemenli mücahitlere ilham verişine, Lübnan iç siyasetindeki varlığından Arap dünyasının vicdanını uyandıran konuşmalarına kadar uzanan bir yol.

Seyyid Hasan Nasrullah yaşamında direnişin sembolüydü, şehadetinde ise ebedî direniş bayrağına dönüştü. Bu yazı, bu mirasa dair belgeli ve analitik bir bakıştır: Bir Lübnanlı lider nasıl oldu da bölgenin tarihini değiştirdi ve kanı bugün direnişin gelecek nesillerine nasıl bir ışık oldu.

 

Güney'den Hizbullah liderliğine

Seyyid Hasan Nasrullah, 31 Ağustos 1960’ta Beyrut’un doğusundaki Karantina mahallesinde dünyaya geldi. Onun çocukluk ve gençlik yılları, Lübnan'ın güneyindeki Bazuriye'de iç savaşının çalkantılı dönemleri ve İsrail’in ardı ardına gerçekleştirdiği saldırılarla geçti. İşte o günlerde direniş fikrinin ilk tohumları zihninde ekildi.

Necef’te talebelik ve İslâm Devrimi ile bağ

Gençlik yıllarında Necef’teki medreseye gitti ve oradaki fikrî ve manevî atmosferde İmam Humeyni’nin düşünceleriyle tanıştı. 1979 İran İslam Devrimi onun hayatında bir dönüm noktası oldu. Nasrullah, konuşmalarında defalarca vurguladı ki İmam’ın önderliğinde gerçekleşen devrimin zaferi, direnişin mümkün olduğunu ve İsrail’in yenilgiye uğrayabileceğini kanıtladı.

O yıllarda İmam Humeyni’nin söylediği bir cümle Seyyid Hasan’ın kaderini belirledi: “Kudüs'e giden yol, Kerbelâ’dan geçer.” Onun için bu söz sadece bir slogan değil, bir yol haritasıydı; dinî eğitimle başlayan ve Siyonizme karşı savaş meydanında son bulan bir rota.

İran tecrübesi ve dayatılan savaş

Saddam döneminde Irak’tan Lübnanlı talebelerin çıkarılmasının ardından Nasrullah İran’a geldi ve bir süre Tahran'daki medresede eğitim gördü. O günlerde İran, Baas rejimiyle süren dayatılmış savaşın içindeydi. Nasrullah yalnızca devrimin manevî atmosferini yakından hissetmekle kalmadı, aynı zamanda Devrim Muhafızları kamplarında askerî eğitimler aldı ve bir süre İran-Irak savaş cephelerinde de bulundu.

Daha sonraki konuşmalarında açıkça ifade etti: “Direniş dersini İran’da öğrendim.” Onun için seferberlik ve mukaddes savunma tecrübesi, Hizbullah’ı örgütlemenin zihinsel modeli oldu. Devrim Muhafızları komutanlarıyla tanışması ve İranlı savaşçıların kahramanlıklarını görmesi, kanın kılıcı yeneceğine dair inancını daha da derinleştirdi.

 

Emel Hareketi’nden Hizbullah’a

Nasrullah’ın Lübnan’a dönüşü, İsrail saldırılarının yoğunlaştığı bir döneme denk geldi. Önce “Emel” hareketine katıldı, fakat zamanla bir grup Lübnanlı gençle birlikte 1980’lerde “Hizbullah”ın oluşumuna katkı sağladı. Hizbullah, İran İslam Devrimi’nden ilham alarak ve İmam Humeyni’nin manevî desteğiyle kendisini yalnızca askerî bir örgüt değil, “Lübnan ve Kudüs’ün özgürlüğü için İslami-halkçı bir cephe” olarak tanıttı. 

