YDH- Yazar Nora Hoppe, el-Meyadin'de yer bulan makalesinde, baskının, ırkçılığın, sömürgeciliğin ve hegemonyanın yani temel olarak adaletsizliğin kökenine inen, insanlığın bir bütün olarak küresel mevcut durumunu irdeleyen felsefelerin artırılması gerektiğini savunuyor; Filistin'in, insanlığımızın mevcut küresel durumunun apaçık bilinci olduğunu belirtiyor.
Not: Ben ne bir gazeteci ne de bir tarihçiyim. Okuyucularının çoğunun halihazırda bildiği ancak özellikle gençler için ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın yeterli olmayacak tarihsel bilgileri derliyorum. Bazı bağlamlarda, makalenin de amacını açığa kavuşturacak bu tekrar bir gerekliliktir.
Neden bazı insanlar sayıca az olmalarına ve dayanılmaz koşullarla karşı karşıya kalmalarına rağmen direniyor? Neden bazı insanlar ağır silahlarla kuşatılmış olmalarına rağmen savaşmaya devam ediyorlar? Uğruna yaşanılan ve uğruna ölmeye razı olunan nedir? Kutsal sayılan şey nedir?
Nasıl oluyor da bazı insanlar harap olmuş bir evde gülümseyebiliyor ve umut edebiliyorlar? Nasıl oluyor da bazı insanlar yıkıntılar arasında bir çocuğun doğum gününü kutlayabiliyor?
Nasıl oluyor da bazı insanlar, kendi çocukları gözlerinin önünde öldürülüp parçalandığında bile direnişe devam edebiliyorlar?
Doymak bilmez kapitalizmin, neoliberalizmin ve materyalizmin egemen olduğu ve kalabalığın inanç-değer sistemini, kültürünü ve günlük rutinlerini belirlediği Batı dünyasının bu tür sorulara bir cevabı yoktur dolayısıyla bu mücadeleyi Batılı sessiz kalabalık anlayamaz.
Filistinlileri on yıllar boyunca etkileyen iğrenç ve vahşi koşullar - sürekli boyun eğdirme, zulüm ve etnik temizlik - bu insanları hayattaki gerçek önceliklerin ne olduğunun ve kolektif birleşik bir mücadelede ne anlam bulunabileceğinin keskin bir şekilde farkına vardırdı.
Bu bilinç, bireysel benliklerine, tüketimciliğe ve sürekli her şeyin daha fazlasını talep etmeye kapılmış Batılı kalabalığın anlayamayacağı bir şeydir.
''Getto Lağvedilsin, Yerleşimciler el-Halil'den Defolsun'' adlı kampanyanın kurucusu ve Filistin Kurtuluş Örgütü Sömürgeleştirme ve Duvara Karşı Direniş Komitesi'nin el-Halil Şubesi Direktörü olan insan hakları savunucusu Yunus Arar, halkının tabiatını şöyle tanımlıyor:
''Bizler dallarını göğe uzatan zeytin ağaçlarımıza çok benzeriz. Fırtınalar ağacın dallarını eğebilir ama kökünden söküp atamaz zira o ağacın kökleri sevdiğimiz ve ait olduğumuz topraklarımızın derinliklerindedir.''
Pek çok kişinin bildiği gibi, İsrail Devleti olarak bilinen Siyonist varlık, 20. yüzyılın başlarında gücü azalmaya başlayan Britanya İmparatorluğu için son derece elverişli bir Batı “ileri karakolu” olarak kuruldu çünkü kuzeybatı Afrika'dan Şam'a uzanan Arap dünyası yalnızca ortak bir dille birleşmekle ve çeşitli kültürel yönleri paylaşmakla kalmıyor, aynı zamanda kilit stratejik düğümleri de içeriyordu: Fars Körfezi, Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi, Kızıldeniz, Süveyş Kanalı, Doğu Akdeniz gibi.
Bu bölgedeki geniş ve zengin kaynaklara gözlerini diken İngilizler burayı İmparatorlukları için bir tehdit görüyorlardı. Sömürgeci güçlerin aklına bir fikir geldi: İngiliz emperyalist güçlere ve Batı'ya sadık olan, sırf var olması bile bölgedeki dengesizliği kalıcı olarak garanti altına alan, herhangi bir “pan-Arap” gücünün yükselişini önlemek için sürekli istikrarsızlık yaratan, bölgeye sürekli kargaşa tohumları eken, Mağrip Araplarını Maşrık Araplarından ayıracak bir coğrafi alana yerleştirilen bir “yabancı varlık”.
Arjantin, Kıbrıs, Mezopotamya, Mozambik ve Sina Yarımadası'nı potansiyel ''Yahudi vatanları'' olarak düşünen Theodor Herzl'in “Yahudi devleti” projesi, İngiliz emperyalistlerinin yardımına koştu.
