‘’Yoksulluk ile zenginlik, güçsüzlük ile güç, izolasyon ile özgünlük arasında şekillenen bu ikili miras, yirminci yüzyılda ve Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan “Büyük Lübnan” devletinde Şiilerin kaderini belirleyen temel unsurlar oldu.’’

YDH- Tesnim Haber Ajansı Lübnan İslami Direnişi liderlerinin hayatını ve dönemlerini sundukları derlemelerde, direniş liderlerinin hayatını ve Hizbullah ile Direniş Ekseni’ndeki rolünü, tarihsel bağlam ve toplumsal gerçekliklerle birlikte, kronolojik ve analitik bir perspektifle yeniden ele alıyor. Elli ikincisi yayımlanan son bölümde ise, Lübnan Devleti’nin kuruluşuna kadar Cebel Amel Şiilerinin durumu ve Lübnan topraklarındaki Şii topluluğun tarihî gelişimi incelendi. Coğrafi izolasyon, ekonomik bağımlılık ve siyasi marjinalleşme içinde yaşayan ancak zengin bir akademik ve kültürel mirası ile güçlü bir iç dayanışma geliştiren Lübnan Şiileri, yoksulluk ile zenginlik, güçsüzlük ile güç, izolasyon ile özgünlük arasında kendi kaderlerini belirledi.
Cebel Amel Şiilerinin ve günümüzde Lübnan olarak adlandırılan toprakların tarihini incelediğimiz bu yazıda odak, Lübnan’ın dördüncü yüzyıldan Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne ve ardından Fransız manda yönetimine kadar uzanan döneminde şekillenen toplumsal ve siyasi dinamikler olacak.
“Lübnan Şiileri”, bu bölgenin en eski topluluklarından biri olarak kabul edilir ve nüfus açısından Lübnan’ın en büyük veya en azından en büyük topluluklarından biridir. Buna rağmen, altmışlı yıllara kadar Cebel Amel tarihindeki ve Lübnan coğrafyasındaki toplumsal varlıkları ve görünürlükleri sınırlıydı.
Bu dönemde, Şiilerin toplumsal ve siyasi sahnede etkinlik kazanmasını sağlayan ve onları Lübnan’ın en önemli aktörlerinden biri haline getiren lider, İmam Musa Sadr olmuştur. Derleme dizimizin bu bölümünde de, Hizbullah’ın kuruluşuna kadar Şiilerin toplumsal gelişimi ele alınacaktır.
Geçen yarım asırdaki dönüşümler ve toplumsal hareketler, Şiilerin kolektif deneyim, kurum ve vicdan birikimlerinden doğmuştur. İmam Musa Sadr döneminde ortaya çıkan siyasal ve toplumsal hareketler, ani veya tesadüfi olayların sonucu değildir aksine, Şii toplumsal yaşamının farklı katmanlarında yıllar içinde biriken değişimlerin ürünüdür.
Lübnan Şiilerinin tarih anlatısı, hayatta kalma, kültürel direnç, coğrafi izolasyon ve ilmi birikimin öyküsüdür. Bu anlatı, sahabe ile kurulan sembolik bağlardan başlar; halifelik ve yerel yönetim dönemlerinde iniş çıkışlar yaşar; Eyyubiler ve Memlükler döneminde baskılarla karşılaşır; Osmanlı döneminde siyasi izolasyon ve ilmi gelişme arasında paradoksal bir denge sürdürür ve 19. yüzyılda yeni toplumsal yapılar ile siyasi marjinalleşmeyle sınanır.
Bugünkü analiz, Şiilerin çağdaş eylemlerini ve toplumsal-politik duruşlarını, bu tarihsel katmanları ve kolektif ruhu dikkate almadan anlamanın mümkün olmadığını gösterir. Her adım, geçmişin birikimiyle şekillenmiş ve bugünkü Lübnan Şiilerinin varlığını, görünürlüğünü ve direniş kültürünü anlamak için vazgeçilmez bir bağlam sunmaktadır.