Seyyid Abbas Musevi’nin şehadeti ve liderliğin başlangıcı

1992’de, Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Abbas Musevi İsrail helikopterleri tarafından düzenlenen suikastla şehit edilince, Hizbullah’ın liderlik konseyi 32 yaşındaki Seyyid Hasan Nasrullah’ı yeni genel sekreter olarak seçti. Bu seçim, direniş tarihinin dönüm noktalarından biri oldu. Lübnan’da birçok kişi onu deneyimsiz bir genç olarak görüyordu, fakat Nasrullah kısa sürede yalnızca komuta yeteneğine sahip olduğunu değil, aynı zamanda Hizbullah’ı sınırlı bir gruptan ulusal ve bölgesel bir aktöre yükseltebilecek kapasitede olduğunu gösterdi.

Halkın lideri

Nasrullah en başından farklı bir tarzla ortaya çıktı: sade bir yaşam süren, açık sözlü ve halk karşısında perdesiz bir liderdi. Lübnanlı birçok siyasetçi yüksek kulelerde yaşarken, o daima halkın arasında bulunuyordu. Bu tavır zamanla Hizbullah için büyük bir kazanca dönüştü; çünkü Lübnan halkı onda samimiyet ve inancı görüyordu.

Direniş stratejisinin pekişmesi

Nasrullah liderliğinin ilk yıllarında “sürekli direniş” stratejisini temellendirdi. Ona göre İsrail yalnızca güç dilinden anlardı ve caydırıcı bir güç olmadan hiçbir müzakere sonuç vermezdi. İşte bu strateji, sonraki yıllarda Güney Lübnan’ın kurtuluşuna ve 2000 yılındaki tarihî zafere yol açtı.

İslam Devrimi Lideri daha sonra bu döneme dair şöyle dedi: “Seyyid Abbas Musevi’nin şehadetinden sonra Nasrullah’ın seçilmesi ilahî bir takdirdi; çünkü o, Hizbullah’ı hiç kimsenin tahayyül edemeyeceği bir zirveye ulaştırdı.” 

 

Lübnan’da direniş – 2000 kurtuluşu ve 2006’daki 33 Gün Savaşı

Güney Lübnan’ın kurtuluşu; İsrail’in ilk yenilgisi

1990’lı yıllarda İsrail ordusu Güney Lübnan’ın geniş bölgelerini işgal altında tutuyordu ve yerel işbirlikçilerin yönettiği “Güney Lübnan Ordusu” siyonistlerin askerî kolu olarak hareket ediyordu. Nasrullah’ın komutasındaki Hizbullah direnişi, sürekli gerilla operasyonları, pusu şeklinde gerçekleştirilen patlamalar ve düşman mevzilerine yönelik füze saldırılarıyla işgalin bedelini Tel Aviv için giderek katlanılmaz hâle getirdi.

25 Mayıs 2000’de İsrail ordusu, hiçbir siyasî anlaşma olmadan aniden ve tamamen geri çekilmek zorunda kaldı. Bu olay, bölgede siyasî ve psikolojik bir deprem etkisi yarattı:

• İlk kez İsrail koşulsuz bir şekilde yenilgiye uğradı.

• Lübnan halkı özgürlüğün tadını kendi elleriyle kazanmıştı.

• Arap dünyası direnişin bir slogan değil, uygulanabilir bir çözüm olduğunu anladı.

İmam Humeyni yıllar önce şöyle söylemişti: “İsrail, tarihin sayfalarından silinmelidir.” Güney Lübnan’ın kurtuluşu bu vaadin ilk somut gerçekleşmesi oldu. İslam Devrimi Rehberi de bu zaferi “ilahî yardımın bir ayeti” olarak nitelendirdi ve onu bütün mazlum milletler için bir işaret olarak sundu.

2006’daki 33 Gün Savaşı; Caydırıcılığın pekişmesi

Kurtuluştan altı yıl sonra siyonist rejim bir kez daha direnişi ezmeye çalıştı. Temmuz 2006’da, Hizbullah’ın düzenlediği bir operasyonla iki İsrail askerini sınırda ele geçirmesinin ardından Tel Aviv ordusu geniş çaplı bir saldırı başlattı. Siyonistlerin hesapları basitti: birkaç gün sürecek hava bombardımanı, Lübnan’ın altyapısının yok edilmesi, kara harekâtı ve nihayetinde Hizbullah’ın teslimiyeti. 