1917 Balfour Deklarasyonu'yla onaylanan bu Siyonist paket, emperyalist siparişin tam da istediği gibiydi: Kutunun üstünde Batı'nın bölgedeki gözde kaynaklara erişimi duruyor, kutunun dibinde de, kendilerinin pek hoşlanmadığı Yahudilerin Batı'dan tasfiyesi duruyordu.
Kutudaki sömürgeci çıkarlarını açıkça gören Fransa ile Amerika Birleşik Devletleri de İngiltere'nin siparişine ortak oldu.
Biden, 1986'da, 28 Ekim 2022'de, 18 Temmuz 2023'te ve 19 Ekim 2023'te olmak üzere pek çok kez istemeden de olsa bu sömürgeci ajandayı şu meşhur lafıyla ifşa etti:
''İsrail olmasaydı, Amerika Birleşik Devletleri bir İsrail icat etmek zorunda kalacaktı. Uzun zamandır söylüyorum: Eğer İsrail olmasaydı, onu icat etmek zorunda kalırdık.''
Batı, İsrail'e verdiği desteği her zaman Holokost'u gündeme getirerek gerekçelendirmiştir. Filistin'e yönelik ayrımcı görüşlerini de sık sık, Siyonizm karşıtı coşkusu onu Hitler'le bir tür ittifak arayışına iten tartışmalı “kötü şöhretli” Kudüs Baş Müftüsü Emin el-Hüseyni'yi gündeme getirerek meşrulaştırırlar.
Halbuki, Hitler 1939'da yaptığı bir konuşmada Araplardan “alacalı bulacalı maymunlar” diye söz etmişti.
Nazilerin Arap İsyanı'na ilham ve finansman sağlamada rol oynadığına dair yaygın bir inanış da var ancak Philip Mattar bu iddiayı doğrulayacak güvenilir bir kanıt olmadığını savunmaktadır.
Gerçekten de, Büyük Britanya'ya olan düşmanlığına rağmen, Hitler'in İngiltere politikaları Arap liderlere yönelik herhangi bir gerçek desteği etkili bir şekilde sınırlandırıyordu, öte yandan, Nazilerin Yahudileri Avrupa'dan def etme emelleriyle ortak bir zemini paylaşan İngiliz sömürge girişimleri idi (Siyonist göçün teşviki gibi).
Yani açıkçası, Batı'da adalete benzer herhangi bir şey ya da İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Yahudi halkının çektiği acılara karşı samimi duygular olsaydı, Almanya'da ve Nazilerle işbirliği yapan diğer Avrupa ülkelerinin faşist bölgelerinde Yahudilere anavatan sağlarlardı...yani Yahudilerin halihazırda yüzyıllardır yaşadıkları ülkelerde!
Öngörüldüğü gibi, 1948'de Nakba meydana geldi; bu süreçte mandater Filistin'in %78'i “İsrail” olarak ilan edildi:
700 bin Filistinlinin sürülmesi ve kötü duruma düşmesi,
500'den fazla Filistin köyünün “İsrail” silahlı kuvvetleri tarafından boşaltılması ve yok edilmesi,
Paramiliter terör örgütlerinin üyeleri tarafından gerçekleştirilen terörist saldırılar -örneğin Hagana, Irgun, Lehi (başlangıçta Faşist İtalya ve Nazi Almanyası ile ittifak arayışında olan bir örgüt), çeşitli tugayları ve seçkin savaş güçleriyle (Palmach gibi) sivil halka karşı terör saldırıları ve ardından coğrafyadan silinme,
Filistinlilerin geri dönüş hakkının yok edilmesi; kalıcı Filistinli mültecilerin yaratılması; ve “Filistin toplumunun parçalanması”... Büyük ölçekte etnik temizlik olan bugüne kadar devam eden pratikler...
Batılı uluslar tarafından ''İsrail''in üretilmesi, Batılı olmayan daha geniş bir dünyada metastaz yapan bir tümörün ekilmesidir.
Bazıları bu tümör ifadesini, Hitler'in Kavgam'da Yahudiler için kullandığı ''zararlı mikroplar'' ifadesine benzetebilir ancak ''İsrail'in'' üretilmesi dediğimizde Yahudilerden ya da herhangi bir insandan bahsetmiyoruz.
“Anti-semitik” terimi, İsrail varlığına yönelik her türlü eleştiriyi kınamak ve engellemek için bir cop olarak kullanılmaktadır. Aslında bu terim, “Yahudilik”, “Siyonizm”, “İsrail” terimleri arasındaki farkları gizlemek için kasıtlı olarak yaratılmış gülünç bir yanlış isimlendirmedir - böylece bir kişi Siyonist emperyalist yayılmaya karşı sesini yükselttiği için “Nazi” olmakla suçlanabilir.