Daha fazlasını okuyun: Şii kimliğinin katmanları: Direniş, çelişkiler ve çeşitlilik
Altın çağ: Hamdaniler'den Fatımiler'e (Hicri 4-6. yüzyıllar)
Hicri dördüncü yüzyıl, Levant’ta Şiiliğin “Altın Çağı”nın başlangıcı ve dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Bu dönemde, Kuzey Levant ve Mısır’da iki büyük Şii gücünün ortaya çıkışı, topluluk için kültürel, sosyal ve siyasi açıdan eşi görülmemiş bir gelişim alanı sağladı.
İlk olarak, Şii İmami hanedanı tarafından kurulan ve merkezi Halep’te bulunan Hamdani Devleti öne çıkıyor. Seyfü’d-Devle el-Hamdani’nin sarayı, Şii yazar, şair ve âlimler için bir sığınak işlevi gördü. Burada, peygamber Ebu’l-Ferec el-İsfahani ve büyük filozof Ebu Nasr el-Farabi gibi önemli şahsiyetler buluşuyor; Şii kültürü onların himayesinde gelişiyordu.
Hamdaniler, merkezi Halep’te olmasına rağmen, kültürel ve siyasi etkilerini Lübnan kıyıları da dahil olmak üzere tüm Levant’a yaymayı başardılar.
Ancak asıl kalıcı etki, Fatımi Halifeliği’nin (909–1171) bölgeye hakim olmasıyla gerçekleşti. İsmaili Şii olan Fatımiler, Mısır’ı fethedip Kahire’yi kurduktan sonra Lübnan dahil tüm Levant’ı kontrol altına aldılar.
Fatımilerin dini politikası, İsmaililiği resmi din olarak teşvik etmekle birlikte, kontrollü bir çoğulculuk ve görece hoşgörüye dayanıyordu. Şii İmamiler (On İki İmamcılar), Sünni ve Hristiyan toplulukların kendi topraklarında varlıklarını sürdürmelerine izin verdiler.
Bu dönemde, Sur ve Trablus gibi Lübnan kıyı kentleri önemli ticaret, bilim ve kültür merkezleri haline geldi. Ünlü coğrafyacılar ve gezginler, bu şehirlerdeki Şii nüfusun etkisini eserlerinde açıkça belgelediler.
Örneğin, Nasır Hüsrev Kubadiani, Hicri 438 (Miladi 1047) yılında Sur’u anlatırken şöyle yazmaktadır: “Deniz kıyısında bir şehirdir… ve halkının çoğu Şii’dir.” Bu tür tanıklıklar, dönemin Şii toplumsal ve kültürel etkisinin hem yerel hem de bölgesel düzeyde ne denli belirleyici olduğunu ortaya koymaktadır.
Aynı dönemde Trablus, Benü Ammar adlı yerel bir Şii İmami devletinin yükselişine tanıklık etti. Fatımi merkezi iktidarının zayıflığından yararlanan bu aile, yarı bağımsız bir emirlik kurmayı başardı ve Trablus’u bir “eğitim yuvası” ile yazı ve bilgi merkezi haline getirdi.
Bölgedeki Şii âlimler için bir sığınak olan bu şehir, geniş kütüphaneleriyle ünlüydü. “Hazanat al-Kitab” adıyla anılan bu kütüphaneler, dönemin entelektüel ve kültürel hayatında önemli bir merkezdi. Trablus, kısa süreli de olsa, görece ihtişam ve bağımsızlık dönemi yaşadı.
Ancak bu parlak dönem, Haçlı Seferleri’nin ilk dalgasının Trablus’u işgal etmesiyle son buldu. 1109 yılında Raymond de Saint-Gilles, şehri ele geçirerek Benü Ammar’ın yönetimini sona erdirdi.
Şehrin eşsiz kütüphanesi ise Haçlı cehaleti ve fanatizmi karşısında yok oldu; değerli eserler ve bilgi hazineleri alevler arasında kayboldu.
Daha fazlasını okuyun: Lübnan cumhurbaşkanlarının Güney politikası
Zor zamanlar: Haçlılar, Eyyubiler ve Memlükler (Hicri 6-10. yüzyıllar)
Fatımilerin yıkılışı ve yeni Sünni güçlerin yükselişi, Suriye Şiileri için uzun bir sıkıntı ve baskı döneminin başlangıcını işaret ediyordu. Bu süreç, birbirini izleyen üç dalgayla şekillendi: Haçlılar, Eyyubiler ve Memlükler.