Ama gerçek bambaşka oldu:

• Hizbullah’ın füzeleri Hayfa’nın derinliklerine ve ötesine kadar yağmaya başladı.

• İsrail’in seçkin birlikleri Bint Cübeyl, Marun er-Ras ve Vadi el-Huceyr’de çakılıp kaldı.

• İsrail ordusu ve savunma sistemleri, her gün yağan onlarca füzeyi durdurmakta aciz kaldı.

• İsrail ordusu 33 günlük kanlı savaşın ardından hiçbir kazanım elde edemeden geri çekilmek zorunda kaldı.

Bu savaş yalnızca bölgenin askerî dengelerini değiştirmekle kalmadı, İsrail’in itibarını da ebediyen sarstı. Nasrullah savaşın sonunda öyle bir cümle kurdu ki Arap halklarının sloganına dönüştü: “Ma ba‘d Hayfa ve ma ba‘d ba‘d Hayfa” – (Hayfa'nın ötesine, Hayfa'nın ötesinin de ötesine) yani direnişin gücü, düşmanın tahayyül ettiğinin ötesindedir.

Bölgesel ve küresel etkiler

• Arap dünyasında Kahire, Şam, Bağdat ve Sana halkı, Nasrullah’ın fotoğraflarını millî bir kahraman gibi omuzlarında taşıdı.

• Batı’da medya, devlet dışı bir grubun İsrail ordusunu durdurmayı başardığını kabul etti.

• İsrail’de “Winograd Komisyonu” resmen Olmert hükümetinin askerî ve siyasî yenilgisini teyit etti.

İslam Devrimi Lideri, 33 Gün Savaşı’nın ardından gönderdiği mesajda şöyle dedi: Bu zafer, İslam ve bölge tarihine yeni bir sayfa açtı ve inanç ile direnişin modern silah depolarına üstün gelebileceğini gösterdi. 

Nasrullah’ın konumunun pekişmesi

2000’deki kurtuluş ve 33 Gün Savaşı gibi iki dönüm noktasından sonra Nasrullah artık sadece bir Lübnan lideri değildi; o, İslam dünyasında “direnişin sesi”ne dönüştü. Adı, dünyanın büyük anti-emperyalist liderleriyle birlikte anıldı ve İsrail bundan böyle karşısında klasik bir düşman değil, inanç temelli ve halkçı bir cephe bulunduğunu anladı.

 

Nasrullah ve şehit silah arkadaşları – Lübnan’dan Suriye, Irak ve Yemen’e

Şehit Hac Kasım Süleymani ile stratejik bağ

Seyyid Hasan Nasrullah’ın adı, Şehit Hac Kasım Süleymani’nin adıyla iç içe geçmiştir. Onlar yalnızca yakın dost değil, aynı zamanda sahada stratejik ortaklardı. Hac Kasım defalarca Lübnan’a giderek strateji toplantılarında Nasrullah’ın yanında direniş planlarını tasarladı. Onlar gerçekten bir kuşun iki kanadıydılar; adı “Direniş Ekseni” olan bir kuş.

İslam Devrimi Rehberi bu bağı şöyle tarif etti: Hac Kasım ve Seyyid Hasan birbirini tamamlayan kimselerdi; biri sahada komutandı, diğeri siyasî-toplumsal liderdi. Her ikisi de iman ve ihlastan besleniyordu.

Suriye’de rol üstleniş; Şam’ın savunulması

2011’de Suriye krizi başlayıp terör grupları saldırıya geçtiğinde, Hizbullah 2013 yılında Nasrullah’ın emriyle sahaya girme kararı aldı. Bu karar kader belirleyiciydi; çünkü Şam’ın düşmesi, direniş ekseninin çökmesi anlamına gelebilirdi.

Nasrullah 2013’teki ünlü konuşmasında şöyle dedi: “Direnişi ve mukaddes mekânları savunmak için Suriye’ye gittik.” O günden itibaren Hizbullah güçleri, Hac 8

Kasım Süleymani’nin önderliğindeki İranlı danışmanlar ve Suriye ordusuyla birlikte Kusayr, Kalamun ve Halep gibi muharebelerde rol oynadı.