Aslında ''İsrail Devleti''nin kurulması, ’Sami” olarak nitelendirilen tüm halklara karşıdır: Araplar, Akadlar, Kenanlılar, Fenikeliler ve İbraniler de dahil olmak üzere güneybatı Asya kökenli çeşitli eski ve modern halklar...
Bu “devlet” nihayetinde tüm dünyadaki Yahudiler için bir lanet haline gelmiştir... Yahudi inancına sahip insanlar bu Siyonist lanetle ilişkilendiriliyor. Siyonizm laneti, Yahudilere, Britanya İmparatorluğu'ndan hediye edilen kaderin bir başka cilvesi.
75 yıldır Filistinliler imha, barbarca etnik temizlik, acımasız apartheid, yerinden edilme, aşağılanma, işkence, cinayetler, defalarca beyaz fosfor kullanımı ve şimdi de devam etmekte olan su, gıda, ilaç, elektrik, gaz, petrol kaynaklarının tamamen kesilmesiyle birleşen büyük yoğun bombardıman saldırılarına katlanmak zorunda kaldılar.
Gazze Kuşatması, 2.3 milyondan fazla insanın yaşadığı 360 km boyutlarındaki Gazze Şeridi'ni tarihin en büyük açık hava toplama kampına dönüştürdü.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik kuşatmasını “kabul edilemez” olarak nitelendirdi ve bunu İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Leningrad'a uyguladığı abluka ile kıyasladı:
İkisi arasındaki en önemli fark süre. Leningrad ablukası iki buçuk yıl sürdü; 1967'de Altı Gün Savaşı sırasında “İsrail” egemenliği altına girdiğinden beri Gazze Kuşatması 57 yıldır devam ediyor.
Gazze, Siyonist terör rejiminin dur durak bilmeyen devasa bombardımanlarıyla peş peşe katliamlara maruz kalıyor ve bu katliamlar şu ana kadar el-Ahli Baptist Hastanesi'ndeki kan gölüyle doruğa ulaştı.
ABD tarafından finanse edilen fanatik Siyonist varlık, Filistin halkı üzerinden kendi kendisinin Nihai Son'unu getirmeye çalışıyor.
Tüm bu barbarca katliamlara rağmen - daha doğrusu tam da bu yüzden - İntifada büyümeye devam ediyor.
İbranice, Arapça, Amharca ve diğer birçok Sami dilinde adı “şiddetli, güçlü” anlamına gelen Gazze'nin halkı mücadelelerinde sarsılmaz bir kararlılık sergiliyor. Direnişlerine bağlılar ve gerektiği sürece devam edeceklerine söz veriyorlar.
Ne kadar sürerse sürsün. Ne olursa olsun.
Acı dolu abluka sırasında insan ruhunun aşılmaz zorluklara karşı dayanma kapasitesinin bir kanıtı olarak Leningradlıların gösterdiği olağanüstü derinlikteki direnişe benzer.
''Dünyanın en donanımlı ordusunu” yenmeyi ve ABD'yi def etmeyi başaran Kuzey Vietnamlılar ve Vietkonglularınkine benzer.
27 Ocak 1944'te Leningradlılar ve 30 Nisan 1975'te Kuzey Vietnamlılar ve Vietkonglular gibi Filistinliler de sonunda zafere ulaşacak çünkü emperyalistlerin asla kavrayamayacağı bir güce sahipler.
Bir de Batı var: Sessizlik ve kayıtsızlık içinde, dünyanın çeşitli yerlerinde destekledikleri ve kolaylaştırdıkları katliamı, etnik temizliği ve soykırımı izleyen, çok sevdikleri ve korudukları Frankenstein yaratığı Siyonist varlıkla birlikte çürümeye batan ve omurgasız bir şekilde uçurumun derinliklerine doğru yuvarlanan Batı.
Uçurumun ağzında savaş ve yıkım, artık çaresiz kalan Batılı güçlerin dünya üzerindeki hakimiyetlerini güvence altına alabileceklerine inandıkları yegane araçlardır.
İşte Siyonist varlık Filistin'in geri kalan tüm topraklarını ve çok daha fazlasını ele geçirmeye yönelik kendi açgözlü planlarının yanı sıra başından beri planlandığı gibi Batılı güçler için bu kirli savaşı yürütüyor.
Pepe Escobar kısa süre önce kaleme aldığı bir yazıda, Ukrayna'da Rusya'ya karşı yürütülen savaşın ve İsrail'in Filistin'deki askeri eylemlerinin sadece ayrı savaşlar olmadığını, aksine tekil ve korkunç bir şekilde gelişen küresel bir çatışmanın paralel cepheleri olduğunu belirtmişti.
Bu tekil küresel bir savaştır; bir bütün olarak İnsanlığa karşı yapılan bir savaştır.