Bölgedeki Haçlı varlığı, doğrudan Müslümanlarla savaşmayı hedeflese de, mevcut siyasi ve toplumsal yapıları bozarak, Fatımilerin desteğini kaybeden Şii topluluklarını savunmasız bıraktı. Şiiler, Haçlıların baskısı ile yükselen Sünni güçlerin otoritesi arasında sıkıştı.
Selahaddin’in yükselişi ve Eyyubi hanedanlığının kurulmasıyla birlikte Şiiliğe karşı sistematik ve şiddetli bir baskı dönemi başladı. Popüler Sünni tarih yazımında Kudüs’ün kurtuluşunun kahramanı olarak övülen Selahaddin, Şii tarih yazımında çok daha karanlık bir figür olarak anılır.
Seyyid Hasan el-Emin’in “Dairetü’l-Ma’arifü’ş-Şiiyye” adlı eserinde ve Allame Muhammed Cevad Muğniye’nin analizlerinde belirtildiği gibi, Selahaddin, Mısır’daki Fatımi Halifeliği’ni ortadan kaldırdıktan sonra Şiilere karşı kapsamlı bir baskı başlattı.
Bu dönemde Fatımi bilim ve kültür kurumları, özellikle Şiiliğin yayılmasında merkezi bir rol oynayan el-Ezher Üniversitesi kapatıldı. Şii hâkimler görevden alındı ve Mısır’dan Levant’a kadar olan topraklarda, İslam’ın tek resmi yorumu olarak Şafii fıkhı ve Eşari teolojisi dayatıldı. Bu politikalar, Şii toplumunun bütününe ağır bir darbe indirdi ve onları güç ve nüfuz merkezlerinden uzaklaştırdı.
Sistematik baskının zirvesi, Memlükler döneminde (MS 1250-1516) yaşandı. Askeri bir kökene sahip olan Memlük devleti, kendisini Haçlılar ve Moğolların miraslarına karşı Sünni İslam’ın savunucusu olarak konumlandırdı ve her türlü dini muhalefeti güvenlik tehdidi olarak gördü.
Bu dönemde Şiiler, İbn Teymiyye’nin fetvalarında “Rafiziler”, “yenilikçiler” ve hatta Yahudiler ile Hristiyanlardan daha büyük bir tehdit olarak tanımlandı; fetvalar, baskıların ideolojik ve meşru temeli oldu.
Memlükler, bu fetvaya dayanarak Lübnan’daki Şii merkezlerine yönelik yıkıcı seferler düzenledi. En ünlü saldırılar, Şiiliğin başlıca merkezlerinden biri olan dağlık Kasrvan bölgesine yönelik 1291 ve 1305 seferleriydi; ikinci sefere İbn Teymiyye bizzat katıldı.
Bu saldırılar, katliamlar, kadın ve çocukların esir alınması ve köylerin yok edilmesiyle sonuçlandı. O dönemin felaketi, zamanla Kasrvan bölgesinin demografisini kökten değiştirerek burayı Maruni Hristiyanların başlıca merkezlerinden biri haline getirdi.
Bu dönem boyunca Şiiler, Levant coğrafyasından neredeyse tamamen silindi. Sadece ulaşılması güç dağlık bölgelerde varlıklarını sürdürebildiler. Örneğin günümüz Suriye’sinin kuzeyinde Halep Şiileri Nubla ve el-Zehra köylerine, İdlib Şiileri ise Fu’a ve Keferya köylerine sığınmak zorunda kaldı; toplumla etkileşimleri asgari düzeye indirildi.
Bu baskıların sonuçları yıkıcı oldu; bunlardan üçünü aşağıda zikredeceğiz:
Göç ve izolasyon: Bu saldırılardan kurtulanlar, Jabal Amel'in derinlikleri ve Bekaa Vadisi'ndeki Hermel bölgesi gibi daha uzak ve güvenli bölgelere sığındılar ve bölgenin siyasi ve sosyal sahnesinden neredeyse tamamen uzaklaştılar.
Zorla din değiştirme: Birçok kişi, can ve mallarını korumak için ya zorla ya da çıkarları doğrultusunda Sünni İslam'a geçti.
Takiyyenin kurumsallaşması: Şii fıkhında bir ilke olan "takiyye" yani tehlike anında inancı gizleme ilkesi, bireysel ve kolektif hayatta kalmanın hayati bir stratejisi haline gelmiş ve Şii toplumunun giderek daha da derinleşen izolasyonuna yol açmıştır.