Hüseyin Hemedani ve Mustafa Bedreddin (Zülfikar) gibi büyük şehitler bu cephede hayatlarını verdi. Nasrullah defalarca onları anarak şöyle dedi: Şam’ı koruyan, bu şehitlerin kanıydı.

IŞİD'in Irak ve Suriye’de Yenilgisi

IŞİD'in ortaya çıkışıyla, Lübnan sınırlarını da aşabilecek küresel bir tehdit belirdi. Nasrullah konuşmalarında IŞİD'i “ümmet için varoluşsal bir tehlike” olarak nitelendirdi.

Hizbullah güçleri, Irak Haşdi Şabi ve Kudüs Gücü ile birlikte IŞİD'e karşı ortak operasyonlar yürüttü. Suriye’de Elbukemal’den Irak’ta Tikrit ve Musul’a kadar, Süleymani ve Nasrullah’ın öncülüğündeki direniş ekseninin işbirliği sonunda IŞİD canavarını yendi.

Nasrullah daha sonra Hac Kasım’a hitaben bir mesajında şöyle dedi: “Siz, IŞİD'e karşı zaferin komutanıydınız; biz ise yalnızca sizin askerlerinizdik.”

Yemen: Direnişin dayanışma sesi

2015’te Suudi Arabistan’ın Yemen’e karşı savaşı başladığında, Nasrullah bütün varlığıyla Yemen halkının yanında durdu. Çeşitli konuşmalarında şöyle dedi: “Bugünün mazlum Yemen’i, dünkü Filistin’dir; ve nasıl ki Lübnan’daki direniş zafer kazandıysa, Yemen de zafer kazanacaktır.”

Batılı güvenlik raporları defalarca, Hizbullah’ın 33 Gün Savaşı’ndaki tecrübesinin Ensarullah’a ilham verdiğini kabul etti. Füze taktikleri, gerilla savaşı ve Suudi ordusunun donanımlı birliklerine karşı direnme biçimi, Nasrullah’ın modelini hatırlatıyordu. 

Şehitlerin ortak mirası

Lübnan’dan Şam’a, Bağdat’tan Sana’ya kadar, direniş şehitlerinin kanı Nasrullah’ın adıyla birleşti:

• Stratejiyi sahaya taşıyan komutan Hac Kasım Süleymani.

• Şam’ın savunucusu Hüseyin Hemedani.

• Hizbullah’ın Suriye’deki önde gelen komutanı Mustafa Bedreddin.

• Birlikte ulusötesi bir cephe kuran binlerce Lübnanlı, Iraklı, İranlı ve Yemenli şehit.

Nasrullah defalarca şöyle dedi: “Bu yol şehitlerin kanıyla korunur ve biz onların mirasçılarıyız.”

 

Hizbullah ve Lübnan siyaseti

Savaş meydanından parlamento sandalyelerine

Hizbullah başlangıçta daha çok bir direniş gücü olarak tanınıyordu, siyasî bir parti olarak değil. Ancak 1990’lı yıllarda konumunu sağlamlaştırıp askerî zaferler elde ettikten sonra, Nasrullah direnişi Lübnan’ın resmî yapısına da taşımaya karar verdi. 1992 seçimlerinde Hizbullah ilk kez parlamentoya girdi ve temsilcileri halkın diliyle onur ve bağımsızlıktan söz ettiler.

Bu varlık, Hizbullah’ı Lübnan’ın siyasî sistemi içinde bir parçaya dönüştürdü. O andan itibaren yalnızca bir direniş gücü değil, aynı zamanda iç denklemlerde siyasî bir aktör olarak da tanındı.

Siyasal ittifaklar

Nasrullah, iç siyasette gerçekçi bir politika izledi. Hristiyan partiler, özellikle Mişel Aun liderliğindeki “Özgür Yurtsever Hareketi” ile stratejik bir ittifak kurdu. Bu ittifak, Hizbullah’ın mezhepsel sınırları aşmasına ve mezhep üstü bir meşruiyet kazanmasına imkân sağladı.