Bu çatışmanın merkez üssünde, içinde bulunduğumuz çağda hırsları fena boyutlara ulaşan baskı, sömürgecilik, ırkçılık, faşizm, Siyonizm ve Nazizmin amansız dalgasına karşı kararlı bir direnişin sembolü olan Filistin yer almaktadır.
Bu esnada ''Küresel Çoğunluk” halkları nihayet hegemonyadan, tek kutupluluktan, Batı üstünlüğünden ve emperyalizmden bıkmış görünüyor. Uzun ve taşlaşmış bir uykudan yavaş yavaş uyanıyorlar. Bu hayırlı ancak gecikmiş uyanış henüz yeterli değil, çoğu hala sersem ve bilinçsiz.
Hâlihazırda kendi mücadelelerini verenlere yönelecek vicdan ve sorumluluk duygusu nerede? “Küresel Çoğunluk” halkları ve Batı'nın küçük bir azınlığı Filistin'de her gün doğrudan tanık oldukları iğrenç suçlara karşı gösteri yapmak için sokaklara dökülüyor ama hükümetlerinden gelen öfke ve haykırış nerede?
Kendi “formalitelerine” ve “diplomasilerine” saplanmışlar ve büyük toplantılar düzenliyorlar. Uçaklarına binip konferanslara gidiyorlar; klima çalışan salonlarda ikramlı masalara oturup soykırımı kenarda köşede tartışıyorlar.
Başkan Putin dışında sadece birkaç devlet adamı bu suçlar hakkında kesin bir dille konuştu.
Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro, İsrail işgal güçlerinin Gazze halkına karşı işlediği soykırımı kınadı, Birleşmiş Milletler'e özel oturum çağrısında bulundu ve İsrail büyükelçisinin ülkeyi terk etmesini emretti.
Eski Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales, sivillere yönelik soykırım eylemleri nedeniyle “İsrail ”in terörist devlet ilan edilmesi ve diplomatik ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulundu. Morales ayrıca Siyonist Devleti destekleyen Batılı ülkeleri de soykırımın suç ortakları olarak nitelendirdi.
Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa “İsrail'in” Kuzey Gazze'deki kara işgalini soykırım olarak nitelendirdi ve işgalci varlığı “baskıcı ve apartheid” olarak tanımladı.
İspanya Sosyal Haklar Bakanı ve Podemos lideri Ione Belarra da hükümetten “planlı soykırımı” nedeniyle “İsrail” ile diplomatik ilişkilerin askıya alınmasını istedi.
Adaletle alay eden ve derhal lağvedilmesi gereken BM Güvenlik Konseyi'ne gelince, işgali ve saldırganlığı kınamayı reddettiği için Gazze'de devam eden savaş suçlarını ve soykırımı meşrulaştırdığı varsayılabilir.
“Küresel Çoğunluğu” temsil eden hükümetlerin artık hegemonya tarafından dikte edilmek istemedikleri gerçeğine sevinebiliriz: Doları bypass etmek istiyorlar, yeni İpek Yolları inşa etmeyi planlıyorlar, ticaret ve teknolojik yenilikler, enerji ve lojistikle ilgili ortak projeler için diğerleriyle karşılıklı yarar sağlayan yeni ortaklıklar kuruyorlar.
Bu adımlar ve yeni jeopolitik ittifaklar daha adil, daha dengeli ve çok kutuplu bir dünya için umut verici gelişmelerdir. Ancak ekonomi, bankacılık ve teknoloji alanlarındaki değişiklikler yeterli değildir.
İnsanlığın bir bütün olarak küresel mevcut durumuna ilişkin çok az inceleme var. Baskının, ırkçılığın, sömürgeciliğin ve hegemonyanın kökenine inmeden dünyamızda bir şeyleri gerçekten değiştiremeyiz. Tarih, eğitim, kültür ve etik üzerine düzenlenen uluslararası konferanslar nerede?
Bu, kolayca sonumuzu getirebilecek küresel bir Uygarlık Savaşıdır. Yeni bir bilincin ortaya çıkma zamanı gelmiştir. Kolektif hayatta kalışımızla ilgili kararları kolektif bir insan vicdanıyla alma zamanıdır.
Bildiri çoktan geldi.
Filistin, “Küresel Çoğunluğun” kendisini ancak yavaş yavaş uyandırabildiği eylemsizlik ve kayıtsızlık karanlığındaki İnsanlığın alev alev yanan ışığıdır.
Filistin, insanlığımızın mevcut küresel durumunun apaçık bilincidir.
Filistin, insanın, insan kardeşine beslediği duygudaşlığın somutlaşması ve adaletsizliğe karşı kendi ölümünü içererek aşan kararlı kolektif mücadelesidir.
Filistin, maddi ya da sonlu her şeyden daha yüce bir şeye duyulan derin inancın temsilidir.
Filistin bir paradigmadır.
Çeviri: YDH