Daha fazlasını okuyun: Bölgesel dönüşümler çağında Hizbullah
Kültürel yaşam: Osmanlı (1516'dan 19. yüzyıla)
1516’da Osmanlıların Suriye’ye girişi, dört yüz yıllık yeni bir Sünni yönetim döneminin başlangıcını simgeliyordu. İran’daki Şii Safevi devletiyle süregelen büyük jeopolitik ve ideolojik rekabet, Osmanlıların Şiiliğe yönelik düşmanlığını perçinliyordu.
Lübnan Şiileri de dahil olmak üzere Osmanlı topraklarındaki Şiiler, Safeviler için her zaman potansiyel bir “beşinci kol” olarak görülüyordu. Bu karamsar bakış, özellikle Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman gibi güçlü padişahların dönemlerinde artan baskılara yol açtı.
Buna karşılık, Osmanlı’nın görece ademi merkeziyetçi idari yapısı, yerel işlerin nüfuzlu ailelere devredilmesi, Lübnanlı Şiiler için paradoksal bir ortam yarattı. Merkezi hükümet, Cebel Amel ve Bekaa gibi dağlık ve düşük gelirli bölgeleri, vergi tahsildarları olan “Yerel Ayan” aracılığıyla yönetiyordu.
Bu yapı içinde, Baalbek’te el-Harfuş ve Cebel Amel’de el-Ali es-Sağir gibi bazı Şii aileler yerel özerklik kazanmayı başardı ve İstanbul’a vergilerin akışını sağladı.
Bu siyasi izolasyon ve ekonomik yoksulluk ortamında, Lübnan Şiilerinin tarihindeki en şaşırtıcı olgu ortaya çıktı: “Cebel Amel’in bilimsel rönesansı”.
Hicri 10. ve 12. yüzyıllar arasında, bu ücra bölge, Şii dünyasının en büyük fıkıh ve bilim merkezlerinden biri hâline geldi. Ancak demografik değişim, bu dehaların çoğunun kökenini trajik bir biçimde şekillendirdi. Cezzine şehri ve çevresi, bu değişimlerin en çarpıcı tanığı oldu.
Günümüzde Maruni Hristiyanlığının merkezi olarak bilinen Cezzine ve çevresi, o dönemde en önemli Şii ilim merkezlerinden biriydi. Şii fıkhının en büyük iki fakihi bu bölgeden çıkmıştır ve “şehitler” olarak anılır: İlki, Şemseddin Muhammed bin Mekkî el-Âmil el-Cezeyni (ölümü H. 786), ikincisi ise Zeyneddin bin Ali el-Âmil el-Cübeyî (ölümü H. 966). Bugün bu bölgenin neredeyse tamamen Şii nüfustan yoksun olması, özellikle Osmanlı dönemindeki amansız baskılar ve demografik değişimler hakkında çarpıcı bir mesaj verir.
Bu süreç aynı zamanda Güney Lübnan’da benzersiz bir sosyo-tarihsel olguya yol açtı: Hristiyan Sadatların varlığı. Cezzine gibi köylerde, soy olarak “seyyid” ve İslam Peygamberi’nin soyundan gelen, ancak yüzyıllardır Hristiyan olan (çoğunlukla Maruni veya Malakati) aileler yaşamaktadır.
Bu durumun nedeni, Şiilere uygulanan baskının zirve yaptığı dönemlerde, Sadatların liderlik ve sembolik konumları nedeniyle baskının asıl hedefi olmalarıdır. Bu aileler için Avrupa konsolosluklarının, özellikle Fransızların desteğiyle, Hristiyanlığa geçmek; Sünni İslam’a geçmekten daha güvenli bir yol haline geldi. Cezzine’deki “Seyyid Josef Haşim” gibi isimler, Şiilerin bu topraklardaki acı dolu tarihinin yaşayan örnekleridir.
Daha fazlasını okuyun: Direniş: Bölgenin yeniden dizayn edilmesinin önünde engel
Marjinallik yoğunlaşıyor: 19. yüzyıl
19. yüzyıl, Levant ve Lübnan için Osmanlı reformlarının (Tanzimat), Avrupa güçlerinin artan müdahalelerinin ve toplumsal yapıların yeniden şekillendirilmesinin yüzyılıydı. Ancak Şii toplumu, bu gelişmelerin büyük ölçüde dışında kaldı ve izolasyonu derinleşti.