Ayrıca Sünni akımların bir bölümü ve Dürzîlerle de etkileşim kurmaya çalıştı, ancak her zaman Amerika ve Suudi Arabistan’ın yoğun baskılarıyla karşı karşıya kaldı.

İç krizler

Hizbullah, direniş rolünün yanı sıra Lübnan’ın iç krizlerinde de etkili oldu:

• 2005’te Refik Hariri suikastının ardından Hizbullah’a yönelik suçlamalar dalgası başladı. Lübnan Özel Mahkemesi defalarca Nasrullah ve arkadaşlarını suçlamaya çalıştı, fakat o medya ve siyaset gücüyle partisinin savunusunu yaptı.

• 2008’de Sinyora hükümeti Hizbullah’ın iletişim ağını kapatma kararı aldığında, Nasrullah “Bu saldırı direniş tarafından asla kabul edilmeyecektir” diye uyardı. Mayıs 2008’deki çatışmalar, Hizbullah’ın kazanımlarını koruma gücünü gösterdi.

• 2020 Beyrut limanı patlamasında, düşmanlar bir kez daha Hizbullah’ı suçlu göstermeye çalıştı. Ancak Nasrullah, şeffaflık ve kararlı hitaplarıyla direnişin imajını suçlamaların girdabından korumaya çalıştı.

Hizbullah’ın istikrarın temeli olarak konumu

Tüm baskılara ve yaptırımlara rağmen Nasrullah, Hizbullah’ı daima Lübnan’ın istikrar direği olarak tanıttı. O, “Direniş ve devlet birbirini tamamlayan iki sütundur, zıt değil” diye vurguladı. Bu anlayış, Hizbullah’ın farklı Lübnan hükümetlerinde yer almasını ve hatta kabinelerin oluşumunda belirleyici rol üstlenmesini sağladı.

İslam Devrimi Lideri bu konum hakkında şöyle dedi: “Hizbullah yalnızca Lübnan’ın izzet kaynağı değil, İslam ümmetinin umududur.” Bu cümle, Nasrullah’ın Hizbullah’a Lübnan’da ve ötesinde kazandırdığı konumun özeti niteliğindedir. 

 

Direnişin yumuşak gücü ve medyası

Denklemleri değiştiren söylevler

Seyyid Hasan Nasrullah, silahtan çok sözleriyle tanındı. Konuşmaları tek başına saha ve psikolojik dengeleri değiştirebiliyordu. Sesi sakindi ama inanç ve kararlılıkla doluydu; yalnızca Lübnanlıları değil, bütün Arap dünyasında milyonlarca insanı kendine çekiyordu.

Her kameranın karşısına geçtiğinde, bölgesel ve uluslararası medya canlı yayın yapıyordu. Siyonistler onun sözlerinden korkuyordu; çünkü her kelimesinin sahada bir karşılığı olduğunu biliyorlardı. 33 Gün Savaşı’nda sadece şu cümlesi — “Ma ba‘d Hayfa ve ma ba‘d ba‘d Hayfa” — (Hayfa'nın ötesine, Hayfa'nın ötesinin de ötesine) İsrail toplumunu dehşete düşürmeye yetmişti.

Direniş cephesi olarak medya

Nasrullah döneminde medya yan unsur olmaktan çıkıp tam teşekküllü bir cepheye dönüştü. El-Manar televizyonunun kurulması, Hizbullah’ın bu alandaki en önemli adımıydı. El-Manar yalnızca savaş ve direniş haberlerini aktarmıyor, aynı zamanda “direnişin bir kimlik olarak” yerleşmesini de sağlıyordu.

Bu medya organları, İsrail ve Batı’nın anlatılarını sorguladı ve Arap halklarını pasiflikten çıkardı. Suriye savaş yıllarında da Hizbullah’ın medya ağları, anlatı inşasında ve psikolojik savaşın kırılmasında merkezi bir rol üstlendi.

Direniş yoluyla kimlik inşası

Nasrullah konuşmalarında daima şunu vurguluyordu: “Direniş yalnızca askerî bir taktik değil, bir kimlik ve yaşam biçimidir.” O, Filistin, Yemen, Irak ve hatta dünyanın bütün mazlumlarını “mazlumların birleşik cephesi” olarak tanımlıyordu. Bu bakış açısı, direnişi yerel bir hareketten küresel bir mektebe yükseltti.

Halkın güven sermayesi

Lübnan halkı, onda sıradan siyasetçilerde görmedikleri bir samimiyet görüyordu. Bir söz verdiğinde, ona mutlaka bağlı kalıyordu. İşte bu toplumsal sermaye, direniş medyasını inandırıcı kılan unsurdu. Nasrullah çok iyi biliyordu ki iletişim çağında halkın güveni, en önemli yumuşak güç silahıdır.

Devrim Lideri, Nasrullah’ın bu medya konumu hakkında şöyle dedi: “Nasrullah’ın dili, direnişin dilidir; düşmanı korkutan, müminlerin kalplerini ise huzura kavuşturan bir dil.”

 

Şehadet ve sonuçları

Lübnan: Direnişin konumunun pekişmesi

Seyyid Hasan Nasrullah’ın şehadeti, Lübnan içinde bir dönüm noktası oldu. Hizbullah, kendisini en önemli siyasî-toplumsal güç olarak pekiştirmeyi başardı. Yıllarca direnişe mesafeli duran partiler bile Nasrullah’ı “millî lider” olarak anmak zorunda kaldı. Beyrut’un güney banliyölerinde ve Güney Lübnan’da, daha önce Hizbullah’tan uzak duran gençler bile şehadetinin ardından direniş saflarına gönüllü olarak katıldılar. Bu insan seli, Nasrullah’ın kanının Lübnan’ın iç krizleri karşısında direnişin toplumsal birliğini güçlendirdiğini gösterdi.

Filistin: İlham ve operasyonel eşgüdüm

İşgal altındaki topraklarda Filistinli gruplar, Nasrullah’ın şehadetini bir kayıp değil, yeni bir sermaye olarak gördüler. Hamas ve İslami Cihad liderleri resmî açıklamalarında onu “Direnişin Seyyidi” diye andılar. Sahadaki kaynaklar, şehadetinin ardından Gazze ile Batı Şeria’daki Filistinli gruplar arasında operasyonel eşgüdümün arttığını bildirdi. Yeni nesil Filistinli savaşçılar için Nasrullah, İsrail ordusunun yenilebileceğini gösteren bir sembol hâline geldi.

Irak ve Yemen: Direniş cephesinin müttefikleri

Irak’ta Haşdi Şabi, onun adını ve hatırasını Hac Kasım Süleymani ile birlikte andı. Iraklı direniş komutanları, “Nasrullah cephelerin bağını mümkün kılan bir komutandı” dedi. Yemen’de Ensarullah, onun şehadetini Suudi-Siyonist ittifaka karşı direnişin daha büyük bir şiddetle sürdürülmesi gerektiğinin işareti olarak gördü. Nasrullah’ın geçmiş yıllarda Yemen hakkında yaptığı konuşmalar, artık Yemenli mücahitler için manevî bir sermayeye dönüşmüştü.

İsrail: Taktiksel zafer, stratejik yenilgi

Tel Aviv’de İbranice medya, Nasrullah’ın şehadetini “taktiksel bir kazanım” olarak kutladı. Ancak güvenlik ve strateji düzeylerinde kaygılar daha da derinleşti. İsrailli analistler, “Ölü Nasrullah, yaşayan Nasrullah’tan daha fazla seferber edici olabilir” diye uyardı. İsrail ordusu gizli raporlarında, Lübnan’daki gönüllü akını ve bölgedeki genel öfkenin Tel Aviv için geçmişten daha zor bir geleceği şekillendirdiğini itiraf etti.