Bu dönemin en etkili adımlarından biri 1858 tarihli Osmanlı Arazi Kanunu'ydu. Mülkiyeti modernize edip kayıt altına almayı amaçlayan bu kanun, kırsal komünal mülkiyeti (meşha) fiilen zayıflattı ve toprak mülkiyetini birkaç güçlü ailenin elinde yoğunlaştırdı. Bu süreç, el-Zeema olarak bilinen büyük toprak sahipleri ve siyasi aristokrasi sınıfının doğmasına ve güçlenmesine yol açtı.
Çoğunlukla önceki vasallardan gelen bu reisler, yasal olarak geniş topraklar ele geçirip Şii köylüleri kendilerine bağımlı hale getirdi. Reisin, toprak sahibi, işveren, siyasi hami ve yerel hakem olarak mutlak yetkiye sahip olduğu bir feodal yapı oluştu. Karşılığında tebaasından tam siyasi ve sosyal sadakat talep ediliyordu.
Güneyde el-Esed, Bekaa’da el-Hamade, Nebatiye’de ez-Zeyn ve Sur’da el-Halil aileleri, bu iktidar yapısının temel direklerini oluşturdu.
Aynı yüzyılda, “Konsolosluklar Çağı” olarak adlandırılan dönemde, diğer Lübnanlı topluluklar dış desteklerini pekiştirdi: Maruniler Fransa tarafından, Dürziler İngiltere tarafından, Ortodokslar ise Rusya tarafından desteklendi.
Sünniler, Osmanlı İmparatorluğu’nu hamileri olarak görüyordu. Şiiler ise etkili bir dış destekten yoksundu. İran’daki Kaçar hükümeti, bir Şii gücü olarak sınırlı ilgi gösterse de coğrafi uzaklık ve güçsüzlük nedeniyle Lübnan’da neredeyse etkisiz kaldı.
Bu siyasi izolasyonun doruk noktası, 1861’de kurulan “Cenub-ı Lübnan Mutasarrıflığı” oldu. 1860’taki Dürzi ve Maruni iç savaşının ardından, Avrupa güçlerinin baskısıyla kurulan bu yarı özerk yapı, Hristiyanlar ve Dürziler arasında iktidarı bölen özenle tasarlanmış bir klan sistemine dayanıyordu.
Cebel Amel ve Bekaa gibi başlıca Şii bölgeleri Mutasarrıflık sınırlarının dışında tutulmuş, Şiilerin bu siyasi yapıda hiçbir yeri olmamıştı. Bu durum, Şiilerin siyasi marjinalleşmesini resmileştirdi ve onları, Avrupa etkisindeki Cebel Lübnan’da yaşanan ekonomik ve kültürel gelişmelerin merkezinden uzaklaştırdı.
Daha fazlasını okuyun: Direnişin toplumsal temeli sarsılmıyor: Bekaa’da halk direnişe oy verdi
Sonuç
Lübnan’daki Şii toplumu, yirminci yüzyıla karmaşık ve çok katmanlı bir tarih mirasıyla girmişti. Coğrafi olarak güney ve Bekaa’nın kırsal, çevre ve az gelişmiş bölgelerinde yoğunlaşmış; ekonomik olarak büyük ölçüde toprak sahibi kabile reislerine bağımlıydı.
Siyasi açıdan merkezi iktidar yapılarında hiçbir etkileri yoktu ve dış destekten yoksundu. Sosyal olarak ise hızla modernleşen diğer topluluklardan derin bir izolasyon içindeydiler.
Buna rağmen, ötekileştirilmiş bu topluluk, zengin bir akademik geleneği, köklü bir tarihsel kimliği ve güçlü bir iç dayanışma ve uyum duygusunu korumayı başardı.
Yoksulluk ile zenginlik, güçsüzlük ile güç, izolasyon ile özgünlük arasında şekillenen bu ikili miras, yirminci yüzyılda ve Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan “Büyük Lübnan” devletinde Şiilerin kaderini belirleyen temel unsurlar oldu.
Çeviri: YDH