İslam dünyası: Mezhep ve taifelerin ötesinde

Nasrullah’ın şehadeti, mezhepsel ve taifeci sınırları aştı. Sünni toplumlarda, özellikle Mısır, Ürdün ve Pakistan’da birçok âlim ve siyasetçi onu “ümmetin kahramanı” olarak nitelendirdi. Hatta Arap Hristiyanlar arasında bile o, ulusal bir lider ve Siyonizm karşıtı direnişin önderi olarak saygı gördü. Bu yansımalar, Nasrullah’ın direniş söylemini mezhep üstü ve kapsayıcı bir mirasa dönüştürdüğünü gösterdi.

 

Yeni bir dönemin başlangıcı

Nasrullah’ın şehadeti bir son değil, yeni bir aşamanın başlangıcıydı.

Hizbullah, onun kanıyla yeni bir sermaye kazandı; bu sermaye Lübnan’da ve bölgede yeni direniş neslini yetiştirebilir.

Nitekim İmam Humeyni’nin dediği gibi: “Bizi öldürün, öldürdükçe milletimiz daha da uyanacaktır” – Nasrullah’ın kanı bu hakikati bir kez daha ispatladı.

 

Ölümsüzleşen bir miras

Seyyid Hasan Nasrullah, otuz yılı aşkın liderliği boyunca Hizbullah’ı küçük bir Lübnan grubundan bölgedeki direnişin ana eksenine dönüştürdü. O, kendisinden önce imkânsız görünen bir denklemi kalıcı kıldı: İsrail’in yenilgiye uğratılabileceğini.

2000’de Güney Lübnan’ın kurtuluşundan 2006’daki 33 Gün Savaşı’na, Suriye ve Irak’ta IŞİD'e karşı verilen kader belirleyici muharebelerden Yemen’de Ensarullah’a ilham verişine kadar, Nasrullah’ın adı direniş zaferleriyle özdeşleşti. Hac Kasım Süleymani ve diğer şehit komutanlarla birlikte bugün “Direniş Ekseni” diye adlandırılan ulusötesi bir cephe kurdu.

Nasrullah’ın mirası yalnızca savaş meydanında değildi; Lübnan siyasetinde Hizbullah’ı siyasî düzenin temel direğine dönüştürdü. Medya alanında ise hitabeleri ve anlatılarıyla milyonlarca Arap ve Müslümana güven ve umut aşıladı. O, “direniş”in yalnızca bir askerî taktik değil, bir kimlik ve yaşam biçimi olduğunu gösterdi.

Onun şehadeti de, İmam Humeyni’nin dediği gibi, ışığı söndürmek yerine kalplerde yeni bir ateş yaktı. Lübnan’dan Filistin’e, Irak’tan Yemen’e kadar Nasrullah’ın kanı yeni bir nesle ilham verdi. İsrail, onu ortadan kaldırarak bir düşmanı yok ettiğini sandı, fakat gerçekte ölümsüz bir miras inşa etti.

Devrim Rehberi onu şu sözlerle tarif etti: “Seyyid Hasan Nasrullah, inançlı ve cesur bir liderin örneğiydi; onun sesi İslam ümmetinin umudu, düşmanların ise kâbusuydu.” Bu cümle büyük bir gerçeğin özüdür: Nasrullah artık yalnızca bir şahsiyet değil, tarihin zirvesinde dalgalanan bir bayraktır.

Bundan böyle siyonizme ve emperyalizme karşı direnişten söz edildiğinde, Seyyid Hasan Nasrullah’ın adı, Hac Kasım Süleymani, İmam Humeyni ve direniş şehitlerinin önderleriyle birlikte anılacaktır. Onun mirası, iman, tedbir ve fedakârlığın bir bileşimi olarak yalnızca Lübnan için değil, bütün İslam ümmeti için stratejik bir sermaye olarak kalacaktır.

Seyyid Hasan gitti, fakat yolu kalıcı oldu; kendi ifadesiyle bu yol “Kudüs-i Şerif özgür olana dek” sürecektir.

İlgili Haberler